Sadece toplumsal barışın değil özgürlük, adalet, ahlak, refah ve ilerlemenin de güvencesi

Atatürk’ün İslam dininin kurucusuna bakışı, inanca bireysel tercih penceresinden bakan ve onun peygamberliğiyle değil de Arap kabilelerini birleştirmesi alanındaki siyasi liderliğini önceleyen bir bakıştır. Bu bakış, Türkiye’de silueti ilk kez Cumhuriyet’le birlikte belirmeye başlayan laikliğin bir yansıması, laik düşünce tarzının seçkin bir görüntüsüdür.

cfryildirim@hotmail.com

Bütün dinler ortaya çıktıklarında öteki âleme ilişkin vaazları yanında bu dünyaya ilişkin devrimci bir programı da içerir.

Her dinin yerleşip kökleşmesi aynı zamanda bir devrimdir.

Dinler; tanrıların vahyi olan değişmez kurallar üzerine kuruldukları için hayat karşısında zaman içinde devrimci niteliğini yitirir, toplum için bir ayak bağına dönüşür.

Bu durum bütün dinler için geçerlidir.

GERÇEK ANLAMDA LAİKLİK…

Dinlerin kuruldukları dönemlerindeki safiyetlerini koruyabilmeleri ancak zaman kadranında kendilerini yeniden üretebilmeleri, kendilerini hayatın sıcak gerçekliği ve akışkan paralelinde güncelleyebilmeleriyle mümkün olabilir.

Ne var ki bir dinin inandırıcılığını koruyabilmesi, din olarak varlığını sürdürebilmesi için tanrının kelamına bağlı kalması, bu bağlılık üzerinden hayatı denetim altında tutması gerekir ki, bu husus onun özüdür.

Tanrının kelamına bağlılığını sürdüren, denetim gücünü elinde tutan din ise kuşkusuz akan, değişen ve dönüşen hayatla çatışma halinde olmak durumundadır. Bütün dinler için şu ya da bu ölçüde geçerli olan bu durum İslam’ın tam teşekküllü halidir.

Dinler denetim güçlerini belli oranlarda yitirdiklerinde ya da onların bu gücü belli düzeylerde aşındığında ve toplumsal hayatın denetimi başka bir güç tarafından yapılır hale geldiğinde, orada laiklik ortaya çıkma olanağına kavuşur ve dinin denetim gücünün aşındığı oranda hayat bulur.

Gerçek anlamda laiklik, bir dinin ancak özgür bireyler tarafından tercih edilen bir inanç haline geldiğinde mümkün olabilir.

LAİK DÜŞÜNCE TARZININ SEÇKİN GÖRÜNTÜSÜ

Ülkemizde laikliğin doğuş tarihi Cumhuriyet’in kuruluş tarihiyle örtüşür. Daha özel bir söyleyişle Cumhuriyet, İslamiyet’i denetleme gücüne kavuştuğunda Türkiye toplumu da laikliğin siluetiyle karşılaştı ilk kez.

Atatürk, İslam peygamberinden Muhammet diye söz eder.

“… Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu.”

“Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular.” (https://tr.wikiquote.org)[1]

Bu anışa özel bir anlam yüklemeli miyiz?

İslam peygamberinin adının geçtiği anda her işitenin salavat (S.A.V.) getirdiği, onun adını “hazret” sıfatıyla birlikte anmayanlara kuşkuyla bakılan bir toplumda Atatürk’ün ifade biçimine hem de çokça bir anlam yüklemeliyiz.

Atatürk, İslam peygamberine kendi zaviyesinden bakar ve onu Arap milletinin bir önderi olarak görür. Peygamberin şahsıyla ve kurduğu dinle inanç üzerinden ilgilenmez. Atatürk’ün İslam dininin kurucusuna bakışı, inanca bireysel tercih penceresinden bakan ve onun peygamberliğiyle değil de Arap kabilelerini birleştirmesi alanındaki siyasi liderliğini önceleyen bir bakıştır.

Bu bakış, Türkiye’de silueti ilk kez Cumhuriyet’le birlikte belirmeye başlayan laikliğin bir yansıması, laik düşünce tarzının seçkin bir görüntüsüdür.

YEGÂNE GÜVENCE LAİKLİK

Sonrasını biliyoruz. 1950-60 arasında Türkiye’de din toplum düzenini denetleme gücünü yeniden edindi. Üstelik siyaseti de dinsel bir retorikle yönlendirme çabası içine girdi.

Peki nasıl oldu bu?

Dinsel tabuların tutsağı olmuş birtakım kanaat önderleri, halkta da var olan kendilerininkilere benzeyen dinsel duyguları kışkırtarak siyasal erki ele geçirip din vasıtasıyla toplumsal hayatı denetleme konumuna mı geldiler?

Bu da oldu.

Fakat sürecin temel işleyişinin bu biçimde ilerlediğinden kuşkuluyum.

Şöyle bir oluşum süreci bana daha rasyonel geliyor: Hayatın kendini yenileyen ve yeni olan halleri karşısında değişim zorluğu çeken şahsiyetler, kendilerine dayanak olarak yanı başlarında dini buldular.

Bulmalarına da gerek yoktu aslında, din zaten oradaydı. Dinin değişime karşı duran öz dili, tanrı kelamının sabitliğine olan inanç hayatın akışına uyum sağlayamayan bu şahsiyetlerin ruh dünyalarına olduğu kadar kişisel “muhasebe” alanlarına da cephane sağlayan verimli bir kaynak oldu.

1950-60 arası döneme böyle de bakılabileceğini düşünüyorum. Hayatın yenilenmesini ve yenileşmesini sindiremeyenler, yeniliğe yenilenler dinden güç devşirerek kendi alanlarının hükümranlığını sürdürme çabası içine girdiler.

1960 yılında onların çabalarına ciddi bir darbe vurulmakla birlikte dinden güç devşiren ve bu gücü ekonomiden politikaya, sosyal hayattan eğitime dek her alanda kullanan bu kesim Türkiye’de laikliğin önünde bir engel olmayı başardı.

Bu nedenle, laikliğin olmadığı hiçbir ülkede gerçek anlamda bir özgürlüğün, adalet, ahlak ve kalkınmanın olmayacağı gerçeğini Türk halkı 18 yıl boyunca edindiği tecrübelerle bir kez daha öğrenmiş oldu. Tekrarda bir sakınca görmüyorum: Özgürlük, adalet, ahlak, toplumsal barış ve refahın yegâne güvencesi laikliktir.


[1] Şüpheci Melek (1931). “Atatürk’ün dini görüşleri”. 9 Mart 2009 tarihinde kaynağından (html) arşivlendi. Erişim tarihi: 3 Aralık 2011. Atatürk’ün Âfet İnan’a dikte ettirdiği “Yurttaş İçin Medeni Bilgiler” ders kitabında dinin rolü üzerine söylediği. Bu ifadeler, 1930’larda basılan kitabının 364-370, 402-3. sayfalarında bulunurken sonraki senelerde yapılan baskılarda bu ifadeler çıkarılmış yani sansürlenmiş.

 Can Dündar (2006). “Atatürk’ün sansürlenen görüşleri”. 30 Ekim 2006 tarihinde kaynağından (html) arşivlendi. Erişim tarihi: 3 Aralık 2011.

 Prof. Dr. A. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, sadeleştirenler Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. Azmi Süslü, Doç. Dr. M. Akif Tural, s. 438 vd., Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi, ISBN 975-16-1276-4