“Sandım ki herkes çıkıp bayram yapacak!”

Arjantin Başkanı Alberto Fernandez sağlamcı bir politikacı olduğunu kanıtladı. Ortaya yapılması gereken bir şeyi attı ve buna ne kadar destek geldiğini ölçtükten sonra sorumluluğu tek başına üstlenmeyeceğini gösterdi. Alberto hala devlet müdahalesi fikrini savunmakla beraber şunu da ekledi: “Beni tanıyanlar iyi bilir ki ben ipini koparmış bir deli değilim, elimde kamulaştırma çekiyle gezmem”.

ÖZGÜR UYANIK

Arjantin tuhaf bir ülke. Bir defa dünyanın sonunda yer alıyor. Türkiye’nin üç katı toprağa ve yarısı kadar nüfusa sahip. Herhalde Avustralya’dan sonra en fazla insansız coğrafyaya sahip ülke Arjantin’dir.

Bu koca ülkenin terslikleri yalnızca coğrafya ve nüfusuyla ilgili değil: Siyaset, sosyoloji ve ekonomi söz konusu olduğunda da istisnalara sahip.

Mesela nükleer bomba yapmayıp da yarım asırdan uzun süredir nükleer güce ve teknolojiye sahip tek ülke de Arjantin’dir. Dahası parmak izini kimlik tanısında ilk kullanan ülke(1891), ilk uçan helikopteri (1920), ilk bypass ameliyatını(1967), körler için ilk trafik sinyalizasyonu(1983) ve ilk uzun metrajlı çizgi filmi(1917) yapan ülke de Arjantin’dir.

Siyasette popülizmi icat eden ülke de Arjantin’dir dersek abartmış olmayız. 1920’lerde zorunlu ve eşit oy sistemine geçtiğinden bu yana Arjantin’de kazanan tek siyaset de budur. Belki de popülizmin işe yaradığı tek ülke de Arjantin’dir. Sırf bu nedenle darbecileri yargılayıp hapishane hücrelerinde ölene dek tutan tek ülke burasıdır.

ÜÇ YÜZDEN FAZLA FABRİKA İŞÇİ MÜLKİYETİNDE

Ekonomik iniş çıkışları, kriz ve iflasları, uzun cunta yılları, sağcı ve solcu iktidarları açısından Arjantin’de değişmeyen en önemli politika kamulaştırmadır. Zira kamuculuk Arjantin’de devletin ve ulusun gücünü temsil eder. Hatta bu öyle bir ülkedir ki batan işletmeler meclis kararıyla kamulaştırılıp orada çalışan işçilerin kurduğu kooperatiflere devredilir. Arjantin’de hali hazırda üç yüzden fazla fabrika işçi mülkiyetindedir.

Bu politika 2004-2015 yılları arasında başkanlık yapan Kirchner çifti döneminde çok başarılı biçimde kullanılmıştı. Arjantin Havayolları, petrol endüstrisi gibi önemli alanlarda yapılan devletleştirmeler Arjantin’e prestij sağlamıştı. Fakat 2012’de kendini iyiden iyiye hissettiren ekonomik kriz halkta umutsuzluğa yol açmıştı.

Popülizm sırası neoliberallere gelmişti. Daha sonra “Panama Papers” belgelerinden yolsuzlukları çıkacak olan Buenos Aires valisi Mauricio Macri 2016’da devlet başkanlığı koltuğuna oturacaktı.

Beklendiği gibi Macri, Arjantin’i ödenmesi imkansız borçların altına soktu. Dünyanın en borçsuz ülkesi olan Arjantin dört yıl içinde 180 milyar dolar borçlandı. Üstelik bu borçlar sadece alınan borçların faizinin ödenmesine harcandı. Ayrıca bir o kadar döviz de ülke dışına kaçtı.

Bu yıl eski başkan Kirchner, kendisinin başkan yardımcısı olduğu, yeni bir formülle tekrar iktidara geldi. Devlet başkanlığı koltuğuna hukuk profesörü Alberto Fernandez oturdu. Yeni başkan gırtlağına kadar borca batmış bir devlet, tamamen çökmüş bir endüstri ve bir işsiz ordusuyla karşılaştı.

Sosyal demokrat bir perspektife sahip Alberto Fernandez işe en düşük gelir grubuna yapılan destekleri artırarak başladı. Bunu kamu kurumlarını güçlendirme politikası izledi. Fakat derin bir finans krizi ve üretim düşüşü ülkede sosyal felakete yol açmıştı. Bunu toparlamak için uzun bir süreç gerekiyordu.

VENEZUELA HAYALETİ

Fernandez yönetimde daha üçüncü ayını doldurmadan dünya pandemi krizine girince Arjantin’in geleceğe dönük umutları biraz daha ötelendi. Doğrusu Fernandez pandemi sürecinde hem devleti hem toplumu aktif bir liderlikle organize etmeyi başardı. Arjantin çok sıkı bir karantina uygulamasıyla hastalığın bulaşması ve ölüm oranlarında en düşük ülkelerden biri oldu. Fakat ekonomi için bir şeyler yapmak pandemiden daha önemli hale geldi. Çünkü halkın büyük kısmının gelir düzeyi açlık düzeyinin altına geriledi.

Tam bu sırada ayçiçeği yağı, biyodizel, pamuk, tahıl ve daha birçok sektörde Arjantin’in en büyük şirketlerinden olan Vicentin’in iflası gündeme geldi. Başkan Fernandez 1929’dan bu yana faaliyette bulunan şirketi kurtarmak için devlet müdahalesi gerektiğini açıkladı. Yıllık ortalama 30 milyar dolar gelir elde eden bu şirketin son zamanlarda içi boşaltılmıştı. Her ne kadar başkan, kamulaştırma değil de bir devlet müdahalesine işaret etse de Vicentin’in kamulaştırılması kaçınılmazdı.

Sağ kesim devlet müdahalesini duyar duymaz “Venezuela gibi olacağız” propagandasına başladı. Bu gayet normaldi. Zira Amerikancı sağ ne zaman iktidardan düşse milleti ya Küba ya da şimdi olduğu gibi Venezuela hayaletiyle korkutur.

Garip olan Alberto’ya halk kesimlerinden ve özellikle kamucu politikaları savunagelen sendikalar, sosyal hareketlerden bir destek gelmemesiydi. Karşı olduklarından değil ama nedense başkanın bu büyük kapitalist şirkete devlet müdahalesi açıklaması kimsede heyecan yaratmamıştı.

Oysa fazla değil daha on yıl önce Kumandan Chávez eliyle işaret edip bir şeyi devletleştirince bu kitlelerde dalgalanmalara yol açıyordu. Üstelik Arjantin, Venezuela gibi başarısız da değildi. Kirchner’ler döneminde bu konuda iyi bir tecrübeye de sahipti. En azından kamulaştırmalar ülke ekonomisine zarar vermedi.

Bu durum Alberto Fernandez’i de şaşırtmışa benziyor. Birkaç gün önce çıkıp “Vicentin konusunda yanılmışım” dedi. “Sanıyordum ki herkes çıkıp bayram yapacak”.

“İPİNİ KOPARMIŞ BİR DELİ DEĞİLİM”

Başkan Alberto sağlamcı bir politikacı olduğunu kanıtladı. Ortaya yapılması gereken bir şeyi attı ve buna ne kadar destek geldiğini ölçtükten sonra sorumluluğu tek başına üstlenmeyeceğini gösterdi. Alberto hala devlet müdahalesi fikrini savunmakla beraber şunu da ekledi: “Beni tanıyanlar iyi bilir ki ben ipini koparmış bir deli değilim, elimde kamulaştırma çekiyle gezmem”.

Galiba bu “ipini koparmış deli” ve “elinde kamulaştırma çekiyle gezme” benzetmelerini Venezuela ve Chàvez örneklerine gönderme olarak yaptı. Belki de soldan destek alamadım bari sağcıları sakinleştireyim diye düşündü.

Doğrusu ben de bu duruma Alberto Fernandez kadar şaşırdım. Diğer yandan Venezuela örneğindeki başarısızlığın devletçilik taraftarlarına pek cesaret vermediği de ortada.

Fakat belki de Venezuela’daki durumdan öte çağın, teknolojinin ve insanların kamu politikalarına değişen bakış açısının da bir etkisi vardır. Belki de devletçilik 1980’lerden bu yana neoliberal bir dünyada yaşayan dünya nüfusu için artık eskisiyle aynı anlamı ifade etmiyordur.

Belki de sosyal politikaları, ulusal egemenliği hala savunanlar kamuculuğu da yeniden düşünüp formüle etmeleri gerekir.