Platon’un faşist ideolojilere ilham veren devlet anlayışı

Bu paradigma, Batı felsefesinin en esaslı saplantılarından biridir; Hitler’in ırkçı fikirlerinin Alman halkınca neden fazla yadırganmadığına da açıklık getirmektedir. Hitler’e kadar, iki bin küsur yıl boyunca bütün ütopyacı filozoflar tarafından o kadar çok tekrar edilmiştir ki, Nazi ütopyası, bu gelenekle değerlendirilince ne ilginçtir, ne de yeni.

KAAN POLATLAR

Greklerin mucizevi demokrasisinin gerisinde klan-kabile soy örgütlenmelerinin yattığını ilk fark eden ve bunu kanıtlayan kişi Lewis Henry Morgan’dır. İncelediği Kuzey Amerika yerli kabilelerinden biri olan İraquaların soy örgütlenmesinin yarattığı idari mekanizmayla Atina demokrasisi arasında bulduğu benzerlikler çığır açıcı teorisinin temellerini oluşturur. Onun kanıtlamaya çalıştığı şey, her toplumun etnik geçmişinde bu tür soy örgütlenmelerinin ve siyasi kurumlarının bulunuyor olduğudur. Grek kültürünün yarattığı uygarlık mucizesi, aslında, tarihin doğrusal bir hat üzerinde ilerlemediğinin kesin bir kanıtıdır. Greklerin soy örgütlenmeleri, bir bakıma, Neolitik Dönem Çatalhöyük’ü ve arkasından gelen Mezopotamya kentlerinin toplum yapılarından bile daha eski, arkaik bir karakter taşır. Ama kullandığı aletler bakımından Paleolitik Dönem’in avcı-toplayıcı toplumu da değildir. Demir Çağı’nın teknolojisi ile Mezopotamya, Anadolu, Girit ve Mısır’ın kültürel yaratılarından etkilenmiş bir sentezdir. Coğrafi olarak düştüğü uygarlık pınarının içinde donandığı maddi ve manevi kültür birikimini taşımak zorunda kalan arkaik soy örgütlenmesinin yarattığı özel şartlar sayesinde, artık bir mucize kabilinden görünmesi imkânsız durumdaki kent demokrasisinin kurumlarını yaratabilmişlerdir. Demokrasinin bu arkaik yapısından dolayı totemi, tabu yasaklarını, anaerkil ilkeleri hangi güçler tehdit ediyorsa, kent demokrasisini de aynı güçler baskı altına almıştı. Birçok Grek kentinin idari yapısı krallığa dönüşmüştü. Sparta bu dönüşümün en karakteristik örneğidir. Bu dönüşüme neden olan güç, askerileşmedir.

Lewis Henry Morgan’ın incelediği Kuzey Amerika yerli kabilelerinden biri olan İraquaların soy örgütlenmesinin yarattığı idari mekanizmayla Atina demokrasisi arasında bulduğu benzerlikler çığır açıcı teorisinin temellerini oluşturur.

Sparta’nın sosyal yapısı, birçok bakımdan, ilkel klanın avcılık dönemi örgütlenmesi aşamasında kalmış gibidir. Toplumsal örgütlenme, sadece güvenlik ihtiyacının dinamikleriyle gelişimini sürdürmüştür. Bu nedenle kabile toplumunda genç kuşakların eğitiminin gerektirdiği erginleme törenleri Sparta’da askeri amaca uyarlanmıştır.

İyi bir dövüşçü, kendi yiyeceğini pişirebilen bir aşçı, yiyeceğini gerektiğinde toplumdan rahatlıkla aşırabilen bir hırsız

Erginlemenin işlevi çocuğun üretkenliğe ve sorumluluklara katıldığı sosyal bir kategori olarak yetişkin statüsüne kabulüdür, bu nedenle yeni hak ve ödevlerin başlangıcı için yapılan bir törendir. Böylece, yeniyetmenin topluluktaki yerini almasına, evlenmesine ve toplantılara katılmasına izin verilmesi için topluluğun ortak çıkarları doğrultusunda davranışlarda bulunmasını sağlayacak niteliklere sahip olması gerekmektedir. Bu sebeple yapılan kuttörenlerde yeniyetmeler yaşam boyu kendilerine yol gösterecek belli ilkeleri öğrenirler. Bütün bu nitelikler ve bilgiler ortak bir kitle töreniyle, belli bir zaman süresince yapılan ritüeller sırasında verilmektedir. Ritüellerle geçilen hiyerarşik aşamalar aynı zamanda, birtakım ezoterik dinlere de örnek teşkil etmiştir.

Sparta’da çocuklar doğar doğmaz topluluğun yaşlılarına götürülerek yaşayıp yaşamaması kararlaştırılır ve sadece sağlıklı olanlar ana-babalarına geri verilirdi. Oğlan çocukları ancak yedi yaşına kadar ebeveynlerinin bakımına bırakıldıktan sonra, bu yaşa basmalarıyla birlikte bir dizi eğitim aşamalarının içine girmiş bulunuyorlardı. Yedi yaşına gelmiş Spartalı bir erkek çocuk, kendilerinden birinin önderlik ettiği agelai denen gruplardan birine verilirdi. Agelai üyeleri, yaşlıların sıkı denetimindeki disiplinli bir komün hayatı yaşarlar; bu sırada başları tıraş edilir, kaba bir kumaştan yapılan sade giysiler giyer ve yalınayak dolaşırlardı. Günlerini askeri nitelikteki talimlere benzeyen sporlar yaparak geçirirler ve gece de sazdan yataklarda yatarlardı. Çocuklar on iki yaşına bastıklarında disiplin daha da sertleşir, içlerinden en iyileri “dost” diye adlandırılan bir adama verilerek eğitimin daha da pekişmesi sağlanırdı. Çocuklar on yedi yaşında, agelai’dan boua’ya yükseltilirlerdi. Bu sırada, her zaman yanlarında olan “dost”, bir savaşçıya hayatta kalabilmesi için gerekli her türlü bilgiyi öğretirdi. Böylece çocuklar iyi bir dövüşçü, kendi yiyeceğini kendi pişirebilen bir aşçı ve yiyeceğini gerektiğinde toplumdan rahatlıkla aşırabilen bir hırsızın ideal bileşimiyle biçimlenmiş olmaktaydılar. Çünkü hırsızlık bile, söz konusu savaşmak ve ayakta kalmak olunca, yakalanmadığı sürece toplumun yaşlıları tarafından oldukça hoş görülüyor, hatta teşvik ediliyordu.[1]

Eğiticileri olan bir eiren, akşamları da onlarla birlikte kalır, bu arada kamu işleriyle ilgili bilgiler verir ve sorular sorardı. Toplum için önemli bazı şenliklerde bu gençlerin okuması gereken tören şarkıları da bu kişi tarafından öğretilirdi. Aday, on sekiz yaşında bir üst dereceye geçerek melleiren olurdu. İki yıl sürecek bu yeni aşamada bir gün, gerçek erginleme töreni gibi görünen bir uygulama olarak Artemis Orthia altarında, bütün diğer melleirenlerle birlikte halk önünde kırbaçlanırdı. Bu törenler sırasında bazı adayların öldüğü de bilinmektedir.[2]

Klanın sağlığını korumak için alınan evlilik önlemleri     

Yirmi yaşına gelmiş bir melleiren, bu törenden sonra artık bir eiren olmaya hak kazanırdı ve yetişkin bir kimse olarak aynı zamanda Philition’un ya da “Erkekler Evi”nin doğal üyeliğine kabul edilirdi. Philition, ortak av ürünlerinden oluşan yemeklerin yapıldığı bir tür barınaktır. Yetişkin kimse, evlendikten sonra bile burada yemek yemeye ve yatmaya devam ederdi. Topluluğun erkeklerinin, kendi evleri dururken kamu mülkü bir binada yaşamlarını sürdürmeleri tuhaf görünebilir; ama bundan da garibi, bu tür bir geleneğin işaret ettiği toplumsal aşamanın, içinde bulundukları çağa göre akıl almaz geriliğidir. Bir Demir Çağı toplumu olan Spartalıların arasında, Paleolitik Dönem’in anaerkil toplumlarının evlilik kurumu öncesi geleneklerini buluyoruz.

Sparta’da çocuklar doğar doğmaz topluluğun yaşlılarına götürülerek yaşayıp yaşamaması kararlaştırılır ve sadece sağlıklı olanlar ana-babalarına geri verilirdi.

Bu konuyla ilgili benzer örnekler dünyanın pek çok coğrafyasındaki ilkel kabilelerin kültürlerinde rastlanır. Bu gelenek, evliliğin en erken evresinde kocanın, köye gelen yabancılardan çok az farklı olduğu bir dönemin özellikleridir. Bu konuda ilkel bir topluluğu inceleyen araştırmacının gözlemi şöyledir:

“Fiji adalarında, her köyde en az iki Bures-ni-sa ya da “yabancılar evi” bulunur. Tüm erkekler (köyünkiler de dâhil) geceyi buralarda geçirirler. Kadınlarla kızlar evde yatarlar. Daha sonra yabancılar güneş doğar doğmaz ailesinin yanına gidecektir.”[3]

Evliliğin ilk biçimi anayerli ailedir. Bu uygulamanın kökeni, ilk klanların rasgele cinsel ilişkinin hüküm sürdüğü “ilkel Sürü”den evrilerek, küme içi her türlü cinsel ilişkinin yasaklanmasıyla ilgili bir dönüşümün sonucudur. Söz konusu yasaklama, genel olarak dışevlilik (egzogami) diye bilinen en önemli kabilesel kuralın çıkış noktasını oluşturur. Çünkü “İlkel Sürü” içerisindeki bu yasaklama, topluluğun erkeklerini, kendi kümesi dışındaki insan gruplarından eş aramaya itmiştir.

Klan içinde, klanın kadınlarıyla yapılacak her türlü cinsel ilişki ya da evliliğin yasak edilmesi, topluluğun erkeklerini zorunlu olarak yabancı, hatta düşman klanların topraklarına girmeye zorluyordu. Doğal ölümün ya da hastalıkların nedenlerinin bilinmediği bir dönemde klan içindeki insanlara doğrudan akraba bağıyla bağlı olmayan yabancıların varlığı klanı tedirgin ediyor ve evlilik amacıyla da olsa dışardan gelenleri, klan içindeki ölümleri kasten ya da büyü yöntemleriyle yapan zanlılar durumuna sokuyordu. Bu nedenle, dışarıdan gelen koca adaylarının köyün diğer erkekleriyle birlikte gününün büyük bir bölümünü bu erkekler evinde geçirmesi anlaşılabilir bir şeydir. Koca, cinsel amaçlar dışında hemen hemen hiçbir konuda karısının yanında bulunmamakta, üstelik kadının annesi başta olmak üzere bazı yakın akrabalarına karşı kesin tabu kurallarıyla yasaklanmakta ve uzak durmak zorundaydı. Bu yasaklar arasında, kayınvalidesine dokunmamak, onunla konuşmamak ve hatta yüzüne bakmamak şeklinde uygulamalar da vardır. Böylece hem kadının ailesi, hem de koca, başına gelebilecek korkunç olaylardan kendilerini bu şekilde korumuş olmaktadırlar.

Bu aşamadaki evlilikler oldukça kısa süreli ve gelip geçici cinsel birlikteliklerden başka bir şey değildi. Evlilikler, her iki taraf için de sudan bahanelerle bitirilebilir ve bazen herhangi bir gerekçeye bile lüzum kalmadan ilişki sona ererdi. Erkeğin, çoğu zaman başka köy ya da klan kamplarında da karıları vardı ve kendi klanından ayrıldıktan sonra zamanının çoğunu, karılarının köylerinde bu “erkekler evi”nde geçirmekteydi.

Meta üretiminin kabile örgütlenmesini çözüştürücü etkisini bilen Spartalılar’ın mecburiyeti

Erkekler evi, bir erkeğin kendi klanından çıkarak yabancı topraklarda eş araması sırasında, oturabileceği tek ortak çatı olan kayınvalidesinin ya da kendisinin evine yerleşmeden önceki sürecin tipik bir kurumudur. Bu anaerkil klan gelenekleri, biraz değiştirilerek Sparta’da, Philition’un temelini oluşturmuş ve askeri amaçlara hizmet etmiştir. Arkaik bir kalıntı olarak zamanla toplum yaşamından silineceği yerde, devlet tarafından tam anlamıyla kurumsallaştırılmıştır.

Sparta’da bu ilkel geleneklerin korunmasındaki temel neden, toprak kölelerinin isyanına fırsat verecek askeri bir zaafa düşmek istememeleridir. Aslında ekonomik yapı, mevcut sosyal düzene uymamakta ve onu her yönden zorlamaktadır. Buna rağmen Spartalılar, bazı değişikliklerle eski klan toplumundan gelme geleneklerini muhafaza etmeyi sürdürdüler. Sparta’da toplumsal yapılanmaların bu ilkel ve geleneksel biçimi, özel mülkiyetin çözüştürücü etkisine karşı ancak arkaik toplumsal yapılanmalara daha çok sarılarak korunabilmiştir. İktidarı ellerinde tutan yetişkin erkeklerin geleneksel yapı içerisinde sürekli bir arada yaşama zorunluluğu ve erkek çocukların eğitildiği klan kökenli yaş gruplarındaki yaşıt bireylerin eşit ve ortak eğitimi, bu toplumsal yapıyı uzun bir süre daha korudu. Çocuklar klan gelenekleri uyarınca yaşlıların sıkı disiplini içinde şekilleniyordu; özel mülkiyetin geçerli olmadığı komünlerde bulunan tek hiyerarşi biçimi durumundaki yaşa dayalı ve ihtiyarların denetimindeki yapı, burada da belirleyicidir. Eğitim gruplarında çocuklar, hâlâ aile kökenlerine, ekonomik ve sosyal statülerine bakılmaksızın zekâ, dayanıklılık, hüner ve cesaretlerine göre bir yer kazanıyorlardı. Bir savaşçıya gerekli olan bu tür beceriler, toplumsal bir ideal olarak Sparta’nın “Kahramanlık Çağı” değerlerine uygunluk göstererek, doğuştan gelen ekonomik statülerin istismarına izin verilmemiştir. Fakat Spartalılar, bütün bu sosyal yapının sadece eğitimle korunamayacağının da farkındaydılar. Nitekim her türlü eşitsizliklerin temeli ve nedeni olan ekonomik farklılaşmayı önlemek için ailelere verilen toprak payının alınıp satılması yasaklanmıştı. Buna rağmen el altından gizlice yapılan satışlardan dolayı topraksız, lümpen bir artık-nüfus oluşmaya başlamıştı. Bu artık-nüfus, çevredeki kent-devletlerine yapılan savaşlar sırasında ele geçirilen topraklara yerleştirilerek bir ölçüde eritilebilmiştir. Fakat Sparta’nın bu nazik durumu M.Ö. 6. yüzyılda, daha önce işgal ettikleri Peloponnes’in diğer bir halkı olan Mesenyalıların bağımsızlıklarını kazanmasıyla daha da kötüye gitti. Bu durumda eldeki bütün topraklar derhal eşit şekilde yeniden paylaşıldı.[4] Böylece topraksız Spartalı kalmaması sağlanmış oldu.

İktidarı ellerinde tutan yetişkin erkeklerin geleneksel yapı içerisinde sürekli bir arada yaşama zorunluluğu ve erkek çocukların eğitildiği klan kökenli yaş gruplarındaki yaşıt bireylerin eşit ve ortak eğitimi, bu toplumsal yapıyı uzun bir süre daha korudu.

Öte yandan, bütün Spartalılara ticaret yapma yasağı getirildi ve tüm Yunanistan’ı saran yeni para dolaşımına karşın Sparta’da eskisi gibi madeni çubuklarla alışveriş yapılmaya devam edildi. Meta üretiminin kabile örgütlenmesini çözüştürücü etkisi çok iyi biliniyordu. Büyük serf kitlelerini egemenlikleri altında tutan Spartalılar, oligarşilerinin ayakta kalabilmesi için her türlü sosyal gelişmeyi yok saymaya mecburdular. Bu askeri örgütlenme biçiminden dolayı da aile, ekonomik açıdan koşullar hazır olduğu halde bildiğimiz anlamda toplumsal bir kurum olma niteliğine kavuşamıyordu.

Aile kurumunun bu kadar baskı altında tutulmasının özünde, özel mülkiyetin sosyal bir olgu olarak kendini ancak mevcut komünal yapıyı ataerkil aile birimlerine dönüştürerek geliştiğinin bilinmesi yatar. Oligarşinin iç dengelerinin bozulmasını engellemek amacıyla meta ekonomisine yapılan baskının aynısı aile kurumuna da uygulanmak zorundaydı, çünkü oligarşi içinde bozulan komünalliğin, boyundurukları altında tuttukları serf kitleleri karşısında kendilerini zayıf düşüreceği açıktı. O halde, en azından erkeklerin kendi aralarında mümkün olduğu kadar birlikte yaşamaları sağlanarak, yaşa dayalı ilkel toplum hiyerarşisinden başka ve ona karşı ekonomik nedenli başka bir toplumsal hiyerarşi önlenmeliydi. Kısacası Spartalılar, egemenlikleri altına aldıkları serf kitleleri karşısında kendi sosyal yapılarını, çağına göre giderek tutuculaşan ve yozlaşan geleneklerle korumak zorunda kalmışlardır.

Bütün bu düzenlemeler Likurgos adında bir yöneticinin yasalarına dayandırılmaktaydı. Likurgos diye birinin gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile belli değildir. Ama bütün bu düzenlemelerin bir tek insanın aklından ya da Delphi Tapınağı’nın kehanetlerinden çıktığına inanmak, en azından anaerkil kabile özelliklerini büyük ölçüde kaybetmiş ve Yunan anakarasına ilk geldikleri haldeki kabile yapılarını anlayabilmekten fersah fersah uzaklaşmış ataerkil, özel mülkiyetçi toplumlar için bir anlama kolaylığı sağlıyordu.

Platon’un devlet anlayışının ilham aldığı toplum yapısı  

Sparta devleti gerçek anlamda bir askeri demokrasiydi. Genom Meclisi ve Ephorlar Konseyi, üyelerini halkın arasından seçtiği ve kalıtsal bir hakka dönüştürmediği için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Seçime imkân vermeyen tek kurumun krallık olması ve bu hakkın kalıt yoluyla geçmesi, Sparta demokrasisine gölge düşürebilecek bir kusur olarak görünse bile, bunun yine askeri bir gerekçeye dayandığı aşikârdır. Çünkü kralın, budanmadan elinde bırakılmış biricik yetkisi ordu komutanlığı ve dini törenlerin başrahipliğiydi. Bu iki hakkından dolayı bile sınırsız bir saygı duyulmasına karşın, aslında onun, demokratik teamüllerin elvermediği ölçüde saygı çemberi içinde tutulmasının tek nedeni, askeri bir seferde alınabilecek bir başarısızlık ya da yenilginin suçu altında ezilmesine izin vermemekti. Bu şekilde yenilginin utancı, savaşa katılan herkesin omuzlarındaydı.

Öte yandan, Sparta toplumundaki bir davranış biçimi, yine de anaerkil karakterini hemen ele vermektedir. Sparta’nın eski dönemlerinde erkeklerin karılarına, genç ve sağlıklı delikanlılar getirip bunlardan çocuk sahibi olmalarını dilemesi ya da kendisinin başka bir adamın karısından –tabii kocasından izin almak kaydıyla- çocuk istemesi gibi adetler tamamen başka bir toplum formasyonundan (anaerkil toplum yapısından) kalma özelliklerdir.

Ütopyalar içinde en eskilerinden birisi sayılan Platon’un devlet anlayışı da işte böyle bir toplum yapısından ilham alıyordu. Platon’un devlet kurgusunda yapmaya çalıştığı yenilik, savaşçı bir devletin Sparta’da bile varlığını sürdüren kusurlarını tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir. Sonuçta, onun kurguladığı devlet modeli de, tıpkı Sparta gibi, bir dolu çelişkilerle malûldür.

Platon, birçok yönden Sparta sisteminden esinlenmesine karşın ondan çok daha cüretkâr projeler ortaya koymuştur. Bu projelerinden bir kısmı, ancak faşizme ideolojik öncül olacak tezlerdir. Platon’da üreme, bir devlet politikasıdır.

Platon’un da öncelikli hedefi, kafasında kurguladığı devletini yabancıların saldırılarından korumaktır. Dolayısıyla bir felsefeci olarak savaşların sebebi hususunda kafa yormuştur. Ona göre savaşlar başkalarından daha çok mal edinme hırsından doğmasına karşın, komşu devletlerin topraklarına da göz dikebilen kendi ütopik devletinin askerleri, mal-mülk sahibi olmayacaklardır. Tabii bu çelişkiden başka bir şey değildir. Mal-mülk sahibi olmasının yasaklandığı bir devlette aslında askerlerin canlarını ortaya koyarak başka ülkeleri egemenlik altına almaya çalışmalarının hiçbir anlamı kalmamış olmaktadır. Belli ki Platon, mükemmel devletinin başka halkların sömürülmesiyle yaşamaya devam etmesini istemektedir, çünkü bu hususta başka şartları da vardır:

“Sonra oturdukları yer, yiyeceklerini sakladıkları ambar, her isteyenin girebileceği yerler olmalıdır. Bekçiliklerine karşılık, yurttaşların kendilerine verecekleri bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne az olmalıdır. Yemeklerini birlikte yemeli ve savaştaki askerler gibi hep bir arada yaşamalıdırlar. Gümüş ve altına gelince, içlerinde Tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında, gümüşte gözü olmaz (olmamalıdır). Kendi altın yaradılışlarını dünyanın altınıyla kirletmek günahtır. Çünkü dünya altını yüzünden türlü kötülükler işlenmiştir. Oysaki içlerindeki altın tertemizdir. Şehirde yaşayanlar arasında yalnız onlar için altına, gümüşe dokunmak, onu kullanmak, ona eşyasında, evinde yer vermek, onunla süslenmek, altın ya da gümüş kupalardan içmek yasaktır. Böylece hem kendilerini, hem de devleti korumuş olacaklardır. Ama toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacak yerde kendileri de mal sahibi ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zorba efendisi olurlar. Ömürleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlardan çok içerideki düşmanlardan korkarlar. Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler.”[5]

Platon’un üç havucu

Platon, ütopik devletinin vatandaşlarının mallarını korumak durumundaki bekçilerine malı mülkü çok görmüş ve onun yerine savaşmaları, ölmeleri ve bu iki süreç arasında da mutlu yaşamaları için iki şeyi tavsiye etmiştir. Birincisi bir varsayımdır: Savaşçıya yaraşır bir yaşam sürmenin doğruluk olduğunu ve bunun da kişiyi mutlu kılmaya yeteceğini öngörmektedir. Diğeri daha bildik bir motivasyon nesnesidir: Kendilerini toplumun korunmasına adamış ve her yönden sıradan halktan daha üstün meziyetlere sahip olduğu varsayılan bekçilere halk tarafından gereken ilgi, saygı ve övgünün verileceğini öne sürmektedir. Ünün, yaşarken ve öldükten sonra devam edeceğini bilmek bir savaşçının tek tutkusu olabilir; eski çağların birçok destan ve mitoslarında (örneğin Gılgamış Destanında) bu konu zaten vurgulanmaktadır. Fakat Platon, devletinin bekçilerini motive etmek için uygun gördüğü bu tutkuyu, eserinin sonlarına doğru ünseverlik olarak tanımlayarak tıpkı paraseverlik gibi bir yanılgı olarak mahkûm eder. Ondan değerli olan bir mefhum daha vardır: İnsanın hayatta izleyeceği en doğru yol olarak bilimseverliği önermektedir. Böylece ütopik devletinin üç tür vatandaşına üç ayrı havuç uzatmış olur. Sıradan halkın paraseverlik zaafından kurtulması pek mümkün görünmediği için onları kendine pek dert etmez. Bekçiler için ünseverlik ve yöneticileri için de bilimseverlikten sapmadıkları takdirde devleti uzun süre yaşayabilecektir. Platon’un devleti, sosyal ve ekonomik gerçeklere göre değil, ahlak kriterlerine göre kurulup yaşayacağı için bütün varlık nedenini de mevcut olgulardan değil, dialektika adını verdiği akıl yürütme yönteminden almaktadır. Bu nedenle öngördüğü şekilde, bekçilerin ve koruyucuların komünal yaşamı benimsemesi ve özel mülkiyetçi servet yığıcılığından uzak durmasını sağlayacak tek belirleyici etken, ruhsal arınma havasına soktuğu bir tür mülki perhizden başka bir şey değildir. Mal-mülk tutkusundan sıyrılarak yapılan bu perhizi, seçilmiş ve çocukluktan itibaren sıkı bir eğitime tabii tutulmuş insanlar başarabileceklerdir. 

Öte yandan, gerçekten fakir ya da az varlıklı insanların yönetime dâhil olması demek olarak gördüğü Atina demokrasisinden iğrenir. Bunu bir tür zengin düşmanlığı politikası olarak görür; aristokrasi adına kaygı duyduğu bellidir Platon’un. İdeal devlet yönetimi olarak gördüğü monarşinin veya aristokrasinin başını ağrıtacak sınıf çatışmalarından uzak tutacak formül, ölçülü olmakta saklıdır. Aslen aristokratik ailelerin çocuklarından oluşacak asker ve yöneticilere, düzeni bozacak, aklı devre dışı bırakacak kadar servet yığma tutkusuna yenik düşmemeyi öğütlemektir. Ona göre ölçülü olmak budur. Üstelik hem Sokrates hem de öğrencisi Platon, ütopyaları gereği Spartacı olmak zorundadırlar. Çünkü Sparta, devletin sahibi aristokratik ailelerin birbirlerinin malına göz dikmelerini istememektedir. Bu nedenle özel mülkiyetin gelişmesini engellemek için para kullanımına geçmeyerek ekonomik önlemler, ailenin kurumlaşmasını önleyerek de sosyal önlemler almıştır. Eğitimleri askeridir ve eskinin yaşa dayalı hiyerarşisini hiç değilse erkekler arasında sürdürmeye çalışmaktadır. Aile üzerindeki bu baskı, Platon’u, gruplar halinde evliliğin hüküm sürdüğü ve doğan çocukların gerçek ana-babasını tanımasını istemediği, ailesiz bir bekçiler sınıfının oluşturulması fikrine götürür.

Devletinin Sparta’yı çağrıştıran uygulamaları daha pek çoktur. Örneğin: “Devletimizde böyle hekimler, böyle yargıçlar bulunacak. Bunlar yurttaşlar arasında, bedenleri ve içleri doğuştan iyi olanlara bakacak, iyi olmayanlara gelince, bedenleri bozuk olanları hekimler bırakacak ki ölsünler,” diyecektir.[6]

 Bu fikir, Spartalıların sakat doğan çocukları ölüme terk etme gelenekleriyle örtüşür. Hatta bekçiler için, “Yiyeceklerini birlikte yesinler, savaştaki askerler gibi hep bir arada yaşasınlar,”[7] diyerek Sparta’nın Philition’unu (Erkekler Evi’ni) ima etmektedir. “Yönetenlerin yaşlılar, yönetilenlerin de gençler olması gerekir,”[8] diyerek Sparta’nın yaş hiyerarşisini anımsatır.

Platon’un faşizme ideolojik öncül olan tezleri

Bütün bu benzerlikler sadece ideolojik değil, siyasal anlamda da kader birliğini beraberinde getirmiştir. Platon’un eserlerinin başkişisi konumundaki Sokrates, Sparta’nın desteklediği ayaklanmacı Kritias’la işbirliği içinde olduğu gerekçesiyle tutuklanmış ve ölüme mahkûm edilmiştir.

Platon, birçok yönden Sparta sisteminden esinlenmesine karşın ondan çok daha cüretkâr projeler ortaya koyar. Bu projelerinden bir kısmı, günümüzün siyasal birikimiyle değerlendirirsek, ancak faşizme ideolojik öncül olacak tezlerdir. Platon’da üreme, bir devlet politikasıdır. Bu konuda şöyle yazar:

Peki, bu evlenmeler nasıl yararlı olabilir? Bunu söylemeyi sana bırakıyorum, Glaukon; çünkü senin evinde en iyi cinsten av köpekleri ve kuşlar gördüm. Sen bunları çiftleştirip üretirken bir şeylere dikkat etmiyor musun?

–  Ne gibi?

– Önce şuna: Bu hayvanların hepsi iyi cinsten olmakla beraber, aralarında en iyi olanları vardır elbet.

– Vardır.

– Üretme için iyiye kötüye bakmaz mısın? Yoksa en iyilerini mi çiftleştirirsin?

– En iyilerini.

– En gençlerini mi alırsın, en yaşlılarını mı? Yoksa en gürbüz çağda olanlarını mı?

– En gürbüz çağda olanlarını.

– Üretmede bunları göz önünde tutmazsan, kuşlarının, köpeklerinin cinsi bir hayli bozulur, değil mi?

– Tabii.

– Atlar ve öteki hayvanlarda durum değişir mi?

– Değişir demek saçma olur.

– Gördün mü, sevgili dostum, insan cinsi için de durum aynı olduğuna göre, bekçilerimizin ne kadar üstün bir cinsten olmaları gerek.

(…) Üzerinde anlaştığımız ilkelere göre, her iki cinsin de en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sürünün cinsi bozulmasın. Bunun için başvurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa bekçiler arasında çatışmalar olabilir.[9]  

Bu paradigma, Batı felsefesinin en esaslı saplantılarından biridir; Hitler’in ırkçı fikirlerinin Alman halkınca neden fazla yadırganmadığına da açıklık getirmektedir. Hitler’e kadar, iki bin küsur yıl boyunca bütün ütopyacı filozoflar tarafından o kadar çok tekrar edilmiştir ki, Nazi ütopyası, bu gelenekle değerlendirilince ne ilginçtir, ne de yeni. Hitler’e ait şu satırları da Platon’ununkilerin yanına koysak, gelenekteki devamlılığı daha iyi anlarız:

“(Nazi Devleti) Yalnız sıhhatli fertlerin çocuk yapması için çalışacak ve aksinin utanç verici bir hareket olduğunu söyleyecektir: Hastalıklı, sakat olduğu halde dünyaya çocuk getirmek en şerefsizce harekettir. En şerefli hareket de kendi gibi dünyaya hastalıklı çocuk getirmekten vazgeçmektir. Irkçı devlet millete gürbüz çocuklar kazandırmaya engel olmanın büyük suç olduğunu kabul edecektir. Devletin buna müdahale hakkı vardır, çünkü binlerce yıllık bir istikbali düşünmek işi ona verilmiştir. Böyle bir istikbal yanında ferdin arzu ve bencilliği hiçtir, fert devletin müdahalesine boyun eğecektir. Devlet kendi inancını aydınlatmak için en modern tıp kaynaklarından faydalanmalıdır. Hastalığı besbelli ve ırsî olan, bu hastalık zürriyetine de geçecek olan fertlerin zürriyet verme hakları olmadığını ilan etmeli ve bu gibilerin zürriyet verme imkânlarını maddi olarak önlemelidir. Aynı zamanda, sağlıklı bir kadının da Tanrı’nın gelecek için bir lütfu olan çocuk doğurma kabiliyeti, hükümetin mali politikası ile sınırlandırılmamalıdır. Bu, ana-baba için, gelecek için, felaket olur. Devlet kendini, bugün şahit olduğumuz gibi döl verebilecek ailelerde sosyal şartlarla meydana gelen bu tembelliğe, bu aldırışsızlığa, hatta bu cinayete son vermeli, bir millet için eşsiz değerde olan sağlıklı soy verme durumunun en büyük koruyucusu hissetmelidir.[10]

Platon’un üreme politikası Hitler’e kadar, iki bin küsur yıl boyunca bütün ütopyacı filozoflar tarafından o kadar çok tekrar edilmiştir ki, Nazi ütopyası, bu gelenekle değerlendirilince ne ilginçtir, ne de yeni.

Görüldüğü gibi Platon’un eserinin günümüz ideolojilerine hâlâ ilham verdiği ortadadır. Kültürel devamlılığın bu denli uzun olması bizi şaşkınlığa sürükler. Çünkü Platon’un yücelttiği ve kendine model aldığı Sparta Devleti, aslında Paleolitik Dönem’deki avcı-toplayıcı kabile toplumunun kurum ve kurallarının yeni bir çağa (Demir Çağı’na) uyarlanmış şeklinden başka bir şey değildir. Aradaki binlerce yıllık zaman farkına rağmen özellikle Sparta toplumu, Paleolitik Dönem’in (Yontma Taş Devri) geleneğini sürdürme çabasındadır.

Sparta ve Atina devletlerindeki kurumların bu eski kabile toplumundan zuhur ettiğini ilk keşfeden kişi Lewis Henry Morgan’dır, ama bunu Marksist ideolojiye taşıyan Friedrich Engels olmuştur. Aradaki coğrafi uzaklığa, kültürel temasın olmamasına ve kavimsel akrabalığın bulunmamasına rağmen Kuzey Amerika kıtasında yaşayan İraqualar ile Yunanistan’ın Dor kabileleri arasındaki benzerlik müthiştir ama insanlığın belli toplumsal aşamalardan geçtiğine ilişkin Marksist tarih teorisiyle de uyum içindedir. Buradaki çarpıcı nokta aralarındaki yaklaşık iki bin küsur yıllık farka rağmen Sparta ve Atinalıların Marksist literatürde “Köleci Toplum”, İroquaların ise “İlkel Komünal Toplum” aşamasında bulunuyor olmasıdır.

 


[1] Arif Müfit Mansel, Ege ve Yunan Tarihi. T.T.K Yay. s.116
[2] G. Thomson, Aiskhylos ve Atina, Payel Yay. s. 131
[3] Evelyn Reed; Kadının Evrimi, c. II, s. 50
[4] A. M. Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, TTK Yay. s. 206
[5] Platon, Devlet. Remzi Yayınevi, s. 106-107
[6] A.g.y., s. 99
[7] A.g.y., s. 106
[8] A.g.y., s. 102
[9] A.g.y., s. 147-148
[10] Hitler, Kavgam. Bilge Karınca Yay. s. 567-568