Saint Simon’dan Erich Fromm’a günümüzde Ütopik Sosyalizm

Karşımızda şimdiye kadar alışkın olduğumuzdan daha farklı bir yaklaşım var. Erich Fromm, hatta ileride insanların sosyalizm veya kapitalizm arasında bir seçim yapmak zorunda olmalarından ziyade “totaliter bir sosyalizm ile Marksist bir hümanizm” arasında seçim yapmak zorunda kalacaklarını söyleyerek bizi şaşırtmaya devam eder.

KAAN POLATLAR

Friedrich Engels, kendisi ve yol arkadaşı Marx’tan önceki sosyalizm birikimini “ütopik” olarak nitelendirerek yeni bir sürecin başladığını ilân etmiştir. Gerçi kendilerinin fikirsel yaratıları da, aslında “ütopik” olarak sınıflandırdığı bu düşünürlere dayanıyordu. Onların alana kattığı birikimler olmasa elbette Marksizm de olamaz ya da şimdikine göre hayli güdük kalırdı. Dolayısıyla Engels’in amacı, bu eserleri küçük düşürmek ya da önemsizleştirmek değildi. Ama kendisinin ve özellikle Marx’ın alana yaptığı katkının altını çizmek, kendinden öncekilerle farkını belirginleştirmekti. Marksizm’in, kendinden önceki sosyalist teorilerden en önemli farkı sınıf temelli olması, bir sınıfa dayanmadan veya bir sınıfı kurtarmadan bütün insanlığı kurtarmanın hayaline kapılmamasıydı. Marksizm; gerçekçi, ayağı yere basan bir ideoloji olarak çıktığına göre, öncekilerin iyi niyetli çalışmaları ancak bu konunun meraklısına yönelik bir alan olarak kalıyordu. Fakat sosyoloji biliminin gerçek kurucusu olan E. Durkheim, onlardan daha sonra doğmuş olsa da,  Marx ve Engels’le aynı dönemde yaşayıp Marksizm’in ideolojik başarılarına tanık olduğu halde, sosyalizm hakkında yazdığı eserinde onlar yerine Saint-Simon’un sosyalist anlayışına yer verince, gerçekte bu “ütopik” sosyalizmin pek de öyle tarihte kalmış, konunun meraklısına yönelik bir tür hatırat olmadığı sezilir gibi oldu. Ama Durkheim’ın yaşamının son yılı, 1917 Ekim devrimine denk geldiği için, Marksizm’in, Marx ve Engels’in bıraktığı aşamadan bile bambaşka bir noktaya evrildiğine tanık olmuştu. Dolayısıyla Durkheim’ın sosyalizm hakkındaki eski “ütopik” geleneğe bağlı fikirleri, o sıralar gerçekten de önemini yitirdi. Fakat bence Durkheim’ın bu çalışması, ileride yeniden ve bambaşka argümanlarla ortaya çıkacak “ütopik” sosyalist fikirler için bir bağlantı hattı oluşturmuş olmaktadır.

Freud’un neden bir Hitler veya Nazizm analizi yapmadığı bir muammadır. Onun eksiğini, ardıllarından biri olan Wilhelm Reich ve sonraları da Erich Fromm yapmıştır.

Aslında “ütopik sosyalist” fikirler, yeni ismiyle Marksizm-Leninizm’le birlikte ve genellikle ona karşı duruşunu devam ettirerek günümüze kadar geldi. Bu fikirleri teşhis etmedeki tek sıkıntı, kendilerine, Engels’in kategorisini kullanarak, “ütopik” yaftasını yapıştırmıyor olmalarıydı. Hatta kendilerini çoğu zaman “sosyalist” olarak bile adlandırmıyorlardı. Dolayısıyla onların “ütopik sosyalizm” geleneğinden geldiklerini aslında ben söylemiş oluyorum. Ama eminim ki sunduğum kanıtları görünce ikna olacaksınız. Şimdi Saint-Simon’dan itibaren bu geleneğin hangi noktaya evrildiğine bir göz atalım:

Kitaplarında, Saint-Simon’a pek bir atıfta bulunmamasına karşın, gerçekte o geleneği sürdürmeye aday en önemli teorisyenin Erich Fromm olduğu görülmektedir. Fromm, her ne kadar Freud ve psikanaliz ekolünden geldiğini iddia etse de, Freud’un yakın çevresinden ve bizzat onun tarafından oluşturulan çalışma ekibinden değildir. Üstelik siyasete her zaman mesafeli olmuş Freud’un aksine, Fromm, sık sık siyasi analizler yapmaktan geri durmamıştır.

Freud’un neden bir Hitler veya Nazizm analizi yapmadığı bir muammadır. Onun eksiğini, ardıllarından biri olan Wilhelm Reich ve sonraları da Erich Fromm yapmıştır. Ama II. Dünya Savaşı’nın kazanılıp Hitler ve Nazizm’in büyük çapta dünyadan tasfiye edilmesinden sonra, Hitler’in hastalıklı kişiliğini tahlil etmek aslında çok da büyük bir çaba ya da psikanalize büyük bir bilimsel katkı sayılamazdı. Çünkü zaten bu konuda sayısız eser yazılmaya başlandı ve Hitler’in kötücül hisleri her yönüyle ele alındı. Aslında Erich Fromm’un eserleri arasında bunlardan daha cesur ve ilginç olanı Marx hakkında yazdıklarıdır.

Fromm’a göre Avrupa dünyası 13. yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı’na dek “bir umut ilkesi” üzerine kurulmuştur.

E. Fromm’a göre Marx, Spinoza’dan başlayarak, Fransız ve Alman Aydınlanma Çağı düşünürleri, Goethe ve Hegel’den devam eden hümanist felsefe geleneğinin bir devamıdır. Bu silsile içinde Marx’ı diğerlerinden ayıran ya da ortaya çıkaran koşullar, sanayi devriminin sebep olduğu yabancılaşmadır. Çünkü bu dönemde insan kendisi gibi olamamakta, koşulların eğip büktüğü tatminsiz bir varlığa dönüşmektedir. Bu durumda “Marx’ın felsefesi bir başkaldırı felsefesidir.” İnsanın en büyük görevi, kendi potansiyellerinin peşinden gitmek zorunda olmasıdır ve Marx da aslında bunu vurgulamıştır. Fromm, Marx’ın çalışmalarından çıkardığı sonucu şu şekilde özetler:

“Toplum, insanların gelişimlerini destekleyebildiği gibi aynı zamanda köstekleyebilmektedir de. İnsanın kendini tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi ve özgür kılabilmesi için bu toplumsal kösteklerden kurtulması ya da en azından kendini biçimleyen bu dinamiğin nasıl işlediğini anlaması gerekmektedir.”[1]

Bu tanımlarla Marx, Sovyetler Birliği veya Çin’de anlaşıldığından çok daha farklı, “yepyeni ümit, kavrayış ve aydınlanmaların kaynağı olarak” karşımıza çıkmaktadır. Tabii ki bütün bunlar elbette psikolojinin sınırları içerisinde kalabilecek ifadelerdir ama daha inandırıcı hale gelebilmesi için Marx’ı var eden sebepleri, sosyolojik olarak da tahlil etmesi gerektiği açıktır. İşte bu noktada Fromm, Avrupa kültürünü yekpare bir hale getirir ve simgesel kavramlarla açıklamayı tercih eder. Hatta bu simgesel kurguya bir de tarihler eklemeyi ihmal etmez. Ona göre Avrupa dünyası 13. yüzyıldan 19. yüzyıla, daha doğrusu 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na dek “bir umut ilkesi üzerine kurulmuştur. Ancak bu umut ilkesinin yüzyılımızda (20. yüzyıl –y.n.) tükenmiş olduğunu ve hemen her alanda yaygın bir kötümserliğin kol gezdiğini görmekteyiz.”[2]

Tabii ki bu tür tanımlar bilimsel ya da nesnel olmak bir tarafa, sadece Fromm’un sosyalizme bakışını yansıtan bir öznellik sergiler.

Bu umutsuzluğa çare olunmadığı takdirde insanlık maddi ve manevi bir felakete doğru sürüklenecektir. Fromm’a göre Marx’ın felsefesi bu umutsuzluğa bir çare olabilecek önemli bir kaynaktır. Fromm’un bir çare olarak gördüğü Marx, o tarihte (1961), en azından dünyanın yarısına rehber olarak kabul ediliyordu. Ama Fromm bunu da pek önemsemez. O dönemin dünyasında iki sosyalist ekol olan Sovyetler Birliği ve Çin’i şu sözlerle tanımlar:

Sovyetler Birliği tutucu bir devlet kapitalizmini, Çin ise hiçbir zaman Marksçı olduğu iddia edilemeyecek olan bir anti-bireyciliği uyguladığı halde bazı Afrika ve Asya devletlerine şirin gözükebilmek için sosyalizmin mistik çekiciliğinden faydalanmıştır.[3]

Tabii ki bu tür tanımlar bilimsel ya da nesnel olmak bir tarafa, sadece Fromm’un sosyalizme bakışını yansıtan bir öznellik sergiler. Örneğin “sosyalizmin mistik çekiciliği” tanımından ne anlamamız gerektiğinin açıklanması gerekmektedir. Karşımızda şimdiye kadar alışkın olduğumuzdan daha farklı bir yaklaşım vardır. Hatta ileride insanların sosyalizm veya kapitalizm arasında bir seçim yapmak zorunda olmalarından ziyade “totaliter bir sosyalizm ile Marksist bir hümanizm” arasında seçim yapmak zorunda kalacaklarını söyleyerek bizi şaşırtmaya devam eder. Bu sözler, sosyalizmin her türlüsünün dünyaya egemen olacağına inandığının zımnen ifadesidir. Hatta onun anladığı anlamda bir “Marksist hümanizmi” eski Batılı sömürgeci devletler, eski sömürgeleri olan yeni devletlere, para ve teknik yardımın yanı sıra bizzat kendileri götürmelidirler. Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi o dönemin dünyasında, neredeyse tüm ülkelerin üçte birinde hüküm süren Marksizm-Leninizm yerine Marksist hümanizm adında bir siyaseti alternatif olarak ortaya koymaktadır. Bu idealin nasıl bir şey olduğunu merak ettiğimizde bizi daha fazla sıkıntıda bırakmaz ve şöyle tanımlar: “Marksist hümanizm insan özgürlüğüne önem veren, insanlara yalnızca bir şeyi yapmama değil aynı zamanda bir şeyi yapma özgürlüğünü tanıyan ve onlara becerilerini geliştirip gerçeğe dönüştürebildikleri bir ortam sunan bir yaşam tarzıdır. Burada esas alınan (tıpkı insanlık var olduğundan beri gelişen hümaniter dünya görüşünde ve hatta dinlerde yer aldığı gibi) onurlu ve kardeşçe bir yaşamdır.”[4]

Fromm’a göre, İnsan için önemli olan, dine geri dönmek ya da Tanrı’ya inanmak değil, sevgiyi yaşamak ve doğru düşünmektir.

Burada parantez içinde de olsa belirttiği gibi Marksizm, insanlık var olduğundan beri gelişen hümaniter dünya görüşünün ve hatta dinlerin devamıdır. Fromm’un ilk bakışta bizi şaşırtan ama başka kitaplarını da okudukça, neredeyse bütün olgulara aynı tespiti yapan sığ bir anlayışıyla karşılaştığımız izlenimini veren, işte bu durumdur. Yani Marksizm’i dinlerin devamı gibi görmek elbette şaşırtıcıdır ama ona göre dinler de, aslında her ne kadar farklı gibi görünseler bile gerçekte benzer türden bir işlevselliğe sahiptir. O halde neredeyse birbirlerinin devamı gibi görünen bütün bu olguların işlevselliğinin ne olduğunu tespit etmeliyiz. Fromm, bir kitabında bunu şu yalın sözlerle ifade eder:

İnsan için önemli olan, dine geri dönmek ya da Tanrı’ya inanmak değil, sevgiyi yaşamak ve doğru düşünmektir. Eğer böyle yaşanıyorsa, hangi dine ya da sembol sistemine bağlı olduğu, ancak ikinci derecede bir önem taşır. Ama eğer doğru yaşanmıyorsa, hangi düşünsel sisteme bağlı olduğunun da hiçbir önemi yoktur.[5]

Bu sözlerinden sonra onun aslında ne demek istediğine dair bir yol haritası ortaya çıkmaktadır. Tıpkı dini umdeler gibi basit bir şekilde sevgiyi yaşamak ve doğru düşünmekten bahsetmekte, ama bu denli basit ve yalın bir gerçekliği açıklamak için onlarca kitapta bu sözün ne anlama geldiğini tefsir etmeye çalışmaktadır.

Saint-Simon’un üzerinde en çok kafa yorduğu konu ahlaktır. Aslında siyaset de ahlakın bir sonucudur.

Bu noktada E. Fromm, sanki gerçekliği biraz fazlaca zorluyor gibi bir izlenim bırakır. Freud’un ya da Marx’ın dine inanmayışlarının ona göre hiçbir önemi yoktur. Çünkü bu filozofların fikirlerinin asıl özü, insan sevgisi ve hayatı doğru anlayacak, gerçeği araştıracak ve sorumluluklarını yerine getirecek bir insan idealinin yaratılmasıysa, ona göre Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük de aynı ilkeleri savunduğu için söz konusu düşünürlerin fikirleriyle bu dinlerin inananları arasında ilkesel bir fark yoktur. Yani Marx ve Freud bu dinlerin inananlarıyla aynı ahlaki ilkeleri savunmakta ama bu ahlaki ilkelerle çeliştikleri takdirde bu dinlere de eleştirilerini yapmaktadırlar.[6]

Sanki sevgi ve doğru düşünmeye (ahlaki ilkelere) fazlaca önem atfetmeyi ve bütün felsefesini bu kavramlara bağlamayı daha önceki başka bir düşünürden devralıyor gibidir. Bu kişi, daha önce de üzerinde yazı yazdığım “ütopik” sosyalizmin kurucularından Saint-Simon’dan başkası değildir. Saint-Simon’un üzerinde en çok kafa yorduğu konu ahlaktır. Çünkü ona göre, “Ahlak, ikisi de mümkün olduğunca mutlu olsun diye bireyler ve toplum arasındaki ilişkileri yönetmesi gereken kurallar bilgisinden oluşur.” Aslında siyaset de ahlakın bir sonucudur. Bu konuda da şöyle söyler: Siyaset bu ilişkilerin biliminden ve onları organize edecek kadar önemli kurallardan başka bir şey değildir.”[7]

Saint-Simon, tıpkı bir fizikçi gibi toplumun da tabi olduğu birtakım kanunlar olduğunu düşünür. Ona göre bütün mesele bireysel çıkarların toplumun genel çıkarlarıyla uyumlu hale gelmesidir ama bu sorun da neredeyse kendiliğinden çözülür. Çünkü ortada insana çalışmayı emreden bir tür doğa kanunu vardır ve bu çalışma koşullarında bütün sorun, insanın egoizmine karşı savaşmak ya da engellemek değil, onun toplumun çıkarlarıyla uyum içinde işleyebileceği sosyal bir organizasyon bulmaktır.[8] Çünkü rahatlıkla öngörülebileceği gibi bireysel çıkarlar ve egoizm, toplumu bir arada tutmaktan ziyade onu böler, parçalar ve dağıtır.

Saint-Simon, yaşadığı çağın ahlak ilkelerinin yeni bir tarifini bulamadığı için Hıristiyanlığı söz ettiği yeni ahlakın bekçiliğine dikmeyi uygun görür.

Erich Fromm’un önerisi, her ne kadar farklı gerekçelerle temellendirilse de bir noktada tam da Saint-Simon’un fikir ve önerilerine benzer. Saint-Simon’un asıl sorunsalı, toplumu dağıtma eğilimindeki insan egoizminin, toplumun genel çıkarlarıyla uzlaşması ve uyumlanması gereğidir ve bunun için şöyle bir öneri atar:

“Egoizmi sınırlamak için karşısına çıkarılması gereken insan sevgisidir ve ahlakın kuralı Hıristiyan özlü sözü, ‘Birbirinizi sevin,’dir. (…) Hıristiyanlığın ilahi yazarınca belirlenen temel ilke, tüm insanlara mümkün olduğunca işbirliği yapmalarını emreder. Bu ilke tüm sosyal ilkelerin en genelidir.”[9]

Demek ki Saint-Simon, yaşadığı çağın (sanayi toplumunun başları) yeni sorunları için ahlak ilkelerinin yeni bir tarifini yapmak ister. Fakat bunu belki de bulamadığı için eski çözümü (Hıristiyanlığı) yeni çağın ihtiyaçlarına göre uyarlayıp, söz ettiği yeni ahlakın bekçiliğine dikmeyi uygun görür. Tabii bu noktada, tadil edilmiş de olsa Hıristiyanlığa hiç yer vermeden doğrudan ahlak anlayışında bir ıslaha gidilebilir miydi, diye sorulabilir. Bunun yanıtını da Durkheim’in yorumu verir: “Saint-Simon’a göre ahlak esasen dünyevi bir şeydir. Geçici çıkarların ötesinde hiçbir şeyi amaçlamaz. Sadece örgütlülüklerin yasasıdır.”[10] Bu muğlâk ilkeyi insanların anlayıp sevebileceği bir hale sokmak icap eder. İşte bu yüzden yeni ahlakı, dinden ayırmayı göze alamaz. Çünkü ona göre, “Eğer Tanrı gerçekliğin kendisiyse, eğer o her şeyse, hepimiz onun üzerinden iletişim kurarız ve kardeşlik ilkesi kendiliğinden kurulmuş olur.”[11] Aslında dinin ya da Tanrı kavramının bu şekilde yorumu Durkheim’ın dine yaklaşımının da temelidir. Durkheim da dini hemen hemen bu şekilde tarif eder.

Aslında Fromm’un Marksizm’i bir tür din olarak görmesi, Durkheim’ın, ideolojileri de belli bir tarihsel aşamada din olarak görmesiyle paraleldir

Tekrar Fromm’a gelecek olursak, onun da söyledikleri bundan başka bir şey değildir. İster “hümaniter” dediği dinler olsun ister Marksizm, bütün bunlar, içinde evrensel bir ahlakı barındıran ilkeler sistemidir. Fromm’un, Marksizm’i de bir tür din olarak gördüğünü söylemiştik. Fikirlerini şu sözlerle ifade eder: “Bence Marx’ın felsefesi, ruhsal varoluşçuluğun laik bir terminolojiyle anlatımıdır.”[12] Hatta bu fikirler, “insan bireyselliğinin tam anlamıyla gerçekleşmesini amaçlayan peygamberlik benzeri bir Mesihçiliktir.”[13]

Bu ilginç tanımlamalardan sonra Fromm daha da ileri giderek Marx’ın fikirlerinin taşıdığı, “bu ruhsal içerik ve boyutundan dolayı maddeci pratiğe ve çağımızın maddeci felsefelerine karşı bir konumda yer aldığını” söyler.[14] Tabii böyle bir yorum, şimdiye kadar yapılanların en aykırısı olmaya adaydır. Fakat Fromm, bununla da yetinmez ve şu eklemeyi yapar: “Bu açıdan Marx felsefesinin ne bir idealizm ne de bir maddecilik felsefesi olduğunu ileri sürmek mümkündür. Marx, kendi felsefi sistemini idealizmin ve maddeciliğin bir sentezi olarak görmekte ve bunu ‘hümanizm’ ve ‘doğacılık’ olarak tanımlamaktadır.”[15]

Fromm’a göre Marx, “dini diyemeyeceğimiz ama oldukça spiritüel olan bir düşünce geleneği içinde yetişmişti. Bu düşünce geleneğini Spinoza, Goethe ve Hegel’de olduğu kadar Mesihçi Hıristiyan öğretisinde hatta Saint-Simon ve Moses Hess gibi sosyalistlerde görmek de mümkündü.”[16]

Aslında Fromm’un Marksizm’i bir tür din olarak görmesi, Durkheim’ın, ideolojileri de belli bir tarihsel aşamada din olarak görmesiyle paraleldir ama Fromm, Durkheim’dan bahsetmez. Fakat bu isimlerin fikirlerindeki pek çok benzerlikten anlıyoruz ki, aslında Avrupa’da “ütopik” denilebilecek bir sosyalizmi yaratan çok güçlü bir damar vardır ve bu damar günümüze kadar etkisini sürdürmeye devam etmektedir.

Fromm’un ileri sürdüğü tezlerin bilinçsiz, üstünkörü veya önyargılı olduğunu söylemek mümkün müdür? İşte bu nokta ilginçtir, çünkü bütün iddialarını hiç de boş olmayan, ciddi bir inceleme üzerine bina ettiği açıktır. Gerçi en büyük eksikliği, bu tezlerin Marx’ın bütün fikirleri içerisinden sadece “yabancılaşma” kavramıyla ilintili olanlardan derlemesidir. Öte yandan yabancılaşma kavramı da Marx’ın felsefesinin en tepe noktasını oluşturur, komünizmin gerekçelerinin açıklanmasıyla ilintilidir. Anlaşılması en zor, uygulanma biçimi en muğlâk mesele tam da budur. Hatta şimdiye kadar sosyalist hareketlerin pratiklerinden anlaşıldığı kadarıyla Marx’ın fikirlerinin en az dikkate alınan kısmıdır. Epey uzun olacağı için bu meselenin Fromm tarafından tahlilini başka bir yazıya bırakmak gerekir.


KAYNAKÇA

[1]Erich Fromm, Marx’ın İnsan Anlayışı, Say Yayınları, s. 8

[2]A.g.y., s. 9

[3]A.g.y., s. 10

[4] A.g.y., s. 11

[5] Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Arıtan Yayınları, s. 22

[6] A.g.y., s. 33

[7] Durkheim, Sosyalizm Dersleri, Pinhan Yayınları, s. 208

[8] A.g.y., s. 209

[9] A.g.y., s. 210

[10] A.g.y., s. 238

[11] A.g.y., s. 239

[12] Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, Arıtan Yayınları, s. 19-20

[13] A.g.y., s. 18

[14] A.g.y., s. 20

[15] A.g.y., s. 29

[16] A.g.y., s. 112

PAYLAŞMAK İÇİN