Popüler Kültüre İnat

“Bizim önümüze iki dosya gelir. Bu dosyalardan birinin yazarı popüler isimdir ve diğer dosyanın yazarının ismi tanıdık olmayan bir isimdir. İsmi popüler olan dosyanın içeriği bomboştur, kaldır çöpe at. Ama ismi tanıdık olmayan dosya tam bir edebi eser, içeriği dolu mu dolu. Biz ismi popüler olan dosyayı basarız.”

YAŞAR KARA

Bir yayınevi düşünün; basacağı kitaptan ne kadar para kazanacağını hesaplamasın ve bir kitap düşünün dünyanın herhangi bir kütüphanesinde yıllarca okuyucusunu beklerken unutulup gitsin. Çok değil, daha dün gibi hatırlarım; şu sünger gibi hafızam her şeyi unutur da, bir şeyi unutmam: İstanbul’a ilk geldiğim yıllardı. Aç kurt gibi nerede içinde “şiir” geçen bir etkinlik görsem, soluğu orada alıyordum. Yine günlerden bir gün böyle bir etkinliğin yapıldığı mekâna gittim, boş sandalyelerden birine oturup beklemeye başladım. Etkinlik saati yaklaştıkça birer ikişer sandalyeler dolmaya başladı. Gelenlere şöyle bir baktım da hepsi genç insanlardı. Kim bilir, onlar da benim gibi susuzluklarını gidermek için gelmişlerdi belki diye düşündüm.

Az sonra etkinlik broşüründe isminin yazdığını düşündüğüm kişi, konuşma için hazırlanmış yere geçip konuşmaya başladı. Benim hafızamdan silinmeyen cümleler şunlardı: “Bizim önümüze iki dosya gelir. Bu dosyalardan birinin yazarı popüler isimdir ve diğer dosyanın yazarının ismi tanıdık olmayan bir isimdir. İsmi popüler olan dosyanın içeriği bomboştur, kaldır çöpe at. Ama ismi tanıdık olmayan dosya tam bir edebi eser, içeriği dolu mu dolu. Biz ismi popüler olan dosyayı basarız.”

Hikâye yeni başlıyor

Aslında hikâye burada bitmiyor, yeni başlıyor. İşte yiğidin harmanlandığı yer dedikleri meğer böyle bir şeymiş. Meğer ne emekler popüler bir isme heba edilmiş. Popüler kültür dedikleri meğer içi boş bir dosyadan ibaretmiş.

Sonra kendime o isimsiz kahramanları aramaya başladım. Öyle aradığım belli bir isim yok. Gözünü popüler kültürün kör ettiği yayınevlerinden ve edebiyat dergilerinden uzak durmaya çalıştım. Ben uzak durmaya çalıştıkça, onların o her yerde olan upuzun kolları karşıma çıkıp duruyordu. Yine bir gün sözüm ona üç önemli (!) derginin editörlerini bir televizyon programına çıkarmışlar konuşturuyorlar. Kendilerinin Türk edebiyatına hizmet ettiklerini sanıyorlardı, konuşmalarında öyle diyorlardı üçü de söz birliği etmişçesine. Ama bilen biliyor onları; onların kim olduklarını bilen biliyor. İşte o ‘popüler’ isimlere hizmet eden popüler olma sevdalısı, popüler kültürün zavallısı, popüler isimlerdi onlar.

O isimsiz kahraman

Bir zamanlar Ankara’da Mehmet Düz adında isimsiz bir kahraman vardı. Ekin yayınlarını kurmuştu. Çıkardığı şiir kitaplarının isimleri popüler değildi. O popüler olamayan isimler kimler miydi?: Hayati Baki, Yücel Kayıran, Hüseyin Ferhad, İlyas Tunç, Adnan Satıcı…

Sonra ne mi oldu? O isimsiz kahraman kanserden öldü. Popüler olmadığı için öldüğünü kimse duymadı. Ama Türk edebiyatına gerçekten hizmet etmiş biri olarak ismi kaldı. Ve yayınladığı o popüler olmayan, o isimlerini kimsenin bilmediği şairler şimdi Türk edebiyatında her biri köşe taşı oldular. Hepsi kendi ismiyle anılan şiirlerini kurdular ve yer buldular.

İşte o Mehmet Düz’ün yolundan giden bir isim daha var. Kemal Düz ve oğlu İlhan Düz. Biri kardeşi, diğeri yeğeni. Bir yayınevi kurdular ve kurdukları bu yayınevinde iki kitap çıkardılar.

Bu çiçeği burnunda yayınevinin adı Monografi Yayınları. Ve ilk çocukları Louis-Jean Calver’in “Akdeniz/Dillerimizin Denizi”, Damla Kellecioğlu tarafından Fransızca aslından çevirisiyle okuyuculara sunuldu.

İkinci kitap ise, Martin W. Lewis-Karen E. Wigen’in “Kıtalar Miti/Meta Coğrafyanın Eleştirisi”, Emre Dikici’nin yine İngilizce aslından çevirisiyle yayına hazırlandı.

Kemal Düz ve İlhan Düz, çok satan veya çok okunan kitap olma hevesiyle çıkarmadılar bu kitapları. Tamamen o popüler kültüre inat, çevremizdeki “okumaz yazar”lara inat, hemen her yerde bulunan  “okur” olmayanlara inat, kasasına 3-5 bin atıvermenin hesabını yapan yayıncılara inat, sadece bir kitabın önemini ve içindekinin değerini bilmenin edimiyle çıkarılmış kitaplar.

üç bin yıllık bir insanlık laboratuvarı

“Akdeniz/Dillerimizin Denizi”, kelimelerin ve toplumsal hafızanın, alfabenin ve keşiflerin, ticaretin ve Akdeniz’in peşinden giderek “lingua nostrae”nin yani dillerimizin izini jeopolitik ve toplum-dilbilimsel bir yaklaşımla sürüyor. Odysseus’un yolculuklarından günümüz göçlerine uzanan bu yolculukta konuşulan her dil, Akdeniz’i üç bin yıllık bir insanlık laboratuvarı olarak incelememize olanak sağlıyor.

Fenikece, Aramice, İbranice, Yunanca, Latince, Etrüskçe, Berberice, Arapça, Türkçe, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca… Tüm bu diller, bize evimiz olan sudan kıta Akdeniz’in tarihini anlatır. Bu diller, Akdeniz’de birbiri ardına hüküm süren imparatorlukların ve egemenliklerin izlerini taşımanın yanı sıra insanlar arasında yayılan ticaretle, besinlerle ve fikirlerle bölgeyi homojen bir bütün yapmıştır.

“Kıtalar Miti/Meta Coğrafyanın Eleştirisi” ise dünyayı nasıl gördüğümüzü kökten değiştiren bir kitap. Duke Üniversitesi’nden coğrafya profesörü Martin W. Lewis ve tarih profesörü Karen E. Wigen, bu çalışmada gündelik hayatta sıkça kullandığımız temel coğrafi ayrımları inceliyor ve kalıplaşmış coğrafi kavramları sorguluyor. Doğu, Batı, Asya, Avrupa ya da Üçüncü Dünya gibi sıklıkla kullandığımız ve farkında olmadan dünyayı algılama biçimimizi yöneten kalıpların tarihteki izlerini sürerken kullanımlarını da sorgulayan bu kitap, üzerinde yaşadığımız gezegeni algılayışımıza dair yeni bir perspektif öneriyor. Kıtalar Miti, “Neresi Kuzey, Neresi Güney”, “Avrupa bir kıta sayılır mı?”, “Asya nerede başlar?”, “Dünyayı neden bu şekilde ayırıyoruz?” gibi sorulara yanıt arıyor. Bu yolda da önyargılarımızı yerle bir ederek “Başka bir dünya mümkün” sözünü hatırlatıyor.

PAYLAŞMAK İÇİN