Pascal Mercier gibi çağdaşımız donatılı dünya yazarları günümüz dünyasında insanların toplumsal sapaklarını, çıkmazlarını iyi kestirerek inançtan doğrudan söz etmeseler de duygusal kalıplarla örülmüş eski anlatıların çağcıl çeşitlemelerini kurgulayarak bir gereksinimi tüketim nesnesine dönüştürüp sürekli kılmanın yolunu buluyorlar.
ZEKİ Z. KIRMIZI
Giderek hakkında düşüncemin olumsuz seyrettiği bir yazar Pascal Mercier (Peter Bieri). 1944 İsviçre (Bern) doğumlu yazarı, üçüncü kitabı Lizbon’da Gece Treni (2004[1]) romanıyla benimsemiştim. Ama arkası gelmedi. Daha doğrusu geldi. Lea’yı (2007) yarım bıraktım, okuyamadım. Sanırım son romanı olan Sözlerin Ağırlığı’nı[2] (2020) okumak için kendimi zorladım, direttim, sonuna dek okudum ve sonuç yine çok iyi olmadı. Benim açımdan yanlış bir yolculuk oldu. İkinci romanı olan Sahnede Ölüm (1998) ve felsefeci olarak yazdığı kitaplarından Özgürlük Zanaati’nin de (2013) dilimize çevrildiğini ve ikincisiyle Tractatus Ödülü aldığını belirteyim.
Bende doygun, uydumcu bir Avrupa entelektüelinin giderek karmaşıklaşan dünya yüzyılına geçmişten yedeklenmiş bayat biçim ve içerik çözümlerini öneren gecikmiş biri izlenimi veren Mercier’nin yapıtının yolunu açan bakış açısının tam tersi olduğundan kuşkum yok. O da artık unutulmuş değerlere, duyguların ölümsüz gücüne, derin ve karmaşık (sofistike) seçkinci davranılara gönderme yapacaktır. İnsanlığın Avrupa katında birikiminin özellikle felsefe ve dilbilimsel kavramlaştırmalarına ama bundan önce görünmez nedenselci sorgulamalarına, usun özgüvenli ve yaşamı kolaylaştırıcı saydamlığına, tüm yaşananlar bir yana sahip çıkmasında sakıncalı ne olabilir? Us yapının arkasında işleyişini sürdürüyorsa daha ne isteriz? Ağlatılar ve güldürülerimiz, çatışkılarımızla tanımlanmış kurgu-yapıların içerisinde pupa yelken duygu(sal) dalgalarımıza kendimizi bırakalım ve üstelik yine kendimizi tanıma yolunda yeni dil kalıbında eski dille hoşbeş edelim. Kötü mü? Bir sorun varsa şurada. Tüm izlekler, oldukça eğreti, yapay ama küresel köyümüzün yadırga(t)mayacağı biçimde eklemlenmiş olsalar da artık yakıştırılmış, yapıştırılmış (basma)kalıpların ötesinde yankılanamıyor. Yirmi ve hele yirmi birinci yüzyılın yazarının işi çok zor. Bu nedenle ikiye bölünüyor yeni çağ anlatıcıları. Eski anlatımı hortlatarak, güncelleyip yeni dünya aygıtları (tensel-tinsel davranış biçimleri, söyleşim yordamları, insan tümleşkesi aracı donatılar, vb.) ile dirilterek okurun neredeyse genlerine işlemiş kaç yüzyıllık tutucu, geleneksel beklentilerini okşayan yazarlar bir yanda, algıya çarpan tüm fizik-metafizik kütlesel baskılara meydan okumayı sürdüren, kolaycılığı köktenci bir tutumla yadsıyan ama amaçları kasıtlı ve anlamsız (absurd) güçlükler yaratmak da olmayan, kavranılmazlaştırılmış dünyanın gerçekçiliği (yani kavranılmazı kavranılmazca anlatmak, yansılamak) yerine yeniden anlamla(ndır)ma çabasında çok katmanlı içerik ve biçimleri denemekten yorulmayan yazarlar öte yanda…
Yapılanla uzak, yapanla ve yapma biçimiyle yakından ilgili iyilik
Pascal Mercier’nin felsefeci, öğretmen geçmişi, özellikle söz (parole) ve sözün köken, iletim, aktarım biçimleri üzerine araştırmaları, dil(ler)in büyülü derinliklerine dalmayı sevmesi genelde yapıtını kurtarmaya yetmiyor. Yirminci yüzyılda kurtulabilmesi için yüzyılı özellikle Avrupa’da biçimleyen tarihsel, siyasal ana başlıklar, dönemeçler arkada (fon) ya da önde çerçeve olarak yeterli olabilirdi. Ama yirmi birinci yüzyılda yirminci yüzyıl bile tarihsizleş(tiril)di neredeyse. Yeri gelmişken belirtelim ki bizde İbrahim Yıldırım gibi birkaç yazarımızın dışında anlatının dilini anlatının izleğine (tema), konusuna, nesnesine dönüştüren pek olmadığı gibi buna karşılık Batı yazınında bu türden bir eğilim güçleniyor. (Örneğin, Javier Marias.) Bu bir bakıma anlatının ikinci bir bakış açısından çıkışı denemesi, tekli (monistik) eski düşleme yoğunlaşmanın, özü tözlemenin yordamına geri dönme çabası olarak yorumlanabilir. Yani dünya ya da dışarısı elden kayıp gidince dilin elinde yine dilin kalması ve onun büyüleyici gücünün biricik açıklaması olarak yine kendine başvurması diyebiliriz bu tür belirtiler için. Yıldırım için daha özel bir yorum gerekir, çünkü onun yazınsal (poetik) sorunu biraz daha karmaşıktır. Mercier’nin yapıtında ise dil dile bakarken aynı zamanda yapıt yapıta koşulur. Roman başkişisi Simon Leyland romanın sonlarında yazmaya başlar ve anlatı içinde anlatı oluşur. Bunun görünge açmakla değil doğurganlıkla, çizgisel akışla ilgisi olduğunu belirlemekle yetinelim.
Sözcüklerle iş gören Avrupa entelektüellerinin ulus aşırı (Avrupalılık anlamında) buluşma ve kopuşlarının romanın zamanına yayılmasını sağlayan şey aynı zamanın hesaba alınmamış, beklenmedik kırılmaları. Fiziksel olarak iki katmanlı çatılan Sözlerin Ağırlığı, yukarıdaki nedenlerle elbette günümüzde az da olsa yadırganabilecek bir dilsel tumturağa (retorik) başvurur. Buna göze sokulan biçemcilik (üslûp) diyelim. Ardçağcı kimi dünya yazarları ise tersi bir uygulamayı öne çıkarır, biçem yadsınır, içerikler yerinelenir ve anlatıcı tüm başka yerdelik ve zamandalıklar karşısında istifini hiç bozmaz. Olağanüstüyü doğallaştırmak, her şeyin olabilirliğine iman etmek, dünyanın karşısında asla şaşırmamak… Sanırım bu yordam yeni okur beklentilerini daha çok karşılıyor. (Anımsatma: Düşlemselliği (fantastik) bu boyutuyla ayrıca tartışmak gerekiyor.)
Her kişi çift yanlı bir değer çatışması yaşar, yaşadıkça dengesini yitirir, sonra yeniden oluşturur (geçici olarak). Bu tür roman tüm yitirim yaralarının sarıldığı bir koza olarak kapanır. Sanki anlatılarak, yani kurguyla yitirilen kazanılmış, giden geri dönmüştür. Ama bu, romanda romanla değil, teolojik iyiliğin (Mesih) aracılığıyla gerçekleşir. Demek ki tansıksız (mucize) ‘mutlu son=cennet’ olanaksız… Sözlerin Ağırlığı, ana izlek olarak derinliklerinde tam da bu tartışmayı yürütür: İyi(lik) nedir, diye sorulmaz. İyi(lik) nasıldır, gerçekleş(tiril)ebilir mi, nasıl gerçekleşirse doğrudur, sorusu tartışılır. Hatta sorun iyilik yapılanla uzak, iyilik yapanla ve yapma biçimiyle yakından ilgilidir. İyilik yapılabilir mi? Sanırım Pascal Mercier tüm bu ve benzeri sorulara, Simon Leyland kişiliğiyle, ona her şeyi önce yitirtip sonra yitirdiklerinin boşluğunu kendi gibi başka yitirenlerle doldurmasını sağlayarak, olumlu bir yanıt veriyor. “Kafasını meşgul eden başka bir soru daha vardı. Kimi tanıdım ben, gerçekten tanıdım? Kime yalnızca alıştım?” (76) Tansık, Avrupa Hristiyan ekininin kaynağındadır ve sınanmışların ilki İsa Mesihtir. Sonuncusu Simon Leyland olmayacaktır kuşkusuz…
Bir şey değişir ve sonra her şey…
İtalyanca çevirmenidir. “Leyland zamanı unutmuştu. Çalışmıştı. Sözcüklerle çalışmıştı.” (54) Londra’da ölen ve entelektüel tapınağı olan evini yeğenine bırakan amcası Warren Shown da dilbilimcidir. Akdeniz dillerini haritalayarak araştırır. Komşu Kenneth Burke ise amcadan yeğene tümleyici bir köprüdür. Toplum dışına atılmak üzere (marjinal) olan, toplumun anlamakta güçlük çektiği, üstün niteliklerini, yalın bilgeliklerini kavrayamadığı romanın öteki sıra dışı kişileri (Galli lokantacı Patrick Killroy, Simon’un kızı Sophia, oğlu Sydney, tutuklu Andrey Kuzmin, anne-oğul yayıncı Christie’ler, vb.) gibi… Sağlık dizgesi, karısı Livia’yı gözünün önünde koltukta otururken yitiren (“Cesaretimi toplayıp sana baktığımda, sakin yüzün daha da sakinleşmiş gibiydi. Yüzünün hatları bir nebze daha geri çekilmişlerdi, kendini dünyadan geri çeken ve bir daha asla oraya dönmeyecek bir yüzdü o. Tenin de bir ton daha solmuştu, bütün yüzüne, yavaş yavaş ve durdurulamayacak bir şekilde bir yalnızlık ifadesi gelmişti, sanki o katıksız hareketsizlik tahrip edici işini tamamlıyordu.” s.130) Simon’a, karıştırdığı röntgen filmleri yüzünden yanlış, ölümcül bir tanı koyar ve romanın genel akış düzlemi belirir. Birkaç ayı kalmış Simon Leyland ölümünden sonra karısına seslenişlerini okur (“Yerin boştu, yokluğun salonu dolduruyordu. Yarısı dolu fincanın hâlâ köşedeki sehpanın üzerindeydi.” s.133) ve yeni mektuplar yazar. Yaşam ve ölüm üzerine düşünür. Livia’dan kalan yayınevini satar (“Leyland oturdu. ‘Maria, fazla ömrüm kalmadı,’ dedi, ‘bir…bir tümör buldular.’” s.94) ve Londra’ya, amcasından kalan eve gider. Tanının yanlış olduğu biraz iş işten geçtikten sonra öğrenilmiştir. Birkaç aylık boşluk yaşamı üstlenme biçimi konusunda yeni yaklaşımları denemeye taşır kahramanımızı. Her şey değişecek, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Kazanılmış ikinci yaşam, ikinci yaşamı hak etmiş tüm öteki insanlar için harcanabilir. Tutukevinden çıkmış Andrey Kuzmin’e ev satın alınır, Christie’lerin batan yayınevi kurtarılır, dünya küskünü Kenneth Burke (çello çalmaktadır) tekrar çalışma yaşamına kazandırılır, lokantacı Patrick Killroy’a (saksafon çalar) yeni işi için destek olunur, bilinmeyen yazar Paolo Michelis’in yazdığı ilk dev romanının basımı sağlanır, vb.
İyilik doğmuş, nasıl iyilik üzerine düşünülmektedir. İyilik yaparken insanları incitmemek olanaklı mı? İyilik yapılan değil yapan yaptığı iyilikle nasıl yüzleşecektir? Mercier bunları diller ve sözcükler üzerinden kurguladığı bir seçenekli akış çizgesi (algoritma) tabanına oturtarak ilerletiyor. Başkişi de içinde olmak üzere tüm roman kişileri yaşam sıçraması yapmanın eşiğine gelir. O güne değin getirdikleri çizginin dışına, ötesine geçerler. Tansık kavramı bu eşiklerde tam yerine oturur. Yitiş ya da kurtuluş… İlki için romanda örnek azdır. Unutulmuş kadın yazar Francesca Marchese’nin göğüs kanseri ve iyilik hakkında son romanını yayımlamaktan vazgeçmesi… İkincisi için yukarıda örnekleri saydım, başkaları da var.
Gerçekte romanın derin kurgu yatağı bir dizi tansımayı imlemektedir. Bir şey değişir ve sonra her şey. Neden kurtuluşa doğru diye sorabilirsiniz. İşin püf noktası, duygusal anlatı (melodram) yağmacılığı ve eskinin içeriksizleşmiş kalıpları (klişe) işte buradan doğar. Eski ve insanların içini titreten duygu taşmalarını dilin ussallığı, duru biçimi yüzeyde denetliyor gibi görünse de derinlerde beklenmedik tansığın yol açtığı bir dizi dönüşüm iyiliğin gücü ve arınmanın (katharsis) yolu olarak romanı dokur. Aktöre sinsidir böylesi romanlarda. Ölü sevgiliye mektuplar ölmeyen aşkı kazırken yüreklere, dünyanın tüm itilmiş kakılmışları, haksızlığa uğramış (aslında seçkin) kurbanları onca bastırılmış yetenekleriyle ortaya çıkar ve tansığın sürmesini sağlarlar. İyilik dünyayı tetiklemiş, ele geçirmeye koyulmuştur bile.
Pascal Mercier gibi çağdaşımız donatılı dünya yazarları günümüz dünyasında insanların toplumsal sapaklarını, çıkmazlarını iyi kestirerek inançtan doğrudan söz etmeseler de duygusal kalıplarla örülmüş eski anlatıların çağcıl çeşitlemelerini kurgulayarak bir gereksinimi tüketim nesnesine dönüştürüp sürekli kılmanın yolunu buluyorlar. Yani tüm duygu sömüren anlatılar gibi sayrık (marazi) bir önermeyi alttan ya da açıktan seslendirir dururlar. Bu ciddi bir tuzaktır yalnızca okurluğumuza değil hepimize. Sorun, duygusallık ya da duygu yoğunluklarında değil, duygulardan inanç biçimleri (tarz) geliştirmektedir. Bu dünya tutkularımızı doyurmayacak, açlığımızı gidermeyecek ama öylesi bir dünyaya giden dikenli yolda hepimizi sınamış olacaktır. Cennet başka türlü hak edilemeyecektir çünkü. Mercier üzerinde uzun uzun durmamın nedeni işte tüm bu imlediğim noktalar…
Gerçekten güneşin altında yeni bir şey yok mu
Dört noktaya daha değinip yazımı bitireyim:
- Romanın öne çıkan izleklerinden biri de Haneke filminin izini sürer. (Michael Haneke, Amour, 2012). Roman daha sonra yazıldığına göre Mercier bu filme dolaylı gönderme yapıyor demektir. Belleğim yanıltmıyorsa doğrudan bir göndermesi de vardı bir yerinde ama bulamadım. Acı çeken sayrı eşini boğarak öldüren ve sonra kendine kıymak isteyen bir adamı anlatan film aynı içeriklerle romanda birkaç kez yineleniyor. Mercier’nin tartıştığı ise yargının bu olayı geleneksel hukuk ilkeleri içinde görüyor olması ve yargıçların yasayı uygulamakla yetinerek kişisel yorum katmaktan çekinik durmaları. Ölümcül sayrının ölme isteğinin yasal hak olarak tanınması (ötanazi) sorunu felsefeyle sağaltım uygulamalarını yakıcı biçimde karşı karşıya getiriyor. Öldürüm (cinayet) bazen kaçınılmaz ve doğrudur. Yargı somut, biçimsel suç kavramını esnetmelidir görüşü öne çıkıyor romanda.
- Yayımlamaktan vaz geçtiği romanında yarattığı varsıl kadın kişi Chiara Palladio’nun, iyilik yapmayı yapan açısından bunalıma, hesaplaşmaya dönüştüren sorgulamaları üst-anlatıda (Sözlerin Ağırlığı) da genişletilerek ana izleği oluşturuyor. Romanın belirgin konusu da Simon Leyland’ın yakınlarına verdiği destekle ilgili.
- Roman diller, diller arası ilişkiler, sözcükler ve doğal olarak çeviriyi de önemli yan izleklerden biri olarak sürekli gündeminde tutuyor. “Diller, hayatın ezgilerinin ifadeleridir, dili değiştirdiğimizde dünyada ve hayatta farklı oluruz. Ruh hali dilden dile değişir. Bu yüzden de, insan ilişkilerinin her dilde farklı bir sıcaklığı vardır.” (389)
Hemen her söyleşim ya da yazılı anlatım (örneğin mektup) bir dil(bilim)sel olgunun izini sürüyor. Ölen karısına yazdığı mektubunda ‘virgül’ iminin işlevini tartışan (428) Simon Leyland, örneğin çeviri ve çevirmen tutumuna ilişkin, “Çevirmen olarak yazarın hayatından tekrar çıkılması iyidir. Çevirmen kendi hayatını sürdürür, böylece çevirinin yarattığı yakınlıktan kurtulduğuna sevinir,” (234) diyor. Sözcükler üzerinden yürütülen dilsel kazıbilimi ortak köke yönelik bir girişim gibi görünürken tersine Avrupalılaşmanın bir aracına da dönüşmektedir.
- Sonunda Simon Leyland da yazacaktır (Özsağaltım). Yazacağı romanın karakterini adım adım hesaplaşarak oluşturur başkişisi olduğu romanın sonlarına doğru: Louis Fontaine nasıl biridir? Nerede yaşar? Nasıl konuşur? Kaç yaşındadır? Roman adım adım ilerler. Leyland’ın yazdığı öykünün kişisi Fontaine emekli öğretmen olacaktır ve yaşamdan bıkmış usanmıştır. Öykü onu bu umutsuzluğundan kurtarabilir mi? Öykünün yazımı zaman zaman tıkanır, ilerlemez. Komşusu Burke, Simon’un önünü açar: Belki başka kişiler yaratması gerekiyordur. Ressam Julie’(nin eklenen öyküsü). Fontaine, Calais dinlencesinde ablasına bir mektup da yazabilir. Artık daha umutlu, daha iyidir çünkü. Umutsuzluğu silinmektedir. Biri onun resmini yapmıştır, bir kıza Fransızca ders vermekte, kötürüm bir kadınla satranç oynamaktadır. Yıldızlı gökyüzünün şimdi bir anlamı var. Uzun zamandır görüşmediği eski dostu Louis’e de ağır hasta yatağındayken bir mektup yazar. İyileşmiş ve iyileştirmektedir Simon Leyland’ın öyküsünün kişisi (yani öykü içinde öykü kişisi) olan Fontaine. Topluma katılmaktadır. Öte yandan yazdığı öykü aynı zamanda yazarı Simon Leyland’ın da öyküsüdür. “Şu anda, ömrüm boyunca hayatın artık başlamasını beklemiştim gibi geliyor bana. Sanki kendi hayatımda asla tamamıyla varolmamışım, bulunmamışım gibi. Ama neyi bekledim ben? Nasıl bir şey başlayan bir hayat sayılır – içinde hiç çekinmeden, şimdi yaşıyorum ve böylesi iyi, demeye hazır olacağım bir şimdiki zaman sayılır? Hiçbir fikrim yok – ve bu beni şaşırtıyor, hem farkına varmadan bekleyişim hem de sezemeyişim şaşırtıyor, tuhaf, kafa karıştırıcı bir fikirsizlik.” (10)
Onun iyileşmesi yarattığı öykü kişisinin iyileşmesini birebir yankılar. Yazmak sağaltır.
Gerçekten güneşin altında yeni bir şey yok mu ya da hep kendimizi başkası yerine geçirip aynı şeyi yeniden mi anlatırız?
Sormuş olayım.
(Nisan 2022)
[1] Ayraç içinde tarihler, yapıtın özgün dildeki ilk basımını gösteriyor.
[2] Pascal Mercier; Sözlerin Ağırlığı (Das Gewicht der Worte, 2020), Çev. İlknur Özdemir, SİA Kitap Yayınları, Birinci basım, Kasım 2020, İstanbul, 484 s.