Öykücü Cemil Kavukçu, Necati Tosuner’e ne borçlu?

Sevinç öteki yandadır. Bakışın arkasını dolduran şeyden geliyor olmalı anlam. Kasırganın gözünün gördüğü, benim incelmişliğim, eksilmişliğim, yetersizliğim, vaz geçmişliğimdir. Öyle güçlüdür, yıkıcıdır ki erişilemezlik nesneleşir, billurlaşır, sessizlik ve iletişimsizlik kar olur yağar tüm evrenin üzerine.


ZEKİ Z KIRMIZI, 1953’te Rize’de doğdu. Babasının kamu görevlisi olması nedeniyle ilk-orta-lise öğrenimini Bulancak, Giresun, Trabzon, Gaziantep ve Şanlıurfa’da tamamladı. 1975’te İstanbul Üniversitesi Jeoloji Yüksek Mühendisliği bölümünü bitirdi. 2018’e dek Yerbilimi (Ankara, MTA) ve kentiçi ulaşım planlama (İstanbul, İETT) alanlarında kamu görevi yaptı. İlköğretim çağında Jules Verne, Jack London’la başlayan “okur”luk bir daha da yakasını bırakmadı. 2006’da okuma eylemine yazma eylemini ekledi. 2010’da ise yazı çalışmalarında eleştirel deneme, yorum ve yazınbilimine odaklandı. “Kentiçi Ulaşım Terimleri Sözlüğü” ile “İstanbul Kentiçi Ulaşımı Zamandizini” adlı çalışmalarını 2012’de, “Boşluk Yontucusu: Rilke Şiiri”ni ise 2017’de yayınladı. Basılı ve sayısal yayınlarda Türk ve dünya yazını, yazarları ve yapıtları üzerine değişik çalışmaları bulunan Kırmızı’nın yazıları www.okumaninsonunayolculuk.com adlı kişisel sitesinden takip edilebilir.


I. KASIRGANIN GÖZÜ NE GÖRÜR?[1]

Son yılların (2008) umutsuzluk dolu yazı kazısında okumada direnmeyi yine de haklı çıkaran bir pırıltı, ışıltılı bir küçücük pırlanta: Kasırganın Gözü.[2]

Ve utanarak belirtmeliyim ki ertelediğim yazarlardan biridir Necati Tosuner. Bu eşsiz pırlantayı yontan Türkçe(nin) ve ‘yalnızlığın’ bu büyük yazarına haksızlık etmişim. Bir önyargı taşıdığımdan değil. Hiç değil.

Türkçe yazmanın, öykü kurmanın ne olduğunun güncel kanıtı bu kısa anlatı, tinsel durumu birden açığa ve kavrayışa çıkaran, epifanik haiku gibi okunabilir (Bkz. Roland Barthes)[3]. Belki de böyle okunmalı. Çünkü çağrışımlar, izlenimler, görüntüler aralandığında ortaya çıkıp kendini gösteren, hem de birden, olduğunca gösteren şey neredeyse saltık bir ‘yalnızlık’. Çağrışımlarından ve göstereninden kurtulmuş bu tümel gösterge-yapıt, dolayımları bir bir silerek, silkeleyerek geriye çırılçıplak gerçeği çıkarıyor. Şimdi bu yalnızlığa dokunabilirsiniz! Hadi deneyin, okuyun ve dokunun. Yalnızlığı duyumsayacaksınız parmağınızın ucunda.

Orada olmak yine orada olmaktır

Bu; metnin, yazı dilinin kesintili ses akış düzeniyle ilgili olabilir. Bu biçim yazarınca özenle kullanılmıştır. (Eksiklik değil yetkinlikten söz ediyorum dille ilgili olarak). Ama buradaki asıl güçlük ya da sorun, tıpkı bir bestecinin ses değerleri ve sessizlikle (es) kurduğu dengeler gibi matematiksel bir uygulamanın gerçekleştirilmiş olmasında. Hem anlambirimi hem ses-biçimbirimi olarak örgütlenmiş çift işlevli tam, yarım, çeyrek seslerin öngörülmüş ölçü ve ses dizileri içerisinde suskularla (es) kesilmesinden elde edilen ve kanın damarlara yaptığı basıncı, nabız vuruşlarını andırır dizem bu müzik etkisinin kaynağını oluşturuyor. Bu bir senfonik etki olmayabilir[4], bir sonatin ya da bir şarkı parçası. Ama sonuç değişmeyecektir: İliklerine değin duyumsanmış yalnızlıktır bu.

Kasırganın Gözü ‘tropik kasırgalarda batan hava çekirdeği’ olduğunca Tanrının gözü de olabilirdi, eğer payımıza yalnızca ve yalnızca ‘yalnızlık’ düşmeseydi. Göz, Kurosawa’nın gözünü anımsatır hemence.[5] Bir tansık gibi dağların ve karanlık yağmur bulutlarının arasından bakan göz ve onunla gelen nükleer ölüm… Bu bakışın boyunduruğu altındayız ve Necati Tosuner bunu bilerek ve acı yüklü yerleşik diliyle diyor ki, bu bakışın gördüğü de bizim ‘yalnızlığımızdır’.

Çıkış noktamız, genel varsayımımız, ötekinin yapıp ettiği, yaşadığıdır. Bizi yedekleyen şey, payımıza düşen ise eninde sonunda ölümdür. Tutunma çabamız, ısrarımız bundandır ve ‘tutunamamaktan düşeriz’ (Bkz. Birhan Keskin şiiri). Başkası öldürücü, kıyıcı gözdür, biz ona yaşam yükleme ısrarından hiç vazgeçemesek de. Çünkü öykümüz yeniden diriliş öyküsüdür. Bir tansıksı bakışla ölü bedenimiz kalkacak, soluk alıp verecek, yürüyecektir. Ama her kezinde bakış, aslında bizim de bir parçası, gözün gözü olduğumuz bakış, dondurur bizi, yere serer, bir daha öldürür (Bkz. J.P. Sartre, ‘Medusa’nın bakışı’). İç sesimiz, sızlanmamız, şarkımız sınırsız boşluğu, nedensizliğimizi dolduramayacaktır ve ‘yalnızlığımız yazgımızdır’.

Sevinç öteki yandadır. Bakışın arkasını dolduran şeyden geliyor olmalı anlam. Kasırganın gözünün gördüğü, benim incelmişliğim, eksilmişliğim, yetersizliğim, vaz geçmişliğimdir. Öyle güçlüdür, yıkıcıdır ki erişilemezlik nesneleşir, billurlaşır, sessizlik ve iletişimsizlik kar olur yağar tüm evrenin üzerine.

Kıpı(rdama). Umutsuzluk girişimi. Bir çığlık duymadığını kim söyleyebilir? Her kıpı bir çığlık olmalı. Umutsuz, yırtıcı, dehşetli.

Ölümle (kasırgayla) gelen belki bizi dindirecek, yatıştıracak, umuttan ve umutsuzluktan kurtaracaktır. Öyleyse neden ölüm olmasın yalnızlığın son bulacağı son yer (durak)?

Bu sorunun yanıtı Dasein[6]. Dasein.[7] Çünkü Dasein, Dasein’dır. Dasein’ın Dasein olmaması olanaksızdır. Orada olmak yine orada olmaktır.

Necati Tosuner’i bu minik anlatısıyla da olsa tanıdığım için mutluyum. Ama benim kalan yaşamım, onun yapıtıyla buluşacaktır yine, biliyorum.

II. ÇILDIRININ EŞİĞİNDEYİZ[8]

Tosuner’in 23 yıl aralı iki anlatısını okudum peş peşe. Karşılaştırma yapmak istedim. Daha önce Kasırga’nın Gözü’nü (2008) okumuş, beğenmiştim. Sondan bir önceki ve Susmak Nasıl Da Yoruyor İnsanı’nı öndeleyen yapıt hakkında aynı yılda (2008) yukarıdaki yazıyı (Bölüm I) yazmıştım. Tosuner’in yazıyla temel ilişkisini bir yerinden kavrayabildiğimi düşünüyorum.

*

Kendi yazı çizgisini sürdürdüğü, yazıdan hemen hemen aynı şeyi anladığı açık, yazarın. Erken yıllarında biçeme ilişkin kanılarını oluşturup güçlendirmiş belli ki. Birçok yapıtıyla önemli ödüllerden çoğunu almış olması da genellikle bu düzeyi tutturduğunun kanıtı. Önemli yapıtlarının çoğunu okumadığım (ama okumayı tasarlıyorum) için genel şeyler söylemek istemiyorum. Kitap odaklı konuşacağım burada.

Çılgınsı[9] 7 öyküden oluşuyor. Çoğu 80’li yılların öyküleri… Öykülerin ortak izleği kadın erkek arasında zamanla eksilen şeyin ne olduğunu erkeğin anlama çabası. İçtenlikli dil bu yazının aynı zamanda bir kişisel hesaplaşma olduğu duygusunu veriyor okuyana. Ama koşul değil. Özne erkek ve onun açısından irdeliyoruz yaşamı. Yazarın okurla özdeşleşme, onayını alma derdi olduğunu sanmıyorum. Hesaplaşmasının dürüstlüğünden, ciddiyetinden belli bu.

Rastlantıya şans tanıyan, çağrışımsal, anlık bir öyküleme (kurgu) düzen(sizliğ)ine başvuruyor olsa da, tüm bu parça bölük görüntünün arkasında bir yürek ezintisi, özenli okurun bulup bilince çıkartabileceği bir duygu perdesi, yani bir odak var. Hatta bunun bir rengi, kokusu(zluğu) bile var. İlginç olan, Tosuner’in yazını bir uzmanlık uygulaması görüntüsünden kurtarması, bunun için uğraşması. Oysa işçilikten yana döktüğü göz nuru ve emek pek azımsanacak gibi de değil. Bu kolay, parçalı, dağınık tümcelerin, anlatımların uzun uğraşılara, zorlu emeklere bağlı oldukları anlaşılıyor ama bu en çok yeni yapıtlarında böyle. Çılgınsı’da yazar 46 yaşında, Susmak’da[10] ise 69.

III. SUSMANIN AĞIRLIĞI[11]

Geleneksel anlatı beklentisini en başından kırmış görünen yazarımız özgünlüğünü çalıma borçlu değil. Ama kendisini didiklemesinin, hoşnutsuzluğunun ona bu biçemi sağladığını düşünmek zor değil. Öyle sanıyorum sayısız insanın paylaştığı o büyük yanılsama, yazarımız için erken yaşlarından başlayarak geçersizdi: Kusursuzluk, bütünlük anı. (Bir an için bile olsa.) Herkesin içinde yitmek, görünmez olmak. Bu olmayınca ‘kusur’ yazının temel öğelerinden birine, dile, yani imgeye dönüşüyor. Dikkati daldan dala zıplayan, kararsız, tek izle yetinmeyen, izleri birbirine dolayan, soyut, görünmez Tanrı anlatıcı olmayı asla başaramayan ve başaramayacak olan, dönüp dönüp kendine, somutuna, algısına (imgesine) düşen ve hep düşecek olan, aşırı özgüvenle özgüvensizlik arasında çırpınan, dışarıdan gelecek bakışa bağlanan, onsuz olamayacak olan ama dışarıyla da yapamayan bir(inin) dil(i).

Bizim Hiroşima’mızın anlatıcısı

Benim Tosuner’de yarım yamalak okumamla üzerinde duracağım şey bu olabilir(di). Arka arkaya tümceler özne, eylem, nesne tutarlığı ve sürekliliğini varoluşsal nedenlerle gösteremeyince basamaklanacak, birbirine olan göndermeleri geniş bir belirsizlikler alanı içerecek, okur bu büyük uçurumun üzerinden atlayacak, atlamak zorunda kalacaktı. Tosuner okumak keskin kayalarla dolu, parçalı, kırıklı, inişli çıkışlı bir arazide yürümek gibi. En az yazar denli çaba harcamak ön koşul. Çünkü yazarımız haklı olarak daha azını kabul edemez, onun acısını başka biçimlerde, zamanlarda da olsa çekmek zorundayız. Yapıtı bizim ortalama duyarsızlığımıza, sağırlığımıza atılmış güçlü bir tokat ve ben bu ülkenin Türkçe okuru olarak bu güçlü tokadı çoktan hak ettiğimizi düşünüyorum.

Necati Tosuner bizim Hiroşima’mızın, Nagazaki’mizin anlatıcısı. Bellek sarsıntımızın (travma) dışavurumu. Onun elinde olmayan sapması, anlatısı üzerinden bizim sapmamıza dönüşüyor ve aslında tümümüzü kapsayan soruna yöneliyoruz. Böyle dememe bakmayın yine de, ancak cesareti olan yöneliyor kendi tedirginliğine… Uzun atlamalı, kesintili akım, kütle duygusunu kaçınılmaz kılıyor. Bir kütle var ve bunun ağırlığını duyumsuyoruz. Buna karşı-maddenin, boşluğun (hiçliğin) kütlesi demek daha doğru olur. Boş madde(sizlik) olanca yeğinliğiyle sırtımıza biniyor ve çırpınmalar, kıvrantılar içre devreleri devrelere ekleyerek, varlığı varlığa, sözü ötekine derken, umutsuz bir resme sıvanıyoruz.

Üstelik sevgili yazarımız bu varoluşsal umutsuzluğun üzerine toplumsal çıkmazı, tıkanmayı, boğuntuyu da eklemek zorunda kalıyor. O kendi kusurunun aslında orada, toplumsal bir kusur olarak izlenceli bir güç uygulamasının aracına dönüştüğünü görüyor ve göstermek zorunda kalıyor. Eğer yazar yalnızca kendi olsaydı, bir şeyin (toplumun) içinde olmasaydı, ‘bu kusurluluk düşüncesine bağlı takınak iyi ki var da yazıda somutlaştı’, der geçerdik. Sonuçta has okuru, önündeki yazı ilgilendirir, ötesine bakınan okur ayıp ediyor, demektir, bir ötesi olsa, bu kaçınılmaz olsa da.  Siyasa yazıya kaçınılmazca bulaşıyor. Bu öznel(likle dolu) metinler verdiği izlenimin tersine siyaset yüklü. Çünkü takınaklılık ark yapar. Siyasetten Ben’e (ya da tersi) geçiş beklenmedik ve hızlı olur. Köprüler kurulur ve birden yıkılır. Serttir düşüş ve acı verir.

Gök boşluğuna salınmış şu uzun çığlık

Odak (takınak) soyut, görünmez bir varlık, boşluk olunca bu boşluğa düşen dünya(lık) rastgele uçuşan göktaşları izlenimi verebilir. (Kara)delik; göktaşlarını, sonuçta evreni içine alıp yutacak(tır diye düşünebiliriz). Böyle bir imge tasarımı için ardçağcılık (postmodernizm) yaftası kullanabilirdik, sezgilerimize güvenmeseydik. Ama Tosuner için böyle bir yargı olanaksız. Anlam o boşluktan türemekte, odak orada biçim(siz)leşmekte… Bütün gök cisimleri, tüm yazı gereci (anlatıcı, kurgu, imge, tümce, yapı, vb.) odaksızlıkla, hiçlikle örgütlü eşanlı olarak. Yani diyeceğim, hiçlik de tutamaklaşabilir, anlam üretecine dönüşebilir. Belki de insan(lık) dediğimiz antropolojik ekinin kaynağında yatan da bu boşluktur (ya da doluluk). Bu tezimi, Tosuner’le ilgili olarak, Derrida’ya iliştirmek isterdim açıkçası.

Çok parçacılıkta doruklaşan Susmak Nasıl Da Yoruyor İnsanı, tüm bu esinlerle okuru (beni) işte tam buraya taşıyor: Çığlık. Yaşama bırakılmış, ona verilmiş bir yanıt olarak gök boşluğuna salınmış şu uzuuuun çığlık. Köprü üzerindeki çığlık.[12]

Sözün özü: Son yıllarda okuduğum en has, incelikli, işçilikli, duyarlıklı sanat yapıtı (Susmak…) ama o oranda bir somut siyaset. Ah, az kalsın Leyla Erbil’i unutuyordum, Tuğrul Keskin’i[13] de… Bakın:

Güzeldi, çünkü bir genç tanırdım o zamanlar, -karanfil çiğnerdi.

Çünkü kız öpmeye heveslenirdi hep, -gerçekleşmeyecek olsa da…

Öyle işte…

Bir genç tanırdım bir zamanlar: Boşa çiğnenmiş karanfil kokardı ağzı.

Boşa çiğnenmiş karanfil kokuyor şimdi Türkiye.” (Susmak, 55)

Bir soru: Öykücü Cemil Kavukçu, Necati Tosuner’e ne borçlu?

YARIN: Gömütlükte ıslık çalmak ya da yapıt zamanı nasıl karşılar ve dil nasıl avuç içinden bir kuş gibi kaçırılmış olmaz yine de?


[1] Bölüm, 2008’de yazıldı, 2020’de gözden geçirildi.

[2] Necati Tosuner; Kasırganın Gözü, (2008, Roman), Türkiye İş Bankası, 1. Basım, 2008, İstanbul.

[3] Roland Barthes, Romanın Hazırlanışı: Yaşamdan Yapıta, Çev. M/S. Rıfat, Sel y., 1. basım, 2006, İstanbul

[4] İleride, Çırpınışlar’dan (2016) söz ederken romanın bitişini senfonik bitişle karşılaştırıyorum. Bir çelişki mi?

[5] Akira Kurosava, Ağustos’ta Rapsodi (1991, Film)

[6] Martin Heidegger; Varlık ve Zaman (1927), Çev. Aziz Yardımlı, İdea y., Birinci basım, 2004, İstanbul.

[7]Oradaki varlık’

[8] Bölüm 2013’te yazıldı, 2020’de gözden geçirildi.

[9] Tosuner, Necati; Çılgınsı (1990, Öykü), Türkiye İş Bankası Yayınları, Birinci basım, Haziran 2012, İstanbul, 78s.

[10] Tosuner, Necati; Susmak Nasıl Da Yoruyor İnsanı (2013, Roman), Türkiye İş Bankası Yayınları, Birinci basım, Ocak 2013, İstanbul, 122s.

[11] Bölüm 2013’te yazıldı, 2020’de gözden geçirildi.

[12] Edvard Munch, 1893

[13] Tuğrul Keskin; Kandahar, Everest y., 1.basım, 2008, İstanbul.