Safsata nasıl gerçek oldu?

Her biri birbirinden güzel ve de masum türkülerimizi, onları yaratanları, derleyip repertuvarımıza kazandıranları böyle aslı astarı olmayan safsatalara kurban etmek, teorilerimizin doğruluğunu kanıtlamanın aracı yapmak etik bir tutum değil. Kafamızdan geçenleri, kurgularımızı, teorilerimizi gerçeğin yerine koymanın vicdani bir sorumluluğu da olmalı.

mecitunal@gmail.com

Sanal dünyanın gerçek dünya içinde yaygın, kaçınılmaz, engellenemez bir yer edinmesiyle birlikte tevatürün de sık sık, gerçeğin yerini aldığı olay, olgu ve durumlarla karşılaşıyoruz.

Özellikle de facebook, twitter, whatsapp gibi sosyal medya ortamlarında…

Toplumca tanınmış birkaç kişinin; gazeteci, akademisyen, yazar vb., elinin şöyle bir değmesiyle de “mutasyon”a uğrayarak “komplo teorisi” niteliği kazanıyor böyle şeyler.

Bundan sonrası virüsleşme, bulaşarak hızla ve sonsuzca çoğalma aşamasıdır. Bir süre sonra da büsbütün kontrol edilemez ve ortadan kaldırılamaz olacaktır.

Bu da, bir amaca matuf ideolojik-siyasi yönlendirmenin sonucu değilse, ki böylesi tevatür de saymakla bitmez, cehaletin kitleselleş(tiril)mesiyle karşı karşıyayız demektir.

Ne var ki bu cehalet, şu hep bildiğimiz, yerli yersiz “eğitim şart” sözüyle dikkat çektiğimiz ümmi cehaleti değil…

Yahya Kemal’in veciz sözünün günümüzde çok daha yürürlükte olduğu okumuş cehaleti.

Ne diyordu üstad:

“Cehalet mükteseptir, tahsille olur”!

Okumuşun cehaletini ortadan kaldırmak kansere çare bulmaktan zor!

MİNİK, “AKADEMİK” BİR DOKUNUŞ

Sözü, neredeyse on yılı aşkın bir süredir sanal dünyada, sosyal medyada dolaşan, rast geldikçe doğrusunu anlatmaya çalıştığım bir tevatüre getireceğim.

Tevatür de değil aslında bu…

Gıda ve sağlıklı beslenme denince adları hemen akla gelen iki profesörün repertuvarında minik, “akademik” bir dokunuşla “gerçeklik” kazanan bir iddia!

Su katılmamış bir safsata da diyebiliriz…

Safsataya, atmasyona gerçekten fazla inanan, az okumuş-çok okumuş-hiç okumamış, sanal dünyayı/sosyal medyayı olağanüstü bir yoğunlukla zevk ve şevkle kullanan sıradan halk değil salt…

Nice aydın, gazeteci, yazar, şair var ki, ulusalcı olmanın gereği ve göstergesi haline getirdikleri bu türlü binbir çeşit safsatayı, aslı astarını aramadan sonsuzca yaygınlaştırıyorlar.

Safsatayı en son VP yöneticisi ve gazeteci Serhan Bolluk, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” sözlerine arka çıkmaya çalışırken tekrarladı. Oradan da sözü Batı Klasikleri’nin çevrilmesine ve dolayısı ile de Tercüme Bürosu’na getirerek Kalın’ın “bizim hikayemiz”inin ne olduğu açıklanmamış ama aşikar olan yazımına katkıda bulundu.

Şimdi bu çevrenin tüm çabası, daha dün, evvelsi gün “Amerika’nın Kalın Sesi” dedikleri (daha ve daha gerilere gidersek neler ve neler demedikleri) Kalın’lar cenahından yapılan her türlü söz ve girişimi onaylamak, altını doldurmak ve “işte buradan” kamuya “açıklamak”tır. Bugün bütün o söylediklerini geri almış bulundukları için yazısında değinmeden geçemediği Namık Kemal’in, 1850’lerdeki “Tercüme Kalemi Hulefası”ndan olduğunu, bundan yüzyıl sonra1940’larda kurulan Tercüme Bürosu’nun aynı zamanda Doğu Klasikleri’ni de çevirdiğini bilmiyor olması son derece mümkün tabii!

SAFSATANIN BAŞLADIĞI YER

Uzatmayayım…

Efendim, sayısız internet sitesinin, tüzel veya kişisel facebook, twitter vb. sayfasının Prof. Dr. Kenan Demirkol’dan aynen veya özetle aktardığına göre, 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki Marshall yardımlarına muhtaç olduğumuz Soğuk Savaş yıllarında, bize, stok fazlası mısırözü yağı ve margarini satmak isteyen ABD, halkımızı zeytinyağından soğutmak için zeytinyağının kanser yaptığı yalanını yaymış/yaydırtmış…

Buraya kadarı doğru, ancak bundan sonrası safsata!

Çünkü ABD bununla da yetinmeyip güya “zeytinyağlı yiyemem/basma da fistan giyemem” sözleriyle başlayan bir de türkü sipariş etmiş! Öyle ki, bu türküyle hem zeytinyağını hem de Sümerbank basmasını kötülemeyi başarmış!

Atmasyon olduğu apaçık bu iddiaya kaynak olarak, Osman Nuri Koçtürk’ün “Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi” adlı çalışması gösteriliyor.

Ama ne var ki, CIA tarafından “Türkiye’de Nötralize Listesi”ne alınıp “istenmeyen adam” ilan edilen gıda ve beslenme alanındaki emperyalizm karşıtı çalışmalarıyla bilinen Osman Nuri Koçtürk’ün “Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi”nde böyle bir ifade bulunmuyor!

Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Ziraat Mühendisleri Odası, 2009, sf. 95

İlk baskısı 1966’da ikinci baskısı ise 2009’da Ziraat Mühendisleri Odası’nca yapılan kitapta “zeytinyağlı yiyemem” türküsüyle ilgili hiçbir şey yok. (Kitap daha sonra 2019’da Soner Yalçın’ın önsözüyle Alaca Yayınları’nca basılmış).

Demirkol’un ve kitabı referans gösterenlerin aksine, mısırözü yağından değil, soya yağından söz eden “Gıda Emperyalizmi”nin konuyla ilgili sayfasının fotoğrafından da görüleceği gibi, “Radyolarda şarkılı türkülü reklamlarla empoze edilen…” ifadesinden “zeytinyağlı yiyemem” türküsünün ABD’nin sipariş ettiği bir türkü olduğunu çıkarmak için gerçekten de çok uğraşmış olmak gerek.

Osman Nuri Koçtürk

GERÇEĞE TAKLA ATTIRMAK

Ama öyle görünüyor…

Yani Marshall yardımlarının (1947-51) başlamasından 7, bitmesinden üç yıl sonra 1954’te Muzaffer Sarısözen’in kulağına gidip bu türküyü “derlemesi” gerektiği fısıldanıyor.

Ama zaten İhsan Kaplayan’ın da kulağına zeytinyağını kötüleyen bir türkü bestelemesi fısıldanmamış mıydı?

E, Muzaffer Sarısözen’e de yemeyip içmeyip gidip bu türküyü derleyivermek kalıyor…

Öncelikle, böyle bir iddiada bulunabilmek için genel olarak derlemecilik ve özel olarak da Anadolu’yu bir uçtan bir uca katır sırtında karış karış dolaşıp binlerce türkü derleyen Muzaffer Sarısözen’in derlemeciliği hakkında hiçbir şey bilmemek gerek.

Demirkol’un bilmediği anlaşılıyor.

Demirkol’un bilmediği şuradan da belli ki, sözleri üzerinde birazcık durup düşünse, türkünün, memleketi dışına verilen bir kızın gelin gittiği yerin yaşam şartlarına alışamamasını anlattığını anlardı. “Zeytinyağlı” yiyememesinin nedeni kendi yöresinin yağına alışkın olması. Şehirden köye gelin giden kızların basma fistan giymek istememesinden daha doğal ne olabilir? Şehirde kadifeler, ipekliler, divitinler var. Şu Kastamonu türküsünde olduğu gibi “Gelin ayağın kara/kaynatanda çok para/Olmuş ne faydası var/Alıvermez kundura” diyen sözlerinden zamanın parasıyla 500 lira başlıkla alınan gelinin derdi ne sizce?

Okumuş kız; “senin gibi cahile” diyor, “ben efendim diyemem”! “Kaldım dumaniçi dağlarda/Sevgili yârim nerelerde”…[1]

Bu sözlerden Amerikan siparişi türkü çıkarmak ancak, gerçeğe takla attırmakla mümkün!

VİCDANİ SORUMLULUK

Kaldı ki, Osman Nuri Koçtürk’ün “Gıda Emperyalizmi”nde veya başka bir yerde böyle bir iddiada bulunmuş olması durumunda dahi, bu, iddianın doğru olduğu anlamına gelmez. Türkü derlemeciliğinin de kendine özgü kural ve yöntemleri vardır.

Muzaffer Sarısözen. Anadoluyu karış karış dolaştı ve 5 bine yakın türkü derledi.

Bu uydurma bilgiyi Demirkol’dan alıp yayan ve ekleme yapanların da derlemecilik ve Sarısözen hakkında bildikleri bir şey yok.

Bunlardan biri her konuda fikri olanlardan, üstelik kendi uzmanlık alanında da bir dediği bir dediğini tutmayan Prof. Dr. Canan Karatay ise diğeri de gazeteci-yazar Soner Yalçın.

Karatay hızını alamamış olacak ki, Amerikan siparişi olduğuna inandığı türkünün sözlerini oturup yeniden yazmış! Ne ölçüye ne ulağa gelir bir yanı bulunmayan bu “yeni” sözlerle ancak komik olunabilir!

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” kitabında balıklama daldığı bu safsataya yaptığı ek ise, ayrıca ele alınmasını gerektiren hayrete şayan bir katkı!

Her biri birbirinden güzel ve de masum türkülerimizi, onları yaratanları, derleyip repertuvarımıza kazandıranları böyle aslı astarı olmayan safsatalara kurban etmek, teorilerimizin doğruluğunu kanıtlamanın aracı yapmak etik bir tutum değil.

Kafamızdan geçenleri, kurgularımızı, teorilerimizi gerçeğin yerine koymanın vicdani bir sorumluluğu da olmalı.

(Haftaya: Doğu’dan 600 yıldır cehaletten başka ne geldi!)


[1] Türkünün Bursa değil Kütahya Domaniç yöresinden olması çok mümkün. Çünkü İhsan Kaplayan’dan derlenmiş “Domaniç dağında yıldız ışılar” diye bir ayrıca Domaniç türküsü var repertuvarda. İkincisi de, “Zeytinyağlı yiyemem” türküsünde geçen “kaldım dumaniçi dağlarda” sözünde geçen “dumaniçi”nin Domaniç olması da büyük bir olasılık. Halk türkülerimizde ölçüye, söyleyişe uysun diye zamanla kendiliğinden değişiklikler gerçekleşmekte, örneğin renk sözcüğü “irengi”, rüzgâr sözcüğü “ürüzgâr”, var sözcüğü “vayır” olabilmektedir. Bu saçmasapan iddiaya ciddiyetle inanıp musikidergisi.com’da uzun bir yazı yazan Halil Atılgan, türkünün Yunanca sözlü bir türevine ulaştığını belirtiyor. Yunanca sözlerinin, zeytinyağından hiç söz etmemesini iddiayı doğrulayan bir kanıt olarak kabul ediyor. Repertuvarımızda çok sayıda derlemesi bulunan folklor araştırmacısı ve halk müziği sanatçısı Atılgan’ın, Ege’nin öte yakasına geçen benzer Yunanca sözlü ezgiler olduğu gibi, farklı sözlere sahip ortak ezgiler bulunduğunu da bilmesi gerekir. Bu da salt Yunan komşularımızla sınırlı bir kültürel ortaklık değil. Örneklerine Kürtçe, Arapça, Ermenice ve Azericede de rastladığımız çok dilli türküler, bütün bu coğrafyanın ortak kültürel ögelere sahip olduğunun göstergesidir. Türküler, Anadolu’da da doğudan batıya, kuzeyden güneye insanlarla birlikte göç etmiş, götürüldükleri yörelerin özelliklerini de bünyelerine katarak çeşitlemeler oluşturmuşlardır. On kadar çeşitlemesi bulunan Kervankıran türküleri bu durumun en bariz örneğidir.