HALDUN ÇUBUKÇU
Tayyip Erdoğan’a son çağrısı Cumhuriyetçi, devrimci, solcu kesimde ve şu ya da bu görüşten ama demokratik bir toplum özlemi içinde olanlarda çok büyük tepki yarattı.
Hele Ahmet Nesin gibi densizlerin açıklamalarıyla, Madımak olaylarının gerçek failleri gölgelenirken Perinçek bir bu itham eksikmiş gibi; gerçi ciddiye alan pek az olacaktır ama yine başka tür saçmalıkların hedefi oldu.
Pek çoğumuz anlamaya çalışmanın yoruculuğu yerine etiketlemenin kolay yoldan “ikna” ediciliğine teslim oluruz: Bu adam niçin böyle davranıyor sorusunun yanıtı, adamın yarattığı saçmalıklar dizgesi içinde sığlıkta ve sıklıkla karşılığını buluyor: “Ajan”, “devletin adamı”
Peki Perinçek neden bu denli görülmemiş bir tepkinin ve yer yer alayın hedefi oldu?
Kendisine, gerçeğe, halka saygısı olan biri niçin erkini zaten fütursuzca kullanarak Cumhuriyet Devrimini bütünüyle tasfiyeye yönelmiş otokrasiye “topyekun diktatörlük uygula” teklifi yapar ki?
Üstelik Tayyip Erdoğan’a, üstelik “Atatürk gibi”, üstelik “milli bir diktatörlük uygula” çağrısı.
Tayyip Erdoğan’ın ne kadar hoşuna gitmiştir bu çağrı.
Erdoğan’ın daha şimdi Ayasofya üzerinden bile Atatürk’ten öç almaya çalıştığının farkına varmayı dahi reddederek; Atatürk neyi simgeliyor ve temsil ediyorsa, onun karşıtını simgeleyen ve temsil eden Erdoğan’a canlı kalkan olma pahasına neden bu çağrıyı yapıyor Perinçek?
PERİNÇEK BUNU NİÇİN YAPIYOR?
Şu kanıdayım artık; sadece gündemde olmak için.
Önemsenmek, yaşadığını hissetmek için.
Onun için önemli insan olmanın, ülke tarihine damga vurmanın tek yolu kaldı; aslında kendinin yapmak istediği her şeyin hiç değilse önemli bir kısmının “milli lider”, “anti-emperyalist” Erdoğan tarafından yapıldığını görmek.
Çünkü artık kendisi hiçbir şey olamayacağını, yapamayacağını anlamıştır.
Kendi yaptığı, en azından yapılmasına önderlik ettiği 50 küsur yıllık siyasi bir tarihi olumlu olumsuz bütün sayfalarıyla birlikte öylesine feci şekilde imha etmiştir ki, bu akıl dışılıktan dönmek için ne zaman, ne mekân ne de imkân kalmıştır. Bu, hem kendisi için böyledir hem de örgüt tarihindeki en değersiz önderlik kadrosundan herhangi biri için. Hiçbir tevil, pişmanlık, özeleştiri işe yaramayacaktır.
Perinçek geri dönemeyeceği bir anda olduğunu fark ettiğinden beri halkla, Cumhuriyetçilikle, devrimcilikle bütün köprüleri kendi kendinin tahribinde büyüyen gaddarca bir inkarla yıkmakta ve her an daha çok yıkmaktadır.
Saray’dan ilgi görmek ahir ömrünün en büyük payesi olmuştur. Emine Erdoğan’ı görmek karı koca Perinçekler’in yüzünde güller açmasına yetmektedir. “O kadar yani!”
Sosyal medyada olay olmaktadır, medyada olay olmaktadır, kendi kendine olay olmaktadır.
Medya gülü haline getirilmiştir. Öte yandan bu medya gülü aynı zamanda nefret öznesidir. Bu nefretin, sevilmeyişin farkına vardığında, aylar önce, “Tayyip Erdoğan düşmanlığı, bizim programımız değil, açık söylüyorum sevmeyin beni” derken sevilmediğin o denli bilincine varmış haldedir ki, o da zaten kendiyle aynı fikirde olmayan, kulak vermeyen, sevmeyen herkesten nefret ediyor: “Gözyaşlarınızı iade ediyoruz!”
Çünkü Perinçek’in sevgisi sadece “gerçek”edir!
Erdoğan’ın uyguladığı tiranlığı; despotluğu yetersiz bularak “milli diktatörlük”e geçmesini istemek sevilmeyen adamın öç alma çabasıdır: ‘Gerçek’i sevmeyenler için ‘Yaşasın Cehennem!’
Perinçek’te gerçek aşkı vardır. Böyle olduğunu sayısız kez belirtmiştir.
Perinçek gerçek’e âşıktır ama gerçek Perinçek’e karşı aynı duygular içinde olmadığı gibi en ufak sadakati de yoktur. Çık ıstıraplı bir aşktır. Perinçek’in gerçeğe karşı aşkı çağların en karşılıksız, platonik aşklarından biridir ve onun “Mecnunlaşmasında” etkin olan da bu karşılıksız zorunluluk ilişkisi ya da ilişkisizliğidir.
Gerçek onun Leylasıdır. O, Leyla’sını istediği her yerde görme ve Leyla onu asla anlamasa da o Leyla’yı anlama yeteneğine sahiptir. Leyla’yı diğer Mecnunlardan farklı olarak teorileştirebilir, o teoriye de her zaman belirli sayıda insanı inandırabilir. Çünkü, en başta samimiyetle inanan kendisidir. Böylece, o bir şey söylüyorsa “gerçek” odur. Üstüne gerçek yoktur. Tartışılması, aykırı görüş sürülmesi mümkün değildir, kabul edilemez, lafı bile edilemez. Eğer “gerçek” Perinçek’in bile fark edeceği bir şekilde savlarına, teorisine aykırılaşmışsa o Perinçek’in gerçeği açıklayamamış olmasından kaynaklanan bir şey değil, sadece gerçeğin namussuzluğundan ve liberalliğindendir. Gerçeğin, Perinçek karşısında gerçekliğinden vazgeçmesi kuşkusuz Perinçek’in değil gerçeğin suçudur.
HASAN YALÇIN’IN GERÇEK AŞKINI ELEŞTİRİSİ
Bunu muhteşem bir şekilde ortaya koyan ilk kişi o olağanüstü ironi yeteneğiyle ve humoresk ifade tarzı içinden Hasan Yalçın’dı.
Kaç kez ısrarla sordum, hele o yıllarda partinin hiçbir yayınını sektirmeden edinen biri olarak görmemiştim; olur a gözümden kaçmıştır filan, araştırdım ve bulamadım. TİKP’nin Sosyalist Parti’ye katılma –usül- kongresinde Hasan Yalçın’ın 12 Eylül öncesi TİKP dönemine ilişkin yaptığı o enfes özeleştiri mahiyetindeki, büyük coşkuyla alkışlanan “Nerede bir gerçek varsa onu biz söyleyeceğiz, bütün gerçekleri en önce biz söyleyeceğiz, bilmediğimiz bir gerçek varsa getirin onu da biz söyleyeceğiz, hatta gerçek gerçekleşmeden önce onu da biz söyleyeceğiz” ironisiyle doruğunu oluşturmuş konuşması hiç yayımlanmamıştı. Yayımlansaydı şimdiye dek önüme sürülmüş olurdu.
Neden?
Çünkü Hasan Yalçın’ın TİKP’nin yanlış politikalarına, saçmalıklarına getirdiği sübjektivizm – gerçekten kopuş eleştirisinin şahikası da “unutuluş halısı”nın altına süpürülmüştü. Başka türlü olamazdı, o eleştirinin hedefinde “Gerçek aşkıyla” Perinçek duruyordu.
Gerçekleri görüp algılamada benzersiz, kimse daha neyin ne olduğunu anlamadan şıp diye anlayan ve gerçeği daha oluşmadan bile bütün yönleriyle kavradığı gibi gelişmesinin olası bütün yön ve süreçlerini de belirleyen genel başkan o eleştiriden hiç hoşlanmamıştı ve en fazla orda kalsın istemişti.
Çünkü muhtemelen Hasan yalçın bile onun gerçekle olan zorunluluk ilişkisini kavrayamamıştı!
BURDAN İLAN EDİYORUZ OLAYI
Gerçeği bilmek, görmek, anlamak, özüne varmak en önce ve en yetkin olarak Perinçek’in işidir. Gerçek onda billurlaşır. O bunu anlatmak için eğip bükmez, pat diye, “burdan ilan ediyoruz” der, çoğun partisinin makam odasında, yanında put gibi duran takım elbiseli gençler ve bir de eski arkadaş görüntüsü eşliğinde hissettirilen “vay be, ne disiplin!” çalışması fonunda, ordan ilan eder. Ya işaret parmağını sallamaktadır, ya yumruğunu kararlılık ifadesi olarak kullanmaktadır: “Burdan ilan ediyoruz” Anlayan anlar, seven sever, sevmeyen sevmez… Ama gerçek ilan edilmiştir. Yapacak bir şey kalmamıştır.
Böylece, herhangi bir şeyin ifadesinin en gereksiz, en yanlış, kendi doğasına en yabancı hali onun Perinçek tarafından ordan ilan edilmesi suretiyle gerçekleşir. Bir doğrunun, olabilecek en berbat, en sevimsiz biçimde ifadesi nasıl mümkünse, Perinçek onu o şekilde ifade etme yeteneğine sahiptir!
Herhangi bir doğru, iyi, olumlu şey Perinçek tarafından ifade edilince artık, anında halkın algısında ve kabulünde zıddına dönüşüyor:
Perinçek Atatürk, 23 Nisan, meclisin mahiyeti üzerine doğru bir şey mi söylüyor; anında o doğru kendine yabancılaşıyor. Kitleler Perinçek’in önerisinin tam tersinde birleşiyorlar; doğru yalan oluyor. Değersizleşiyor
Perinçek Asya birliği mi dedi, o dediği için kitle Asya birliğinin kötü bir şey olduğunu düşünüyor
Perinçek Çin mi dedi, millet Çin’e karşı alerji duymaya başlıyor.
Perinçek Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba filan mı dedi, aynı şekilde…
Perinçek’in önerdiği övdüğü her şey olumsuz işlev kazanırken, reddettiği, karşı çıktığı her şey sempatik bulunmaya başlanıyor.
İşte o zaman tam bu noktada soru beynimi oyuyor: İşlev bu mudur?
Doğrunun, gerçeğin, olumlunun kendine yabancılaştırılarak reddiyesinin zihinlerde oluşturulması.
Tersine algının sağlanması.
Çünkü, Perinçek’i kızarak da olsa, alay ederek de olsa hatta söverek de olsa dinleyen, kulak veren kitle sağda değil solun kitlesi. Her ne kadar Perinçek artık sadece Saray ve erkanı için konuşuyorsa da söylediklerinin kitlesel karşılığı Cumhuriyetçi, solcu, devrimci kitlede bulunuyor. Birçok zaman olumlu, son 6 yılda ise tamamen olumsuz şekilde.
Sağın kitleleri için Perinçek’in önemi sadece “gerçeği görmüş” ve Reis’e biat etmiş biri olarak ara sıra acayip hoşlarına giden şeyler söyleyen eski bir münkir olmaktan öte bir değer içermiyor. Ötesi bir kulaklarından girer ötekinden çıkar.
Perinçek’in kendi elleriyle yarattığı trajedisi de budur.
BAŞTA PERİNÇEK, BUNA YANIT VEREBİLECEK BİR VP’Lİ VAR MI?
Emekçi sınıfların temel meseleleri diye kalın yazılmış ara başlıkla şunları tespit ediyordu Perinçek:
“Türk devrimi tasfiye edildi; milli devlet ortadan kaldırıldı; Türkiye fiilen bölündü; bir Mafya- Tarikat rejimi kuruldu; emekçi sınıfların gündemindeki en temel meseleler bunlardır.” ( 1 Mayıs 2011, Aydınlık )
Öyle böyle değil! Cumhuriyet yıkılmıştır, ülke bölünmüştür, milli devlet ortadan kaldırılmıştır, Mafya tarikat rejimi kurulmuştur.
Bunları kim yapmıştır? Yine Perinçek’in ifadesiyle; “İnönü’nün kesip attığı tırnak bile” olamayacak Erdoğan’lar. Yana iliştirdiğim kupürü bizahmet büyütüp okuyan görecektir ki düşmanlık denemese bile Perinçek’in o demeçte söylediklerini domuzun önüne atsan yemez. O kadar ağır, sert ve tıpkı üstteki tümcesindeki gibi antagonist çelişmelere işaret etmektedir. Yani çözümü zora ve iktidar olamaya dayanan çelişmeler.
Bunları söylediğiniz zaman “çare” olarak tek yol kalır: Silivri’den tahliye edildiği gece o yolu da açıklamıştır zaten:
“Buradan ilan ediyorum, Türkiye’yi bölenlerin iktidarını yıkacağız. … Tayyip Erdoğan’ların, Abdullah Gül’lerin, Fethullah Gülen’lerin iktidarını, hepsini birden yıkacağız. Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz. Hazırız.”
Yani bir devrim ve demokrasi meselesi gündemdedir. Sınıf mücadelesinin mevzisi ise Kemalist Devrim’dir. Yani ve yani Perinçek’in 2011 ve 2014’teki belirlemesi, stratejik bir durumun; karşı devrimin ve devrimin saflaşmasının resmedilmesidir.
Peki bu tablo, bu antagonist çelişmeler bir devrim olmadan nasıl tersine dönmüştür?
NASIL YANİ!
O tablonun yaratıcısı, değil Atatürk’ün İnönü’nün tırnağı bile olamayacak Erdoğan ve rejimi, insanlığın sınıflı topluma geçtiği aşamadan bugüne kadar hiçbir şekilde görülmemiş, görülmesi tahayyül ve tasavvur bile edilemeyecek bir pratikte nasıl kendinin zıddı; Türk devriminin tasfiyecisi olmaktan Atatürk’ün safına geçmiş, milli devleti ortadan kaldırmışken nasıl yeniden milli devlet inşacısı, nasıl fiilen Türkiye’yi bölmüşken birleştirici; bir Mafya- Tarikat rejimi kurucusuyken “Vatan savaşçısı” konumuna dönüşmüştür?
Ya bunun ikna edici bir açıklaması mümkünse yapılır ya da daha ikna edici olarak “biz önceki tespitlerimizin hepsinde yanılmıştık” denir.
Ama gerçeği herkesten ve hatta gerçek gerçekleşmeden önce gören Perinçek bunu söyleyebilir mi?
Söyleyecekleri tek şey gerçeğin değişmiş olduğudur.
“Nasıl” sorusu kızgınlık verici, hatta ABDABNATOYCHPKKİPFETÖMLKP ile diğer bazı harflerin yan yana getirilmesi yoluyla organize edilen güçlerin zihinsel algı operasyonunun ürünü bir sorudur.
“Nasıl” önemli değildir “gerçek” önemlidir ve gerçek Perinçek’le gerçek olur. ( Bu da slogan armağanım olsun)
MİLLİ HÜKUMETİN GERÇEK BAKANLIĞI VE BAKANI
Dolayısıyla, sosyal medyayı ve HDP’yi kapat, Netflix’i mahvet, Cia – ABD ideolojik kültürel hegemonyasını ez, milli diktatör ol… çağrısı da gerçeğin içinden yapılmıştır.
Ama el insaf ey Tayyip bey! Bu da mı “milli hükumette bir bakanlık” getirmez.
Mutlaka getirmeli.
Ve Perinçek derhal Erdoğan hükumetinde bakan olmalı.
Ona en yakışan bakanlık olan Gerçek Bakanlığı kurulmalı ve ilk gerçek bakanı olarak da Perinçek atanmalı.
Perinçek’in gerçekle ilişkisi, bağıntısı ancak ve ancak ‘Gerçek Bakanlığı’ bağlamında kıymetlendirilebilir.
Mecnun Leyla’yı gömer ve gerçek olan ilahi aşkı bulur. İlahi!