Ölümsüzlük masalı

Ölümsüzlük istiyormuş kral. Memleketi sattıkça zenginleşiyor, zenginliğin sefasını sürmek de fena halde zevk veriyormuş. Hele de ahlaktan yoksun, erdemden nasibini almamış ve üstelik de zillet bir yoksulluktan gelmişse… Doymuyormuş. Nasıl etse de ölümsüzlüğü bulsa!

 

 

EMİNE SUPÇİN

Her şey şu insanoğlunun ölümsüzlük arayışı ile başlamış. –mış diyorum çünkü ben de bana anlatanın yalancısıyım. Öyle ya masallar dilden dile…

Zaman öyle bir zamanmış ki herkes develerin tellal, pirelerin berber olmadığını; iyilerin kazanıp kötülerin cezalandırıldığı dünyanın çoook gerilerde kaldığını biliyormuş. Ne cinlerden fayda varmış ne de perilerden. Ne ağustos böceği yiyeceği çalmak yerine isteyecek kadar nazikmiş ne de karınca paylaşacak kadar zarif. Çalıp çırpmanın alkışlandığı, iyiliğin eziklik sayıldığı devirlermiş.

İşte o günlerde ülkenin birinde, başlara bela, memlekete eza, canlara ceza bir kral yaşarmış. Krallıklar dönemi çok gerilerde kalmışmış aslında fakat o kendini kral sandığı için üstelik de krallık özentisi bir sarayda keyif çattığı için ona kral denirmiş. İşin yerlere yatarak gülünesi kısmı ise bu kendini kral sanan zalimin seçimle gelmiş olmasıymış.

Fakat…

Kralın en önemli özelliği kurnazlığıymış. Bilirsiniz o develerin tellal olduğu masallarda krallar ya kurnazdır ya saf kötü. Bizimki hem kurnaz hem kötü olduğu için daha başa gelir gelmez, insanları birbirine düşman etmeye başlamış. Kendi etrafındakileri ihya ediyor, kendine karşı olanları veryansın cezalandırıyormuş. Her kim ki sesini çıkarıyor, haksızlığa, zulme karşı direniyor anında alaşağı edip içeri attırıyormuş.

Uzatmayayım, kraldan yana olanlar ile kralın çıplak kötülüğünü görenler öyle birbirlerine bilenmişler ki, kral her ne kötülük yapsa ondan yana olanlar yine de onu desteklemiş. Taraflar holiganlaşmış; açlık yükselmiş, adaletsizlik sivrilmiş, gençler cehalete sürüklenmiş, memleket perperişan…  

Kralın tikinde bile değilmiş halkın sefaleti. O sarayında keyifle yaşarken tek bir şeyin derdindeymiş: Ölümsüzlük.

Ölümsüzlük istiyormuş çünkü memleketi parça pinçik sattıkça zenginleşiyor, zenginliğin sefasını sürmek de fena halde zevk veriyormuş. E, kime zevk vermez. Hele de ahlaktan yoksun, erdemden nasibini almamış ve üstelik de zillet bir yoksulluktan gelmişsen doymazsın. O da doymuyormuş. Nasıl etse de ölümsüzlüğü bulsa… Offf… Ne büyük dertmiş…

Dünyanın her yerinden bilim insanları ile görüşür, onları sarayına davet eder olmuş. Bir gün bir tanesi, “Buldum!” demiş. Archimedes hesabı, “Buldum buldum!” çığlığı ile kralın makamına seğirtmiş.

“Efendim,” demiş, “Sizi bu bedenle sonsuza dek yaşatamayız, malumunuz ettir, çürür. (La bu nasıl bir bilim adamı? “Ettir, çürür” dedi. Süzme! Organizma zamanla yaşlanır ve hücreler ölür, diyemedi.) Fakat bilincinizi yani beyninizi çiplere aktarabiliriz ve genç bir bedene yükleyebiliriz. Böylece sizin kullandığınız beden eskidiğinde yeni bir bedende uyanır ve aynı bilinçle yaşamaya devam edebilirsiniz.”

Vay vay… Şu bilim insanının buluşuna da bakınız hele.

Düşünmüş taşınmış bizim soysuz kral. Aklına yatmış öneri. Tabi ki önce etrafındaki saftirik soytarılardan bir kaçında denetmiş. Bakmış ki oluyor. Bilinç küçük bir çipe sığdırılıyor (ki zaten bunların bilincinden ne olacakmış, incir çekirdeği kadar bile yokmuş akılları) genç bir bedene enjekte ediliyor ve anında yeni bedende uyanıyorlarmış. Gerçekten bilincin yeni bedene geçip geçmediğini bizzat kendisi kontrol ediyor, sorular soruyor, görevler veriyor onlar da aynı bildik tavırlarla yanıt veriyorlarmış. Harbiden de oluyormuş.

Sıvamış kolları bizimki. Kendine tıpatıp benzeyen birini buldurmuş memleketten. Toplamış en güvendiği silahlı güçleri etrafına. Girmişler laboratuvara. “Bana nano-teknoloji ekibini çağırın,” demiş. Bilinç taşıyıcıyı bulan çip uzmanı şaşırmış. Ama niye olduğunu bile soramadan ekip şıp diye damlamış. “Bakın,” demiş onlara. “Benim bilincimi çipe aktardıklarında, çoğaltılmasını ve nanitlere yüklenmesini istiyorum.” (Elbette ölümsüzlük meselesini kafaya fena halde taktığı için nano teknolojide bilgi işlem aktarımlarında kullanılan en küçük taşıyıcılara nanit dendiğini duymuş zamanında. Hani sanmayın ki çok bilgili filan. Yüksek okul diploması olmadığından ancak duymuş olabilirmiş zaten.)

Eh kurnazlığını unutmamak lazım zat-ı şahanemizin. Cin gibi bir fikir düşmüş aklına. Ve sebebini açıklamamış elbette.

Uzatmayalım, gerekli işlemler yapılmış, bilinç aktarımı gerçekleştirilmiş. Kendine tıpatıp benzeyen ama daha sağlıklı olan yeni bedende uyanan kral şöyle bir kendini yoklamış, her şey yerli yerindeymiş. Yani fikren.  Yan masada yatmakta olan eski bedenine bakıp gülümsemiş ve uzmanlara dönmüş: “Kopyaladınız mı?”

Yanıt ne mi olmuş?

Arkası haftaya 🙂