Örgütlenemedin mi canım?

Birazcık zekan, yeterince özgüvenin, gerektiği kadar bilgin ve canını dişine taktıran bir mecburiyetin varsa hem örgütleyebilir hem de örgütlenebilirsin. Ama bunların hiç biri yoksa sadece bir emir kuluysan, far ışığı tutulmuş tavşan gibi kalakalırsın!

EMİNE SUPÇİN

Şu emekli olunca gidip yerleşmeyi planladığımız köyü ve dolayısıyla hayallerimizle birlikte çocuklarımızın soluyacağı havayı yok eden yangınlar esnasında iki duruma tanıklık ettik. Biri liyakat eksikliğine bağlı koyu cehaletin getirdiği beceriksizlik, diğeri mecbur kalınca örgütlenebilme yeteneğini ortaya çıkarabilen insanımız.

Beceriksizlik

Tek adam yönetimi kadar çağ dışı, bilim dışı, insanlık dışı bir sistem olamaz. Neden mi? Başta meclis olmak üzere; bakanlıklar, valilikler ve bu kurumlara bağlı tüm başkanlık veya müdürlüklerin tamamının yetkisini, aklını, bilgisini ve hatta insani özelliklerini yok sayıyor da ondan. Makamın adı var ama etkisi yok. Makamı dolduran adamın kütlesi var ama ismi yok. Herkes bir kişiden emir alıyor ve herkes, herhangi bir şey için o bir kişiden izin istiyor. (Sınıfta, parmak kaldırıp ‘tuvalete gidebilir miyim’ diyen ufaklıklar gibi.) Yok sayılan makamlara getirilen insancıklar karar alma yetisini, inisiyatif kullanabilme gücünü kaybediyor. Üstelik bu dediklerim layıkıyla göreve getirilmiş olanlar için bile geçerlidir. Çünkü insan bir göreve geldiği zaman gereğini yapmak ister, bunun için eğitim almıştır ve bilgisini-tecrübesini sergilemek onun tatmin aracıdır. İnsan psikolojisi ayol! Oysa bizde bırakın mesleki yeterliliği; mezbaha müdüründen orman müdürü, güreşçiden banka yönetim kurulu üyesi, bilim hırsızından üniversite rektörü yapılırken elbette durum daha da vahim hale geliyor. Dolayısıyla “Örgütlenemedin mi canım?” derken dişlerini sıkıyorsun.

Elbette örgütlenemediler. İsteseler de yapamazlardı. Çünkü karar alıp uygulayabilme yetkileri yok. İzin almak zorundalar. İzin almak şurada dursun insancıkların istifa etme hakları bile yok. Aflarını talep edebiliyorlar ancak. Yazık diyesi geliyor insanın. (Su içmeye gidebilir miyim?)

Omuzlarında su taşıyan Elif’im…

Ardında hazin kül yığınları bırakarak ve yeşil adına ne varsa hepsini silip süpürerek; cehennemden aldığı alaz, rüzgarın verdiği cesaretle koca dağları, köyleri, evleri yalayıp yutan ateşle mücadele esnasında gördüm insanımızı. Kadın erkek, içi yanan herkes gerek sırtladığı pet şişelerle, gerekse omuzladığı itfaiye aracı hortumlarıyla tek bir vücut olmuşlardı. Mecburiyet karşısında, yangınlarda can veren karıncalar, arılar gibi doğal ve içgüdüsel olarak örgütlenmenin şiirsel bir fotoğrafıydı hepsi.

Hele o itfaiye hortumunu omuzlayan ve bana Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Mustafa Kemal’in Kağnısı şiirindeki Elif’i anımsatan bir kare var ki üstüne destanlar yazılası. Ki asıl destanı o esnada kendinin yazmakta olduğunun farkında değil… Atatürk’ün, “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları’na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez,” diyerek işaret ettiği Yörük kadınlarıydı onlar. Nineleri Kurtuluş Savaşında cepheye mermi taşıdılar, hemşirelik yaptılar, cephane ürettiler; torunlar, sahipsiz kalmış memleketin ormanları yanarken dağların tepelerine itfaiye hortumları taşıdılar, su taşıdılar, su oldular…

Tam bu satırda düğümleniyorum. Sözcüklerim tıkanıyor. Aklıma yalnızca “Sana aguşunu açmış duruyor peygamber” dizesi takılıyor. Yok yok bu kadınlara değildi o dizeler ama değil mi ki o Mehmetçiği doğurdular ve Elif oldular, aguşunu açmış bekleyen Tanrı olsa gerektir, diyorum.

Sen çok güzelsin Türk kadını. Daha güzelini hiç görmedim…

PAYLAŞMAK İÇİN