Sabahattin Ali neden katledildi?

‘Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Birgün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir’

 

 AV. CEM BAYINDIR

Şükrü Saraçoğlu’nun başbakan, Hasan Âli Yücel’in de Milli Eğitim Bakanı olduğu 1944 yılında Hüseyin Nihal Atsız, Orhun dergisinde başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yayımlamış bu mektuplardan ikincisinde, Sabahattin Âli’yi “vatan haini” olarak yaftalayıp açıkça hedef göstermiş, bunun üzerine Sabahattin Âli de Nihal Atsız’a hakaret ve tazminat davası açmıştı. 

Başbakanın kendisi gibi “Türkçü” olduğunu ve Türkçülüğün “kan meselesi” olduğunu söylediğini hatırlatan açık mektupların ilkinde; başta Hasan Âli Yücel olmak üzere, yazarlar, bazı öğretmenler, öğrenciler vs. hedef gösterilmiştir. Saraçoğlu’nun geçmişte mecliste bu yöndeki konuşması bu çevrede sevinçle karşılansa da bunun sözde kalıp eyleme geçmemesinden yakınan ikinci mektupta da ise hedef daha somut biçimde açık açık yazılmıştır:

Aliye, Filiz, Sabahattin Ali


‘İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN’IN İHBAR MEKTUPLARI

“Bunlar vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Milli Eğitim Bakanlığı’nın gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır.”
“(…) Sabahattin Âli, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”
Mevcut kanunlar kâfi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız”
“Tövbekâr olmuş bir fahişe, artık namuslu sayıldığı halde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekir.”[1]

Tüm dünyayı ve ülkemizi etkisi altına alan II. Dünya Savaşı’nın son dönemine denk gelen gergin ortamda Avrupa Doğu ve Batı olmak üzere iki bloka ayrılıyordu. Ülkemiz savaşa katılmasa da bu siyasal akımlardan etkilendi. İşte bu gergin ortamda Sabahattin Âli’nin bu mektuptan dolayı dava açması ile ortalık iyice alevlenmiş ve Sabahattin Âli için koşullar gittikçe güçleşmişti.[2]

“…Bugün Maarif Vekâleti’ne bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara’daki Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Âli vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Âli 1931 yılında Konya’da 14 ay hapse mahkûm edilmiştir. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu halde bütün devlet erkânını ve rejimi tehzil eden manzum bir hezeyan name yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu hezeyan namenin tamamını Konya’daki adliye arşivinde bulup çıkarmak kabildir.
Sayın Başvekil! Buraya bil mecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu: ‘İsmet girmedi mi hala hapse Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?’ Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zamanki başvekil, şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Âli de Ayvalık’ta Yunan’a ilk kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya’dır.
Bu hezeyanları yazan Sabahattin Âli, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”

Nihal Atsız yukarıdaki sözlerinin yasalara uygun ve haklı olduğuna inanıyordu. Çünkü ona göre, vatan meselesinde hem başbakan Şükrü Saraçoğlu kendisi gibi düşünüyordu hem de ülkemizde komünizm yasaktı ve ağır cezası vardı ve komünizmi ülkeye sokmak bu kişiler soysuz ve namert oldukları gibi yasalara göre de hainlerdir de. Yine, Atsız, dünyanın hiçbir yerinde vatan düşmanlarına Türkiye’deki gibi müsamaha gösterilmediğini söylüyor, bunun nedenini de vatan hainlerinin Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okundan biri olan “halkçılık” ilkesine sığınmalarına bağlıyordu.[3]

Gerçekte, Nihal Atsız’ın mektuplarının baş hedefi Hasan Âli Yücel’di ve Atsız’ı bu mektupları yazma konusunda kışkırtanın da Hasan Âli Yücel’in rakibi “Şemsettin Sirer” [4] olduğu söylenir.[5]

26 Nisan 1944’te Ankara’da görülen davada, özetle, Nihal Atsız’ın Sabahattin Âli’ye “vatan haini” dediği için cezalandırılması ve tazminat ödemesi isteniyordu. Sabahattin Âli dilekçesinde ve mahkemede, Hüseyin Nihal Atsız’ın neşir vasıtasıyla hakaret ve sövme suçunu işlediğini ve kendisine “vatan haini” diyerek bir insana yapılabilecek en ağır hakareti yaptığını, bu hakaret yüzünden halkın ona düşman edildiğini ve hedef gösterildiğini, öğrencileri karşısında onurunun kırıldığını, Nihal Atsız’ın daha önce de 1940 senesinde kitap olarak basılan “İçimizdeki Şeytan” adlı romanından dolayı “Türk düşmanı, Rum dönmesi” gibi hakaretlerde bulunduğunu söylemiştir.

BABAM ASKER, BABAMIN BABASI ASKER, ANAMIN BABASI YİNE ASKER

“Benim babam asker, babamın babası asker, anamın babası yine askerdi. Bu adamların hepsi bu memleket için kanlarını dökmüşlerdir ve benim şimdi damarlarımda dolaşan kan, bu adamların kanıdır. Benim bu memlekete, bu memleketi kurtaranlara ihanet etmeme imkân yoktur. Ben bu memleketin hakiki evladıyım; memleket, hükümet ve reisicumhur (Atatürk) benimdir. Ben onları gözüm gibi muhafaza ederim.”[6]

Nihal Atsız ise, Sabahattin Âli’nin “İçimizdeki Şeytan” adlı romanındaki “Nihad” kişiliğinin kendisi olduğunu, kendisine hakaret edildiğini ve romanı mahkeme heyetine okumak istediğini söylemişse de bunlar dikkate alınmamış, 3 Mayıs 1944 günü görülen dava sonunda 4 ay hapis cezası ve 66,60 lira para cezasına çarptırılmış, 100 lira da manevi tazminat ödemesine karar verilmiş ve en sonunda da mahkemece cezası ertelenmiştir.[7] Ancak Atsız, kısa bir süre sonra bir başka suçlamadan, “Irkçılık-Turancılık” davasından ceza alıp cezaevine girecektir.

 O gün, aslında davayı kazanmış olsa da Sabahattin Âli’nin yok edilmesinin ilk adımıdır. Halkın gözünde vatan haini gibi gösterilen, hedefe konulan Âli’nin ölümüne değin sürecek süreç o an başlamıştır.

“Benim hüviyetim: 1932’deki hadise, o şiirin kail olunduğunu asla kabul etmedim –af kanunu tarih ve numerosu…

Kitaplarımın 60 bine varan baskısı. Eserlerimde memleket ve millet endişesinden başka bir satır bulunmadığı. Nihal’le tanışma. Onun mahiyeti. Kolordudaki isticvap. Aleyhimde bulunduğu halde ben onun lehinde bulundum.

Birdenbire aleyhime broşürü çıktı. –Orada neden bana hücum ettiğine dair yazılar-

Hür Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının namus ve haysiyeti bu kabil maceraperest olanların oyuncağı değildir. Bu yüzden onunla münakaşa etmek yerine adaletin pençesine teslim etmeyi daha uygun buldum. Benim bir zamanlar mahkûm olduğum suçun vatan haini addedilmeme sebep olacağı iddiasına karşı ancak şunu söyleyebilirim:

Bu hadise gizli kapaklı bir şey olmadığı, cürmüm, cürmümün mahiyeti, mahkûmiyetim resmi makamlarca da malum olduğu halde, 12 seneden beridir devlet memuruyum. 7 senedir yüksekokulda öğretmenim, orduda askerliğimi yaptım, subay oldum. Aldığım iyi sicille iki defa terfi ettim. Bugün Türk ordusunun bir yedek üstteğmeniyim. Bu şerefli subay elbisesini giymek hakkından ilelebet mahrum edilmiş olan kişinin bana ‘vatan haini’ derken unutmuş olduğu noktaları olduğu görülüyor”[8]

Öldürüldüğünde… Yanındaki eşyalar

SABAHATTİN ALİ GERÇEĞİ

Nâzım Hikmet’in “Türk Edebiyatında hikâyeci olarak yalnız sen varsın” diye övdüğü Sabahattin Âli toplumsal gerçekçi öyküler, bu türde şiirler yanında aşk ve sevgi şiirleri yazan, dilini, yazını, yazın tarihini, yazın bilimini çok çok iyi bilen sanatsal yönüyle, siyasal düşüncelerinden çok daha baskın çok yönlü bir sanatçıdır.[9] Örneğin Hasan İzzettin Dinamo, “Konya’daki şiir ihbarı olmasa onun solculuğu bir tatlı gevezelik olarak anılıp gidecekti”, der.

Siyasal anlamda da sol düşünce içerisindedir, derin bilgiye sahiptir yazdıkları da bunu kanıtlar ancak asla kavgacı-polemikçi olmayıp onun üstün ustalık kokan yapıtlarından çok, bu yönüyle övülmesini de yerilmesini de haksız gördüğümüzü söylemeliyiz. Çünkü Türk dilini, öz Türkçeyi bu denli iyi kullanan, çağdaş Türk şiirine, öyküye ve romanına büyük katkı sağlayan ve çağdaş öykücülüğün ve çağdaş Türk halk edebiyatının kurucusu sayılan sanatçının asıl övülmesi gereken yönü kısacık yaşamında edebiyatımıza verdiği dev katkıdır.

Almanya’da bulunduğu yıllarda Türkleri aşağılayan bir Alman’la kavga ettiği için sınır dışı edildiğini bile bilmeyen[10] kişilerce asılsız suçlamalara uğrayan, ihbarlarla cezaevinde yatan, sürgünlere gönderilen ve hedef gösterilen Sabahattin Âli, yurdunu, halkını, Türkçeyi herkesten daha çok seven bir yazar olup, hem üretken bir biçimde kitaplar yazmış hem de okullarda ve devlet konservatuvarında öğretmenlik yaparak kültür ve eğitim dünyamıza büyük hizmetlerde bulunmuştur.

“Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerinden biri ‘bu parazit Türkleri buradan kovmalı’ demiş. Sabahattin Âli hemen yerinden fırlamış: ‘Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al’ demiş. Talebe sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış.”[11]

MİLLİYETÇİ VE MİLLİYETÇİLİK

Sabahattin Âli, 11 Şubat 1944’te Tan gazetesindeki köşesinde “milliyetçi” ve “milliyetçilik” kavramlarını anlatırken şöyle der:

“…Senelerden beri bu kelime, vücud bulduğu sırada hayalinden bile geçmeyen öyle garip yerlerde kullanıldı, o kadar ağır hakaretlere uğradı ki, artık neye delalet ettiğini kendisi bile unuttu. Bunun için, her çekilen yere sürükleniyor, her gizli maksada oyuncak olabiliyor.

Milletin elinde hiçbir hak bırakmayan, halkı küçük bir zümre tarafından idare edilmeye muhtaç farz eden, milletinin içtimai seviyesinin yükselmesine engel olmak için demagojiden cinayete her vasıtaya başvuran ‘otoriter’ rejimler maksatlarını maskelemek için ‘milliyetçi’ kelimesini kabullendiler. Hâlbuki bu kelime hiç de bu hakaretlere layık değildir.

 Milliyetçilik, mesut ve ahenkli bir insan cemiyetinin kurtulması için gereken yapı taşlarından biri, belki de en kıymetlisidir. Milliyetçilik mensup olduğu milletin, dünyanın en mesut, en müreffeh, hayat ve kültür seviyesi, en yüksek topluluğu haline gelmesi için yorulmak bilmez bir gayret ve tükenmez bir feragatle, her şeye rağmen çalışmak;

Milletle mevcut bütün iyi, ileri, insanlığın yükselmesine yarayacak vasıfları meydana çıkarıp bunları geliştirmek, buna mukabil her millette bulunduğu şüphe götürmeyen, geri ve sakat tarafları, ilerlemeye engel olan kusurları bularak, bunlara karşı insafsız bir mücadele açmak;

İlim gibi, güzel sanatlar gibi kültür varlıklarını, yalnız muayyen bazı sınıfların ya da zümrelerin istifade edebildikleri birer lüks olmaktan kurtarıp, bütün milletin malı haline getirmek (ki bunun yapılabilmesi için birinci maddedeki refahın mevcut olması ilk şarttır.)

Milletin mukadderatına ait meseleleri millete irtibatlarını kaybetmiş zümrelerin, bilgisiz alakasız ellerinde oyuncak olmaktan kurtarıp, doğrudan milletin kendisine teslim etmek…”[12]     

SALDIRILAR, SALDIRILAR VE ALÇAKÇA KATLEDİLİŞ

Ancak, o günlerde açıkça hedef gösterilmesi, davada izleyicilerce saldırıya uğraması ve dövülmesi, basının bir bölümünün karşıt ve sert tutumu, Sabahattin Âli’nin açtığı kişisel davanın Türklüğe, milliyetçiliğe karşı açılmış gibi gösterilmesi, Atsız destekçilerinin kalabalıklar halinde gelerek mahkeme salonunda gövde gösterisi yapmaları gibi nedenlerle gerginlik hiç düşmemiştir.

Eylemcilerin, salonda, mahkeme önünde, Ulus Meydanında gösterileri, “Kahrolsun komünistler”, “Kahrolsun Moskova uşakları”, “Çok yaşa Atatürk!”, “Çok yaşa milliyetçi Türkiye!” sloganları atarak, Sabahattin Âli’nin kitaplarını yaktıkları anlatılır.[13]

Tanık olduğumuz, yüzlerce sanatçıya, aydına, akademisyene yapılan zulümler gibi bu durum Sabahattin Âli’nin de yaşamını etkilemiş, bu haksız suçlamaların, hedef göstermelerin, bitmeyen kovuşturmaların, hapis cezalarının, işsiz bırakılışının, sürekli tehdit edilmesinin sonunda yurt dışına kaçmaya karar vermiş ve yalnızca 41 yaşındayken ve Türkiye’ye, Türk diline, Türk edebiyatına, Türk kültürüne katacağı birçok şey varken kalleşçe katledilmiştir.

Öykü ve romanlarındaki hüzünlü, acı, trajik sonlara benzeyen ölümü sonrası yalnızca 1 yıl hapis yatıp serbest kalacak katilinin cinayet gerekçeleri de pek tanıdıktır: “Onu Türk düşmanı ve vatan haini bir canavar olduğu için öldürdüm, verilen cezadan müteessir değilim. Bu suçu memleketimin menfaati için işledim. Hala vazifemi yaptığıma inanıyorum”

NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ MEĞER!

Sözlerimi bu büyük yazarın, 25 Kasım 1947’de Alibaba dergisinde yer alan yazısı “Ne Zor Şeymiş[14] başlıklı yazısından bir bölümle bitiriyorum:

“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Birgün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.

Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemdik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar:
‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor.’

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu”[15]

 

[1] Kader Gürcüoğlu https://www.soylentidergi.com/turk-edebiyatinda-bir-polemik-sabahattin-Âli-atsiz-davasi/

[2] Türk Edebiyatında Polemikler Özel Sayı, Hece Dergisi, Sayı 258, 259, 260, 2018

[3] Hakan Güngör, Evrensel Gazetesi, www.evrensel.net /haber/378620/sabahattin-Âliye-saldiridan-turkculuk-gunune

[4] Hasan Âli Yücel’den sonra gelen Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığında tüm uygulamalardan dönülür, köy enstitülerinde köklü değişiklikler yapılır ve ilk icraat olarak Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü de kapatılır, imam hatip okulları açılır, Tonguç görevden alınır, Cumhuriyetin eğitim ve aydınlanma adımları son bulur.

[5] Kader Gürcüoğlu https://www.soylentidergi.com/turk-edebiyatinda-bir-polemik-sabahattin-Âli-atsiz-davasi/

[6] Nüket Esen-Nezihe Seylan, Sabahattin Âli, Mahkemelerde YKY, 2004, sayfa 22

[7] Türk Edebiyatında Polemikler Özel Sayı, Hece Dergisi, Sayı 258,259,260,2018

[8] Nüket Esen-Nezihe Seylan, Sabahattin Âli, Mahkemelerde YKY, 2004, s 77-78

[9] Ramazan Korkmaz, Sabahattin Âli, Yapı Kredi Yay. 1997, s.59,

[10] Asım Bezirci, Sabahattin Âli, Oluş Yayınevi, 1974, s 19

[11] Nihai Atsız, İçimizdeki Şeytanlar. 1940, S. 5

[12] Hikmet Altınkaynak, Sabahattin Âli, Markopaşa ve Öteki Yazılar, YKY, 2004, s.116,117, 118

[13] Hakan Güngör, Evrensel Gazetesi, www.evrensel.net /haber/378620/sabahattin-Âliye-saldiridan-turkculuk-gunune

[14] http://www.milliyetsanat.com/yazar-detay/orhan-tuleylioglu/ne-zor-seymis/962

[15] Hikmet Altınkaynak, Sabahattin Âli, Markopaşa ve Öteki Yazılar, YKY, 2004, s.173

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN