Sahteliğin Filozofisi: Postmodernizm

Liberal aydınlar diye lanse edilenler, sivil toplum örgütleri, özgürlükçü sol gibi yapılanmalar, emperyalizmin bu maske ve araçları sistemin en sinsi ve sivri mızrakları/uzantılarıdır, sistemin ideolojik aygıtlarıdır

 

MAHMUT AYAZ

EPİGRAM
Marx’ın da pek sevdiği bir Latin sözünü anımsıyorum
Nihil humanum mihi alienum est
Bu sözün altına ben de imzamı basıyorum
İnsana ilişkin ne varsa kabulüm
Şu hümanistler hariç
Can YÜCEL

Emperyalizmin zamana, zemine, döneme göre değiştirerek kullandığı maskelerinden ve ideolojik araçlarından biri olan postmodernizme kısa bir değini.

Postmodernist kuramlar, hem kendi içlerindeki tutarsızlıkları ve bölük pörçüklüğü ve hem de birbirleriyle aralarındaki bazı farlılıklar nedeniyle açık ve net bir tanımlamaya uygun değildir. Ancak yine de postmodernizmin hakim tonunun ne olduğuna kısaca bir göz atalım. Felsefi kökeni 19. Yüzyıla kadar uzanan postmodernizm, varlığını 1970’li yıllarda hissettirmiştir. Aydınlanma ve modernizmin hayata geçirilemeyen vaadleri ve hayata geçirilen mevcudiyetinin bazı zaafları, modernizm karşıtı olarak postmodernizmi doğurmuştur. “Ansal olana, doğruluğun bireyle birlikte ele alınmasının gerekliliğine, estetiğe yaptığı vurgu ve tarih fikrine karşı duruşuyla Kierkegaard; aydınlanma ve aydınlanmanın öne çıkarttığı ‘akıl’a eleştirel yaklaşımıyla Nietzsche, postmodernizmin habercisi olarak düşünülebilir.(1)

Tarihi anlatılardan ve kurgulardan ibaret sayan postmodernist tarih felsefesi, tarihsel olay ve olguların gerçekliğini yazılı metinlere hapsetmiş, daha doğrusu tarihi inkar etmiş, tarihsel değişim-dönüşümlerin mekanizmalarının temeline bireyi ve grup kültürünü yerleştirmiştir.

Bu kurnazca manevra ile mevcut sistemin üretim ilişkilerinin, ideolojik-politik aygıtlarının ve kurumsallaşmış yapılarının üzerinde yükselen sömürü ve sınıfsal hakimiyetin üzeri örtülmüş, projektör, bireyler (ve gruplar) arasındaki güç ilişkilerine odaklandırılmıştır.

Bunun sonucu olarak da kimlik ve farklılıklar ön plana geçirilmekte ve kendi adlandırılmalarıyla Yeni Sosyal Hareketler (çevreciler, yeşilciler, lgbt… gibi yalnızca kendi kimliklerinin mücadelesini veren insanlardan oluşan hareketler) bir model olarak ortaya sürülmekte, tarihsel-toplumsal-sınıfsal ve ulusal mücadelenin varlığı ya da var olabileceği inkar edilmektedir.
Postmodernist düşünürlerin en popülerlerinden olan Baudrillard, 1950’li yıllarda toplumların yeni kapitalist bir aşama olan sibernetik aşamaya geçtiklerini, medyanın manipülasyonuyla da her şeyin sibernetizmin hakimiyetinde olduğunu ileri sürer. Toplumun kültür, sanat, gerçeklik gibi tüm unsurları çöker, suretlerin gerçekliğin yerine geçtiği, bir tür üst gerçeklik olan “hiper-gerçekliğin” geçerli olduğu bir durum ortaya çıkar.

Daha önceki teoriler bu durumu dikkate almadıklarından, hala insanları “özne” sayarak, bu öznelerin toplumsal-siyasal eylem potansiyelinin var olduğunu varsaydıklarından dolayı geçersizleşmişlerdir. Sonuç olarak, Baudrillard’a göre, artık “anlam” yoktur. Hal böyle olunca da, “artık yapılacak tek şey, parçalarla oynamaktır”.

Nihilizmin penceresinden bakıldığında, elbette, bu dönemin teorisini yapmak ya da döneme-sürece müdahale etmek boş bir çaba olarak görülecektir. Yapılacak hiçbir şey olmayınca, gerçekliğin parçalarıyla oynayarak, yanılsamayla da mutlu olunabilir!

Benzer şekilde, teknolojiyi ve bilgiyi toplumların temeline oturtan Lyotard da değişimin kavranamayacağını ve toplumsal yasalar oluşturulamayacağını ileri sürer. Bu anlamda da bütünsel (total) teoriler totalitarizme varacaktır. Ve reddedilir. Farklılıkları, bireyi, kimliğe dayalı grupları göz ardı ettiğinden, hatta baskı altına aldığından dolayı bütünsel (total) teoriler reddedilir.

Postmodernist düşünce, tarih felsefesi ve tarih yazımından (ki tarih anlatılardan ve kurgulardan ibarettir onlara göre), dilbilim ve edebiyat eleştirisi alanına kadar (Saussure, Foucault, Derrida vb.) uzanan geniş bir yelpazede kendini ifade olanağı bulmuştur. Çünkü zımnen de olsa egemen ideolojiyle örtüşmektedir.

Toplumsal kurtuluş kuramlarının sona erişini ilan edişi (bir zamanların o çok moda ‘elveda proletarya’, ‘ideolojilerin sonu’ gibi çığlıkları anımsayın), Aydınlanma’dan günümüze taşınan evrensellik mirasını da reddedişe ve gericileşen egemen ideolojiyle çakışmaya, hatta bu ideolojinin egemenliğinin kaçınılmazlığı ve meşruluğunun zımnen ve makyajlı savunusuna vardırmıştır postmodernizmi.

Tam da burada, postmodernizmin makyajının döküldüğü, maskesinin düştüğü bu aşamada, postmodernizmin fosmodernizmliği/fosluğu açığa çıkar. Total (bütünsel) söylemleri “büyük anlatılar” olarak niteleyip dışlayan postmodernizm, lokaliteye, yerelliğe, azınlıklara, unutulan kültürlere, kadınlara, eşcinsellere, fahişelere vb. gibi “öteki”lere dikkati çeker.

Öteki önermesi egemen sınıfın kolay kolay aklına gelmeyeceği bir kurnazlıktır ve bu “öteki” önermesi egemen sınıfın kısa vadeli ya da konjonktürel politik çıkarlarıyla çok çabuk örtüşmüştür. Kısacası, postmodernizm, yabancılaşmanın doruğu olan cilalı imaj devrinin makyajlı özgürlükçü, insan hakları’cı(!), demokrat bir “yabancılaşmanın” öğretisidir.*

Sahteliğin filozofisi
Egemen sınıfın felsefecileri, sosyologları, psikanalistleri, kısacası her türden ideologları, yabancılaşmanın sosyo-ekonomik temellerini, sınıflı toplumun antagonist çelişkilerinin ürünü olduğu gerçeğini gözden kaçırarak, gizleyerek ya da bu gerçeği reddederek, modern sanayi toplumlarının sınıflar üstü bir özelliği olduğunu ileri sürerler.

Üretim ilişkilerine dokunmayarak, sadece, üretimin düzenlenmesinin, üretim araçlarının sahipliğinin değil, yönetime ve kararlara katılmanın önemli olduğunu belirtirler. Bu yüzden de sosyoekonomik yapıyı değiştirecek olan toplumsal güçlere,/sınıflara kuramlarında yer vermezler. Ne denli sert olursa olsun, egemen sınıf, bu ideologların eleştiri ya da kuramlarının kendileri için tehlikeli olmadığını anlamış, yayılmasına izin vermiş ve hatta desteklemiştir.

“İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel emek ile maddi emek arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde de iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır. (…), öyle ki, bu sınıfın içerisinde bir bölümü bu sınıfın düşünürleri (sınıfın kendisi konusundaki, – onların başlıca geçim kaynağı olan- yanılsamaları yetkinleştiren onun aktif, doğurgan ideologları) olarak ortaya çıkarken, ötekilerin bu düşüncelere ve yanılsamalara karşı tutumları daha pasif ve daha kabullenicidir, çünkü, bunlar gerçeklikte bu sınıfın aktif ögeleridir ve kendileri konusunda düşünceler ve yanılsamalar kurabilecek daha az zamanları vardır. Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir de. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.” (2) 

Sonuç olarak, adına ne denilirse denilsin, mevcut sosyo-ekonomik sistemin eleştirisiyle ortaya çıkan kuramlar ve düşünceler, süreç içerisinde mevcut yapıyı mistikleştirip mitleştirerek ve bu yapının yeniden ve yeniden üretilmesine katkıda bulunarak, mevcut sistemin (bazen reformist ve hümanist makyajlı) en sinsi ve tahripkar ideolojisi olup çıktılar.

Egemen sınıfın marjinal de olsa keskin romantik isyancılara gereksinimi vardır. Bunlardan hiçbiri “… özel mülkiyet, çözümleme gereği yabancılaşmış emek, yani yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış emek, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kılınmış insan kavramından doğar.” (3) fikrinden hareketle yabancılaşmayı açıklamazlar, tersine, üstünü örter, yadsır, yok sayarlar.
Hegel’in diyalektiği tersine çevirip tepe üstü oturttuğu gibi, bunlar da yabancılaşmayı tersine çevirerek, yabancılaşmanın üzerinde yükseldiği sosyo-ekonomik yapıyı, mevcut sistemin üretim ilişkilerini gizlemeye çalışmaktadırlar.

Yeni Dünya Düzeni, Globalizm, Postmodernizm, Demokrasi, İnsan Hakları, Özgürlük vb. argümanlar emperyalizmin dönem dönem değiştirerek kullandığı ve hep “ötekilere” dayadığı maskeler ve araçlardır. Liberal aydınlar diye lanse edilenler (ki aydın’lıkları kendilerinden menkuldür), sivil toplum örgütleri, özgürlükçü sol gibi yapılanmalar, emperyalizmin bu maske ve araçları sistemin en sinsi ve sivri mızrakları/uzantılarıdır, sistemin ideolojik aygıtlarıdır. Jargonları ne olursa olsun asla soldan, emekten, halktan yana sayılmamalıdırlar ve taktıkları süslü püslü maskeler yırtılıp atılmalıdır.
Cepheler, tutulan saflar apaçıktır ve karşı cepheye karşı yalpalamayan, kararlı ve birleşik bir cephe açılmalı, saflar sıklaştırılmalı, mücadele her alanda keskinleştirilmelidir.

1 – (Oğuz Meriç. Postmodernizm. Sol, 2 Şubat 2000, Sayı: 122, Sayfa: 52)
2 – Marks – Engels. Alman İdeolojisi (Feuerbach). Felsefe İncelemeleri’nin içerisinde, s. 109. Çev: Sevim Belli, Ekim 1979, Sol Yayınları
3 – Karl Marks. 1844 Elyazmaları, Sol Yay. Temmuz 1976, s. 165. Çev: Kenan Somer

* Okuma önerisi: Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı yay. Ayrıca, Althusser’in en azından İdeoloji ve Devletin  İdeolojik Aygıtları, Lenin ve Felsefe, John Lewis’e Cevap adlı yapıtlarını meraklılarına öneririm. Daha da derinleşmek isteyenler Gramsci ve Poulantzas’ı da inceleyebilir.

(Not: Bu yazı, Kora Yayın’dan yayımlanan Chat Geyikleri/Kafesteki Şempanzeler adlı çalışmamın önsözünün güncellenmesini içermektedir.)

PAYLAŞMANIZ İÇİN