Sosyoloji bilimi, sosyalizm ütopyasından mı doğdu? Bu sorunun yanıtını verebilmek için Emil Durkheim’in neye inandığını iyice anlamak icap eder. O, modern sosyolojinin kurucusu olmakla birlikte basmakalıp ansiklopedik bilgilerde bu şeref daima Auguste Comte’a atfedilir.
KAAN POLATLAR
Sosyoloji bilimi, sosyalizm ütopyasından mı doğdu? Bu sorunun yanıtını verebilmek için Emil Durkheim’in neye inandığını iyice anlamak icap eder. O, modern sosyolojinin kurucusu olmakla birlikte basmakalıp ansiklopedik bilgilerde bu şeref daima Auguste Comte’a atfedilir. Aslında bu da yanlış sayılmaz. Sonuçta Durkheim, Comte’un öğrencisidir. Ama Durkheim, bu genel inanışa ilginç bir itiraz geliştirir: Auguste Comte’un bu şerefi üstlenmek için fazlasıyla geri bir bakış açısının olduğuna inandığı için bu şerefi, Comte’un da hocası Saint-Simon’a vermeyi uygun görür.
SOSYALİZM: SOSYOLOJİNİN YÜZ KARASI KARDEŞİ
Durkheim, sosyolojinin “babası” olma şerefini Comte’a ait olmadığını kanıtlamak için elinden geleni yapmışsa da bu inanış bugüne kadar değişmeden süregelmiştir. Durkheim’ın iddiasının neden kabul görmediği ve “sosyolojinin babası” olma şerefinin ısrarla Auguste Comte’a mal edilmesinin sebebini, Alvin W. Gouldner şöyle açıklar: “Eğer sosyologlar Comte’dan değil de Saint-Simon’dan köken aldıklarını kabul etseler sadece bir babaları değil ama yüz karası bir kardeşleri de olacaktır ki, bu kardeş sosyalizmdir. Bu da sosyalizm ve sosyolojinin kelime olarak aynı kökten türedikleri için benzer olmaları gerektiği düşüncesini çıkaracaktır. Böyle bir hipotezin Saint-Simon’u, hakkı olan mirastan çıkarmak için dönen bir ‘komplo’ olduğuna temel bir dayanak oluşturmadığını söylemeye gerek yok!”[1]
SOSYOLOJİ COMTE’LA SINIRLI KALSAYDI…
Saint-Simon’un sosyalistliği yüzünden Auguste Comte’a sosyolojinin kuruculuğu şerefi zorunlu olarak verilmiş olmaktadır. Tabii sosyoloji Auguste Comte’un fikirleriyle sınırlı kalsaydı zaten bir bakıma ölü doğmuş olacaktı. Çünkü Auguste Comte’a göre modern toplumda artan işbölümü, toplumun uyumunu tehdit ediyordu. Yani toplum, artık o bildik ideallerin ve ahlaki inançların etrafında birleşemiyordu. Başka bir deyişle, bir kralın manevi, iktisadi ve dini önderliği altında, onun belirlediği her türlü hükme kayıtsız şartsız itaat eden durağan bir toplum yoktu ve iki sınıf iyice görünür hale gelmeye başlamıştı: burjuvazi ve proletarya. Dolayısıyla sosyoloji, bir bakıma bu toplumsal gerilimi anlamak ve mümkünse politik sarsıntıları yumuşak bir geçişle atlatmak için doğmuş olmaktaydı. Fakat burada bir kavrama dikkat çekelim: Marx’ta sınıf kavramına dönüşecek olan olgu, Comte’ta toplumsal işbölümü olarak geçmektedir. Durkheim, bu kavramı ustasından devralmakla beraber Comte’tan açıkça ayrılır. Durkheim, ustasının korkusu olan toplumsal düzensizliğin sebebinin işbölümü olmadığını, çünkü bu işbölümünün aynı zamanda o güne değin görülmemiş ölçüde sosyal dayanışmayı da yarattığını savunur.[2] Yani bir bakıma sorunun çözümü de toplum içinden çıkmıştır.
Durkheim, toplumsal değişimin farkındadır ama ustası kadar olaya kötümser bakmaz. Auguste Comte toplumun ortak harcının ahlaki inançlara dayandığını, bu “ortak bilinç”in yeni durumlar ve esasen toplumsal işbölümü nedeniyle aşındığını savunurken, Durkheim sosyal dayanışmanın, eski ahlaki inançların yerine geçtiğini öngörür. Dolayısıyla işbölümünün yeni ahlakın temeli olması gerektiği fikrini ortaya atar. Tabii ki bu kavramlar Marx’ta daha anlaşılır olacaktır. Çünkü Marx sınıf kavramına ulaşır ve bu kavramı, yeni ahlaki kuralları belirlemenin çok ötesinde, yeni siyasi yapıları da belirleyeceği noktasına kadar genişletir. Ama burada gözden kaçırılmaması gereken husus, Marx’ın bütün değişimi yapacak sınıf olan proletaryanın aslında burjuvaziden çok daha üstün bir ahlaka sahip olduğu önermesini dayanak yapmasıdır. Proletarya ancak ve ancak bu ahlaki meziyetlere sahip olduğu için düşmanını alt edecektir.
BİLİM Mİ, ACI VE ÖFKE ÇIĞLIĞI MI
Durkheim’ın Saint-Simon’u ön plana çıkarma çabası aynı zamanda Engels tarafından yapılan bir formülasyonu geçersiz kılmayı hedefler. Engels, “Bilimsel sosyalizm”den (Marksizm’den) önceki bütün sosyalist teorileri “ütopik” sayıp tarih müzesinin raflarına kaldırmıştı. Durkheim, ilk önce bu sava cephe aldı ve “Bilimsel bir sosyalizmin olamayacağı” tezini ileri sürdü. Şöyle diyordu Durkheim: “Sosyalizm bir bilim, minyatür sosyoloji değildir, bizim kolektif huzursuzluğumuzu en şiddetli hisseden insanların attıkları acı ve bazen öfke çığlığıdır.”[3]
Bu sözlerle sosyalizmi alelade bir siyasal hareket kertesine indirgese de sadece gündelik siyaset olarak bakanlar için bu yaklaşım tam anlamıyla yanlış sayılamaz. Durkheim, doğru sayılabilecek bir bilim tarifi yapar: “Sosyal bilimin ne olması gerektiğinin, süreçlerinin yavaşlığının, en küçük sorunları bile çözmek için gerektirdiği zahmetli araştırmaların farkında olanlar, bu aceleci çözümlere ve böylesine baştan savma çizilmiş büyük sistemlere meraklı olamaz.” Bu sözlerden gerçek bir bilimsel titizliğin gösterileceği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sosyalizm konusunu da bilimsel bir olgu olarak incelemeye değer bulduğunu ilk elden öğreniyoruz: Sosyalizm “bilimin eseri değilse de bilimin konusudur.”[4]
Tabii ki Sosyalizm Dersleri adındaki kitabının (ya da derslerinin) sonraki fasıllarına geçmeden önce bilimsel ihtiyat elbette heyecanı biraz öldürecektir ama bilimsel bir inceleme için bu zaten gereklidir. Sosyalizmin ve sosyolojinin aynı şey olamayacağına ilişkin görüşlerine katılmamak da mümkün değildir. Çünkü ona göre bilimin “tek görevi, olan ve olmuş olanları tanımlamak ve açıklamaktır. Son amacı onları mümkün kılmak olsa da gelecek hakkındaki spekülasyonlar onun işi değildir. Oysa sosyalizm, tam tersine, tamamen geleceğe yönelmiştir.”[5]
SOSYAL OLGULAR SÜREKLİLİK TAŞIR
Bu ifadelerden Marksizm’i gereğinden fazla sıradanlaştırdığına ya da en azından Durkheim’ın onu, diğerlerinden pek farklı görmemekte ısrar ettiğine ilişkin ipuçları yakalamaya başlıyoruz. Çünkü kendi sözleriyle her ne kadar bilim, geçmiş ve günümüzü incelese de, nihai amacı geleceğe ilişkindir. Çünkü insan geleceğe ilişkin bir vizyon yakalama ümidi olmadığı müddetçe niye sürekli sosyoloji, ekonomi, sanat ve bilim tarihi okuyup dursun ki? Geçmişe ait bir şeyler söylemek tarihçilerin, günümüze ilişkin sözler de siyasetçilerin işidir. Ama her iki kesimin de sözlerini değerli kılacak şey, gelecekle bir bağının olup olmamasıdır. Çünkü sosyal olgular süreklilik arz eder. Gelecekle bağı yakalayamayan her tür siyaset ya da bilim eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Bu bakımdan Durkheim’in Marksizm hakkındaki ilk tespitleri biraz fazla önyargılıymış gibi görünmektedir. Marksizm’i rehber aldığını iddia eden siyasetlerin başarı ya da başarısızlıkları onların kendi sorunlarıdır ama sosyalist fikirlerin, sosyoloji biliminin kuruluşunda önemli bir görev üstlendiği yadsınamaz bir gerçekliktir. Sosyolojinin, sosyal bir bilim olarak örneğin fen ve mühendislik bilimleri gibi herkesin tartışmasız kabul edebileceği ve matematiksel formüllerle kanıtlayabileceği kanunları yoktur. En kabul görenler bile ancak fikirlerini, bir ekolün sınırları içerisinde ve o ekolün ilkeleri çerçevesinde ifadede ederek, aslında sadece onu dinlemeye hazır olanları ikna edebilir. Nitekim Durkheim’in de eni-konu yapabileceği Pozitivizm öğretisi içinde fikirlerini ifade etmekten ibarettir. Bu durumda onun en bilimsel yargıları bile ancak Pozitivizm ile Marksizm arasındaki kıyaslamadan öteye gidemez. Yani sosyoloji biliminin kisvesi ardında kendi kişisel fikirlerini keyfi biçimde öne süremez. Başka bir deyişle, kendi fikirlerini serdettiği her durumda, eleştiri hakkını kullanan başka bir ideoloji tarafından sorgulanmaya başlar.
ÜLKEMİZDE KIYAMETLER KOPARACAK TARTIŞMA
Durkheim’in sosyalizm hakkındaki tarihçesi de bugün artık çok bilinen, neredeyse ezberlenmiş bir silsile izler. Bu konudaki ilk fikir Platon’a aittir. “Devlet” adlı kitabında özel mülkiyetin, devletin yönetici kastı için yasaklanması konusunda çarpıcı görüşleri vardır. Durkheim’e göre Platon’dan Thomas More’un Ütopya’sına (1518) kadar “neredeyse on yüzyıl geçmiştir (aslında bu süre Durkheim’in söylediğinin neredeyse iki katıdır) ve bazı kilise papazlarında görülen komünizm eğilimleri, devamlılığı sağlamak için yeterli değildir.” Üstelik Ütopya’dan sonra Campanella’nın Güneş Ülkesi (1623) arasında da yüzyıldan fazla bir boşluk vardır. Bu durumda Durkheim’ın yorumu şu şekildedir: “komünizm bahsi çok sık geçmez.”[6]
Gerçekten de bu kadar az ve seyrek bahsi geçen bir fikrin gerçekte Marx’a kadar genel bir ilgi ve heyecan yaratmaması gayet doğaldır ama bu durum bir nevi köksüzlük meselesini de beraberinde getirir. Bir de buna bir İslam toplumu olarak benzer eserleri Doğu külliyatında keşfedip ezberimize alamamayı eklersek bu köken meselesi bizim için daha da can sıkıcı bir hale gelir. Ama gerçek bence bunun tam tersidir. Bizim de içinde bulunduğumuz İslam toplumlarında o kadar bol malzeme vardır ki bunları tasnif etmeyi henüz başarabilmiş değiliz. Çünkü böyle bir tasnif, ülkemiz solunda kıyametler koparacak tartışmaların fitilini ateşler. Dolayısıyla şimdilik Durkheim ve Engels’in, sosyalizmin kökeni olarak gösterdiği Avrupalı bu birkaç düşünürün eserleriyle yetinelim.
DURKHEİM’İN YAVANLAŞTIĞI NOKTA
Tekrar sosyalizmin çıkış sebebine dönersek, Durkheim’ın bulduğu sonuçlar, bunu bir ahlak sorunu olmaktan başka türlü yorumlamaya elvermez. Durkheim’un bulgularına göre egoizmin bastırılması ve erdemin hâkim olması için özel mülkiyetin kaldırılması gerektiği yazılıp söylenmiştir. Egoizm de kişiyi toplumdan ayırarak anti-sosyal bir etki yarattığı için zararlıdır. Bu da toplumları tehlikeye açık bırakacaktır.[7] Durkheim’in fikirlerinin yavanlaşmaya başladığı nokta tam da budur. Bu yavanlık içerisinde tekrar Saint-Simon’a sarılır. Bu noktada bir açıklama yapmak yerinde olacaktır: Tıpkı Engels’in “ütopik” ve “bilimsel” olarak sosyalizm tarihini iki kısma ayırması gibi, Durkheim de komünizm ve sosyalizm fikirlerini birbirinden ayırır ve komünizmi hemen hemen Engels’in “ütopik sosyalizm”inin muadili olarak tanımlar. Ona göre komünist ütopyacılar, daha ziyade 18. yüzyıl öncesinin düşünürleridir. Oysa 18. yüzyılla ve onun en parlak temsilcisi olan Saint-Simon’la birlikte sosyalist hareket de başlamış olur. Dolayısıyla Saint-Simon’un şahsında hem sosyalizmin hem de sosyolojinin gerçek kurucusunu bulur.
Saint-Simon, sosyolojiyi çağının bilimsel gelişmelerinin bir sonucu olarak zorunlu görür ve bu konuda şunları söyler:
“Yapılmamış olan yapılmalıdır. Astronomi ve fizikokimyasal bilimlere ilham veren pozitif ruh, bu ikili amaçla ilgili öğrenme sistemini baştan ve yeni temeller üstüne kurmak üzere insanı ve toplumu kapsayacak şekilde genişletilmeli; inorganik olanlarla ilgili önceden bildiklerimizle uyumlulaştırılmalı ve dünya birliği mümkün kılınmalıdır. Bu nedenle, felsefenin peşinde olduğu amaca ulaşmak için var olan bilimlerle sistem kurmak yeterli değildir. Yeni bir bilim, insan ve toplum bilimi yaratarak onu tamamlamak gerekir.”
SAİNT-SİMON NE DEMEK İSTEMİŞTİ
Saint-Simon tasarladığı bu yeni bilime “sosyal fizyoloji” der, Öğrencisi Auguste Comte bu kavramı bugün de kullanılan sosyoloji olarak revize eder. [8]
Aslında demek istediği şudur: toplum da, fen bilimlerini yaratan ilkeler doğrultusunda yeniden ele alınıp incelenmelidir. Ortada, tıpkı fizik ve kimya bilimlerinde olduğu gibi toplum için de bir “ilerleme kanunu” vardır. Bu kanun topluma mutlak biçimde egemendir. İnsanların gösterebileceği tek irade onun tarafından körü körüne ittirilmektense, götürdüğü yolu açıklayarak bu kanuna itaat etmektir. [9] Ama Durkheim’a göre Saint-Simon, bu kanunun mahiyetine tam vakıf olamadan, “bilimsel sabra sahip olmaması yüzünden” bu bilimi zamanından önce kullanmak istemiştir. Durkheim durumu şöyle özetler:
“İlkelerini kesin bir şekilde belirlediği yöntemi sosyal ve genel evrimin kurallarını keşfetmek için değil, çok özel ve tamamen güncel çıkarlarla ilgili bir sorunu cevaplamak için kullanmıştır. Soru şu şekilde ifade edilebilir: Devrimin (Fransız Devrimi –y.n.) ardından Avrupa toplumlarının durumunun gerektirdiği sosyal sistem nedir? [10] Sorunun cevabı elbette sosyalizmdir. Böylece Durkheim’ın sosyalizmden ne anladığını da az çok tahmin ediyoruz: Uzun bir gözlem süreciyle edinilen bilgilerle azar azar dönüştürülebilecek toplumun ihtiyaçlarına kestirmeden cevap vermeye çalışmak… Durkheim buna karşıydı. Bu nedenle sosyalizm konusunda Marx yerine Saint-Simon’u temel aldı ve onun fikirlerini yeniden kamuoyunun ilgisine sunmayı tercih etti.
KAYNAKÇA
[1] Alvin W. Gouldner’ın önsözü, Emile Durkheim, Sosyalizm Dersleri, s. 12
[2] A.g.y., s. 13-14
[3] Emile Durkheim, Sosyalizm Dersleri, s. 40-41
[4] A.g.y., s. 42
[5] A.g.y., s. 39
[6] A.g.y., s. 67
[7] A.g.y., s. 89
[8] A.g.y., s. 138
[9] A.g.y., s. 142
[10] A.g.y., s. 150
PAYLAŞMAK İÇİN