Rosa, Che ve Bizim Deniz 

Üçü de sonsuzluğa ağdı… Yıldızlara karıştı üçü de…  Yarın daha güzel olacakları muştuladılar bizlere… Aşklarından ve inatlarından asla vaz geçmediler. Aydınlığın, bağımsızlığın, devrimin, sosyalizmin ve insanlığın  kurtuluşun imgesi  haline geldiler. 

HAYRETTİN GEÇKİN

Polonya asıllı, Alman yurttaşı, “Devrimin Kızıl Gülü Rosa Luksemburg” bir savaş karşıtı. Ekonomist ve filozof. Farklı düşünenlerin de özgürlüğünü savunan Marksizmi özümsemiş sosyalist kadın devrimci. İşgal altındaki Polonya’nın bağımsızlığı ve sosyalizm mücadelesiyle geçen militan bir yaşam.

Arjantinli Che, Tıp Fakültesi’ni bitirip  motosiklet sırtında Amerika Kıtası’nı keşfe çıktığında gözlemledi köylülerin topraklarına nasıl el konduğunu… Eşitsizlikleri, haksızlıkları, yolsuzlukları, yoksullukları. Bu keşif yolculuğu ona eşsiz bir vicdan armağan etti. Eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için sosyalist devrimlere inandı. Ve bu yüzden hekimliğini de varlığını da insanlığın kurtuluşu demek olan sosyalist devrimlere adadı.

Ruşen Hakkı bir şiirinde “Severken Karacaoğlan’dı/ipe giderken Pir Sultan” dediği Deniz,babasının eğitimci olması nedeniyle çocukluk ve ilk gençlik yıllarında  dolaştı Anadolu’yu, halkın sorunlarını yakından tanıdı ve  halkın içinde büyüdü. Bağımsız Türkiye sloganıyla atıldı öne. Sosyalizme ve devrime inandı. Kolay kolay kimsenin başaramayacağı bir mücadeleyi ve gençlik önderliğini sığdırdı kısacık yaşamına. Can Yücel bu durumu ne güzel dile getirir Mare Nostrum/Bizim Deniz adlı şiirinde:

“En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez luverin namlusundan fırlayarak …
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun…”

Üçünün  ölümü de hazin!…

Rosa Luksemburg’un bedeni 15 Ocak 1919’da Almanya’nın Berlin kentinde bir köprüden atılarak paramparça hale getirildi.  Parçalarının bir kısmı bulunup kendisine bir mezar yapılsa da II. Dünya Savaşı sırasında Alman ırkçıları tarafından bu mezarı da yerle bir edildi.

Küba Devrimi’nin öncülerinden olan Che Guevara ise “bana başka ülkelerin, başka halkların ihtiyacı var, karıma ve üç çocuğuma nasıl olsa yeni Küba Hükümeti sahip çıkar” diyerek  yeni devrimlerin ateşleyici olmak için 1965 yılında bakanlık görevinden ve  Küba’dan ayrılır. 9 Ekim 1967’de  Bolivya Ordusu tarafından ele geçirilir ve yargısız infaz sonucu katledilir.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hazin sonunu zaten biliyorsunuz. 6 Mayıs 1972 yılında bağımsızlık ve sosyalizm uğruna darağacına çekildiler. Cesaret, yiğitlik, korkusuzluk ve yurtseverlik örneği oldular.

Rosa, Che ve Bizim Deniz!

Üçü de kişisel olarak refah bir yaşam sürebilecekken, donanımlarını kişisel çıkarları için kullansalar çok az insanın sahip olabileceği olanaklara sahip olabilecekken devrim ve sosyalizm mücadelesine adadılar kendilerini… Aydınlığın, bağımsızlığın, devrimin, sosyalizmin ve insanlığın  kurtuluşun imgesi  haline geldiler ve dünya halklarının kalbine gömüldüler.

Bugün Che, Latin Amerika Ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her yerinde  direnişin, sosyalizm ve özgürlüğün bayrağı. Dünyanın hiçbir yerinde kimse Che’ye laf konduramaz. Gericiler bile gizli hayranlık duyarlar ona.

Rosa Luksemburg bugün dünya işçi sınıfının ve kadın hareketinin sembol isimlerinden. Ölümü pazarlama konusunda  Batı’nın Doğu’dan farkı değerlendirmesi yapılsa da Alman Devleti Rosa’nın atıldığı köprüye II. Dünya Savaşı’ndan sonra  onun adını verdi.

Fakat Denizler’den hâlâ korkuluyor bizde. Milyonlarca insanın onlara sempati duymasının önüne geçilmek isteniyor. Anması yasaklanıyor, posterleri toplatılıyor, onlara sempati duyanlar fişleniyor. İdam edilişlerinin 49. yılında bile mezarlarına karanfiller bırakmak isteyenlere bir takım engeller çıkarıldı.

Hem Denizleri anmak, hem de özgürlük ve sosyalizm uğruna can veren yeryüzünün bütün devrimcilerini selamlamak için yakında kitaplaşacak, Dağlara Çıkan Piyano adlı şiir dosyamın ilk şiirini ekliyorum bu yazıya:

kaçan ormanlar gördüm

kendini söndürmeye kalkan evler

zulmü alkışlayan insanların elleri yorulmuyordu

 

gözlerimi kapadım

işkence aletlerinin sergilendiği müzede

bana özenseydi kör olacaktı Prag sokakları

roza’yı attıkları köprüye sonradan adını vermişler

ölümü pazarlama farkı doğu’yla batı’nın

açlar gördüm ayağa kalkabilselerdi

fakat

ne şeyhler değişti ne müritler değişti

bu yüzden kaçtım herkesten

bu yüzden sığındım sözcüklere

kaçan ormanlar gibi yorgunum şimdi

kendini söndürmeye kalkan evler gibi kül. 

PAYLAŞMAK İÇİN