Sarıyer’de bir imza günü… Süs biberi gibi oturup durmak

Kuyruk olunan çok namlı ve popüler yazarlarımızı istisnadan sayıyorum. “Karımı nasıl aldattım, kocamı nasıl boynuzladım?” türünden manken ya da oyuncu eskilerinin çiziktirdikleri kitaplar (!) için metrelerce kuyruklar olurken gerçek yazarlar boynu bükük oturuyorlar. Hele ben kimim ki, ne popüler bir kimliğim var ne de bilinen bir kitabım! Tam anlamıyla saksıda “süs biberi”.

SAMİ GÜNAL

İlgi odağı olmak iyi de çekmeyin beni orta yere, utanırım! Sosyalliğim, düğüne gideyim ama halaya katmayın beni, ayarındadır.

Geçtiğimiz yaz “Didim Altınkum Yazarlar Festivali” kapsamında imza gününe davet edilmiştim.

Bir telaşe ki efendim, yanımda kitap yok, yayınevim de zaten imza organizasyonlarına pek sıcak bakmıyor, durup dururken ters düşmeyeyim, gibi binbir dere suyuna bata çıka adamlardan kaçtım.

“Sarıyer Edebiyat Günleri” için aradıklarında da aynı telaşeyle redde kalkıştım. Sakinleşmem için pazartesiye tekrar arayacağız, inceliğinde bulundular. Kimi gazeteci ve yazar dostlara sorduğumda yine her zamanki dangalaklığını yapıp kaçma, git otur o bile yeter, dediklerinde ya herro ya merro, nedir bu perdenin öte yüzü hele bir göreyim, deyip davete icabet bildiriminde bulundum.

“Ne güzel cümlelerin var Sami!”

Asıl mesele şu ki utangaçlık sendromumdan dolayı “yazarlık” kimliğini bir türlü üstlen(e)meyişimdir. Yaptığım iş yazarlık olmasına rağmen bir “estağfurullah” hâli içerisindeyim hep. Ta çocukluğumdan yazarları yüksek mertebelere konumlandırarak saygıya durmamdandır bu tavrım. O vesileyle hep öğrenciyim ve ancak saygı konumunda olmak düşer bana. Bunu dışavurumum, “Kendimi Yaşar Kemal ya da eş değerlerle bir mi tutacağım?” sözleriyle olur.

Yaptığım iş yazarlık olmasına rağmen bir “estağfurullah” hâli içerisindeyim hep.

Tırnak içinde sözde yazar, olduktan sonra epeydir görüşemediğim edebiyatçı yazar dostumuz Öner Yağcı’yı TÜYAP’taki imza gününde ziyarete gitmiştim. Heybemde kitaplarım var. Kem küm binbir hâl içerisinde abi, bir şey vermek istiyorum, diyorum ama açamıyorum. Hele şöyle gel, deyip standın arkasına aldı beni ki torbamda kitapların çıktığını gördü. Üzerinde ismim var. Tebrik eşliğinde, çok sevindim ya utanılır mı hiç, deyip göz gezdirdikten sonra “Ne güzel cümle kurulumların var Sami!” demesiyle oh çektim mi farkında değilim ama sınavı geçmiş bir öğrenci rahatlığıyla vedalaştım. Hadi, benden bir aforizma olsun: Utangaçlar sınıf geçse de utangaçlıkları sınıfta kalır.

İmza günlerine esas olan sıkıntım ise -geçtim yazar olarak lanse ediliş olmamı- “süs biberi” gibi otura kalacak olmamdandır.

Boynu bükük oturan gerçek yazarlar

Kitap fuarlarında beni üzen manzara şu:

Kuyruk olunan çok namlı ve popüler yazarlarımızı istisnadan sayıyorum. “Karımı nasıl aldattım, kocamı nasıl boynuzladım?” türünden manken ya da oyuncu eskilerinin çiziktirdikleri kitaplar (!) için metrelerce kuyruklar olurken gerçek yazarlar boynu bükük oturuyorlar. Hele ben kimim ki, ne popüler bir kimliğim var ne de bilinen bir kitabım! Tam anlamıyla saksıda “süs biberi” gibi oturacağım.

İmza ilişkime gelince!

Nedense kendime kitap imzalatmam. İmza almam gerekirse oğlum adına imzalatırım. İmzayla ilgili yaşanmış iki anekdot anlatayım. Bu anlatılardan sonra aslında benim “süs biberi” kompleksimi sıfırlamış olacağım.

Şair, yazar, araştırmacı Şükran Kurdakul. Türk edebiyatı denilince selama durulacak değerlerimizden biridir. Fakülteye başladığımın daha ilk günlerinde Ankara’da bir kitap fuarı düzenlenmişti. Baştan başa geziyorum. Dönüyorum bir daha geziyorum. Liseye kadar fotoğraflarından tanıdığım başta sosyolog Emre Hoca’m olmak üzere okuduğum birçok şair ve yazarlarımızla yüz yüze ilk kez karşılaşıyorum. Sohbetleriyle, mimikleriyle, serbest nizamdaki insani hâl ve hareketleriyle tüm davranışlarını inceden inceye gözlemlemeye çalışıyorum. Bir Antep çocuğu için uzaydan inmiş canlılar gibiler.

Sanatçı dostum müzikolog Kadir Demirel’le.

Geldim gittim Şükran Kurdakul’u hep ayakta stant odası kapısının pervazına başını yaslamış eli koynunda mahzunca (ki aslında genel mizacı öyleydi) bakar iken gördüm. Son saatti. Sözde sevindirmek hem de sayı olsun diye imzalı ilk kitap sahibi oldum o an.

Okur vefası budur işte!

İmza günümde, Cemal Süreya’nın dostlarından biri olan tanıdığımla görüştüm. Ne yapıyorum, nasıl duruyorum benden bilgi alıyor… Vala, endişeden dolayı bu kaçıncı tuvalete girip çıkışım bilemiyorum, dedim. Ya hiç imza atamadan kalkarsam? Hayır, imza günleri belirleyici değil, sana koskocaman Cemal’in imza sayısını anlatayım, dedi.

Cemal Süreya, imzaladığı kitaplara numara verirdi sen de ver, deyince oldu ilk imzaya 78 numarayla başlayıp görüntüyü kurtarırım (!), dedim.

Yine akşam olmuş. Arkadaşımın tanıklığına göre Cemal Süreya da Şükran Kurdakul mahzunluğuna düşmüş. Bari şuna bir kitap imzalatayım da sevindirik olsun istemiş. Evet, imza numarası 13 olmuş.

Bu ayıp ne Şükran Kurdakul’un ne de Cemal Süreya’nındır. Okur vefası budur işte!

Günü kurtarabildim mi?

Hemen Sarıyer eleştirisine geçeyim. Yazar ve yazar başına tahsis edilen hostes sayısı fuar ziyaretçilerinden fazlaydı. Sosyokültürel düzeyi İstanbul’un en önde gelen ilçelerinden biridir Sarıyer. Hele ekonomik olarak kalburüstülerin yeridir. Bizde para arttıkça kültür düşer.

Mazlum yazarlar duydukları imza kaygısından ötürü örgütlü bir şekilde çevrelerini fuara çekerler. Bense tüm jeste kalkışanlarımı reddettim. Bu benim çekingenliğim ve üstlendiğim risktir.

Filiz Abla iki dirhem bir çekirdek gelince standım bir hoş oldu vallahi!

Çalıştığım okulda 7+1 Türkçe, 7 İngilizce, 4 sosyal bilgiler öğretmeni var. Değil ki benim için ne fuara gelenini ne de kitap sevgisi üzerine teşvik ettikleri öğrencilerini gördüm. Yazıklar olsun onlara, yazık bu topluma! Memur zihniyetlileri tevekkeli sevmem, deyişim boşuna değildir.

7+1 yazdım. Ayırdığım 1, fuara ve imzama gelen Kadir Hoca’mdır. Özelliği vardır. Memur olduğu için değil Türkçe ders kitapları yazdığı içindir. Yani “edebi” bizden olmasındandır. Bari fırsat bulmuşken 80 öncesini özleyenlerden olduğumu şuraya iliştireyim.

Hoca, demişken akademik çalışmalar yapan sanatçı dostum müzikolog Kadir Demirel’in “gelme” dememe rağmen özellikle gelmiş olmasından dolayı duyduğum mahcubiyetimin derecesi aynı zamanda ona duyduğum minnetimdir.

Hiç beklememiştim. Özel hayatımın sır ve dert ortağı olan Filiz Abla iki dirhem bir çekirdek gelince standım bir hoş oldu vallahi!

Peki, kimseleri çağırmamışken, üstelik de gelelim, diyenlere engel olmuşken günü kurtarabildim mi? Kitaplarımın ismi kurtarıcım oldu derken aslında kurtarıcımın başka bir şey olduğunu heyecanım geçtikten sonra kavradım.

Kim bu yazar Sami diye üşüşenler

Bundan önceki 2 No.lu fuar izlenimleri yazım, bana misafir olanlardan TV programcısı dost Celal Pir için bir armağan yazısıydı. Orada “Celal Pir bu! Gönül adamlığından vazgeçip uslanmamış. İmza günümde bir sürpriz yaptı ki ne yaptı! Tüm alana adımı duyurdu. Belki de imzasız kalkacakken görüntümü kurtardı.” demiştim.

Yazar ve yayınevleri stantlarının ortasında bir sahne var. Ya konser ya söyleşi yapılıyordu. O an sahnede TV programcısı ve haber sunucusu Özlem Gürses söyleşisi var. Söyleşi sonunda Belediye Başkanı Şükrü Genç ve Celal Pir sahneye davet ediliyor. Sahnede gelen sesler içerisinden kulağıma adım çalındı. Anlayamadım. Eyvah, beni çağıracaklar, deyip masanın altına saklanasım geldi.

Oysaki Celal Pir, toplumsal içerikli konuşmasını süslemek için benim bir sözüme atıf yaparmış. Şöyle: Yazar dostumuz Sami Günal’ın da dediği gibi… Yine bir Celal Pir dostluğu görmüş oldum. Ne deyim ki hâlden bilen hatır insanıdır o.

Kitaplarımın ismi kurtarıcım oldu derken aslında kurtarıcımın başka bir şey olduğunu heyecanım geçtikten sonra kavradım.

İmza günlerine kallavi ölçü sayılacak kadar vay anam, kim bu yazar Sami, diyenler üşüştüler.

Bireysel anlamda çokça kitap imzaladım hiç heyecanlanmamıştım. Ama fuarda öyle bir heyecan içindeydim ki elim elime dolaşmış resimlerde görüleceği üzere “mayıs” yazacakken “masıy” yazmaktan çift imza atma şaşkınlığına kadar davranışlarım olmuş.

Eski bir yara

Şaşkınlığım bu kadar mı? Kaç kere tuvalete girip çıktım zira pisuvar da görememiştim. Son girişimde kulağıma iki kadın sesi gelmeye başladı. Oysaki hep kadınlar tuvaletine girermişim. Kazdağları’ndaki Eko-Fest etkinliğinde gece için bana ayrılan yer diye kızların çadırına daldığım gibi. Bir dayak yedim, bir dayak yedim ki… Hayır hayır, Mecit Ünal dayak yememe sevinmesin diye şefkat gösteren kızlar, kıvrıl şu ayak ucumuzda uyu dediler (!).

Merhale katettiğim iyi bir deneyim oldu. Bundan sonrası için imza günü davetlerine ürküntüyle yaklaşmayacağım. Şükran Kurdakul ve Cemal Süreya dramının yaşandığı bir ülkede imza atmadan da oturma sürprizlerine açık olacağım.

Hep sevinç yoktu. Bir hüzünle kapatayım. Elimde kitap valiziyle alana girip standımı tespite çalışırken boynuma sarılan bir sürprizle karşılaştım. Sevineyim mi, hüzünleneyim mi?

Eski bir yara o! Anlatmayla bitmez!

 

paylaşım için