Ölümleri kitaptan oldu

Kitabı sansürlemek, yasaklamak ve yok etmek, farklı bir deyişle ‘kitabı öldürmek’tir. Fakat bir yazar, şair, akademisyen ya da yayıncıyı, ‘kitabı öldürerek’ cezalandırmakla yetinilmeyişine verebileceğimiz örnekler de az değil. Ölümleri -daha çok dolaylı ama yanı sıra doğrudan- kitap üzerinden gelmiş aydınlar grubu yer alır tarihimizin mutsuz sayfalarında.

HÜSEYİN A. ŞİMŞEK

İfade özgülüğünün olmadığı ya da bir hayli sınırlandığı sistemlerde, yazar olmanın tadını çıkarmak değil, eziyetini çekmek esastır. Kalemşorlar arasında mağrur olanlar da az değildir ama çoğunluk yazdığı kitaplar üzerinden mağdur edilir. Mağduriyetin derecesi ise zamana göre, yazara ve eserine göre değişip durur; sansürlemek, yasaklamak ve yok etmek. Farklı bir deyişle ‘kitabı öldürmek’ diyebiliriz. Fakat bir yazarı ve dolayısıyla yayıncısını (yayınevini), ‘kitabı öldürerek’ mağdur etmekle yetinilmeyen örnekler de az değil. Bu yazıda, ölümleri -daha çok dolaylı ama yanı sıra doğrudan- kitap üzerinden gelmiş yazar ve yayıcılarla ilgili anımsatmalarda bulunmak istiyorum.

Osmanlı devleti döneminde, 1727’de ‘Darüt Tıbbatül-Amire’ adlı ilk matbaa İstanbul-Beyazıt’ta faaliyete geçirildikten sonraki 22 yıl içinde sadece 17 eser basılabildi! Dönemin padişahları, yalnızca Arapça ve Farsça yazılmış İslami eserlere izin vermişti çünkü. Yoğun bir basım faaliyeti için, 1831’i beklemek gerekti. 1831-39 arasında yayımlanan kitapların sayısı, 434’ü buldu. Girişteki tanımlamamızla, ‘öldürülen ilk kitap’ın hangisi olduğu, hâlâ tartışmalı bir konu. Yaygın kabul gören tez, divan şairi Enderuni Fazıl’a ait ‘Defter-i Aşk’, ‘Zenannâme’ ve ‘Hûbannâme’ adlı eserleri işaret eder. Vehbi’nin ‘Şefkengiz’ini bir araya getiren 143 sayfalık kitap da ilk toplatılan eserlerdendir.

Kitap Karakolu

Adında bilgi, kültür, eğitim, öğretim anlamlarını içeren bir kavram kullanılmışsa da ilk sansür kurulu sayılan ‘Meclis-i Maarif’ 1857’de kuruldu ve 1881’den itibaren ‘Encümen-i Teftiş ve Muayene’ adıyla iş başındaydı. Bu kurumla ilgili 12 Mayıs 1902 tarihli ve Beyazıt’taki Çemberlitaş Hamamı’nda yakılan kitaplarla ilgili bir resmî raporda şunlar yazılı: “Bugün sabahleyin 12’ye kadar, zararlı ve yasak edilmiş kitaplardan beş çuval yaktık. Böylece yakılan kitapların sayısı, 165 çuvalı buldu.” Öyle ki bugünün Basın Müzesi binasında görev yapan Maarif Nezareti, ‘Kitap Karakolu’ olarak ünlenmişti. Bina ile Çemberlitaş Hamamı arasında bir tünel açılmış, yakılacak kitaplar oradan nakledilmişti.

‘Öldürülen ilk kitap’ gibi, ‘ölümü doğrudan/dolaylı kitap üzerinden gelen ilk yazar’ konusu da tartışmalı. Tartışmanın odağında yer alan kişi ise İskilipli Âtıf Efendi. 1919’da kurulan Müderrisîn Cemiyeti’nin ikinci başkanı, bu dernek aynı yıl içinde Teâlî-i İslâm Cemiyeti adını aldığında ise başkanı olan Âtıf Efendi, aynı zamanda risale formunda kitap da yayımlamış bir politikacı aslında. En önemli etkinlikleri, başında bulunduğu cemiyetin hilafetçi faaliyetleri ve işgale karşı direniş aleyhine yayımladığı beyanname olmuştu. Âtıf Efendi, 1925’te bir grupla birlikte gözaltına alındı. Güncel gerekçe, kaleme aldığı ‘Frenk Mukallitliği[1] ve Şapka’ adlı risalesinin dağıtımıydı. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde, hilafete dönüş çağrıları ve cumhuriyete karşı yürüttüğü faaliyetler, bu faaliyetlerin kanıtlarından biri sayılan beyanname, yanı sıra sözünü ettiğimiz kitabından dolayı yargılandı, 1926’da idam edildi. Konunun tartışmalı olan yanı, ‘Siyasal İslamcı’ araştırmacıların, onun sadece bir kitap yüzünden asıldığını ifade etmeleri; karşı tezlerin ise asıl etken olarak, hilafete dönüş için bir ayaklanma çağrısı olan beyannameyi görmeleridir.

Duruşma salonunda kalp krizi geçirerek öldü

Ölümü, dolaylı olarak kitapları üzerinden gelmiş yazarlara sıradaki örneğimiz Sabahattin Ali’dir. İskilipli Âtıf Efendi risale formunda kitap da yayımlamış bir politikacı iken, Sabahattin Ali ise politik faaliyetler içinde de yer almış oldukça üretken bir yazardı. Öğretmenlik diplomasını 1927’de alan yazar, ilk şiirlerini de aynı yıl içinde yayımlamaya başladı. Hakkında açılan ilk dava, ilk ‘hapisane deneyimi’ 1931 tarihli ve ‘komünizm propagandası yapmak’tan dolayıdır. Yazdığı şiirlerden dolayı ilk tutuklanma ve yargılanma, 1932’de Konya’da öğretmenken oldu. Suçu, şiirlerinde devlet yöneticilerini eleştirmekti. 1933’te meslekten atıldı ve Sinop Hapisanesi’ne sevk edildi. Yazın ürünlerine öyküyü de kattı bu dönemde. 1937’den itibaren de sayıları üçü bulan romanları yayımlandı.

“Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası” adlı Celâli İsyanlarını inceleyen çalışmasıyla tanınan Mustafa Akdağ, duruşma salonunda kalp krizi geçirerek öldü.

Ona ait bir kitabın suç sayılmasının tarihi Nâzım Hikmet, Kemal Tahir, Kerim Korcan, Hikmet Kıvılcımlı gibi simaların yargılandığı ve 1938’de başlamış “donanmayı isyana teşvik etme” davasına kadar uzanır. Kemal Tahir’in tutuklanma gerekçesi ve askeri isyana teşvik kanıtı, bahriyede görevli olan kardeşi Nuri Tahir’e, Sabahattin Ali’nin bir kitabını vermek idi! Sabahattin Ali, 1944’ten itibaren Aziz Nesin’le ‘Markopaşa’ dergisini çıkardı ve bu yıllarda mahkeme salonlarını adeta yol eğledi. 1947’nin son günü, son serbest kalışı gerçekleşti. Ülke dışına çıkmaya karar vermişti. Kendisini Kırklareli’nden Bulgaristan’a geçirmesi için anlaştığı kişi tarafından sınırda katledildi. 1948 Mart sonunda öldürülen Ali’nin cesedi, 2 Nisan günü bulundu. Komünizm propagandası ve devleti eleştirme fiilleri, ağırlıkla yazdığı şiirler üzerinden yargıya taşındı ve cezalandırmaya gerekçe yapıldı.

1960’lardaki fiili serbestlik dönemi, 12 Mart 1970 askeri müdahalesine kadar sürdü. Kitap, yeniden yoğun bir sansürlenme, yasaklanma, yok edilmeyle yüz yüze kaldı. Yasak listesinde çok sayıda çeviri kitap da yer aldı. 137 kitap ve dergi hakkında, ‘nerede bulunursa suç kanıtı sayılacağı’ türü kararlar yayımlandı. Yazar, şair, akademisyen ve yayınevi sahiplerinin -dolaylı olarak- yazdıkları veya yayımladıkları kitaplar üzerinden gelen ölümlerine bu dönemde de tanık olundu. Gün Yayınevi sahibi Mehmet Ali Ermiş, 1973’te ondan fazla davada yargılanıyordu. Katıldığı son duruşma, Nazım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı kitabıyla ilgiliydi. Kitabın şairi, sürgünde ölmüştü; yayıncısı Ermiş ise duruşma salonunda kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Tarihçi Prof. Dr. Mustafa Akdağ, bir kitabında 141. maddeyi ihlalden suçlanışının ertesi günü, kalbine yenik düşen bir başka aydın oldu. Hasan Ali Ediz, Kemal Tahir, Sabahattin Eyüpoğlu: Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra kalp kirizi geçirerek yaşamlarını yitirdiler.

Cezaevi aracında dövülerek öldürüldü

Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler, Sol Yayınları’nı 1965’te kurmuştu. 12 Mart müdahalesinde, Muzaffer Erdost hapse atıldı. Yayınevinin birçok kitabına el konuldu. Bu yüzden Sol Yayınları çok geçmeden iflas etti. Dışarda olan kardeş İlhan Erdost, bu kez Onur Yayınevi’ni kurdu.1973’te yapılan seçimlerle tekrar sivil bir hükümet kurulunca, kitap dünyasında yeniden bir canlanma yaşandı. Binlerce kitap yayımlandı bu dönemde. Ama, 12 Eylül 1980 cuntasıyla birlikte o güne kadarkilerden çok daha uzun bir yasak dönemine girildi. Sol Yayınları’nın yerine geçmiş olan Onur Yayınevi’nin faaliyetleri, 12 Eylül 1980 cuntasına kadar sürebildi.

Sabahattin Ali, Oğuz Akkan, İlhan Erdost.

Mamak Askeri Cezaevi A-Blok’ta fotoğrafları çekildi, saçları ve bıyıkları kesildi. C-Blok’a götürülmek üzere, cezaevi arabasına tekme tokat bindirildiler. Astsubay Şükrü Bağ, arabada dövülmeye devam edilmesini emretti komutasındaki erlere. Dört er, iki kardeşi cop, tekme ve tokatla dövmeyi sürdürdü. A-Blok ile C-Blok arasında iki yüz metre kadar bir mesafe vardı. Bu mesafe, daha fazla dövülmeleri için 25-30 dakikada alındı. C-Blok’un önünde araçtan indirildiler, koğuşlarına bırakılmazdan önce yeniden dövüldüler. Arabaya bindirilirken, arabada yol alırken, arabadan indirilirken, koğuşa bırkakılıken cop, tekme ve tokat salvosu aralıksız sürmüştü. İlhan Erdost, bırakıldıkları koğuşta henüz bir yatağa yatırılamadan hayatını kaybetti. Son sözleri, “nefes alamıyorum” olmuştu. Onur Yayınevi beraat etti.Ama bunu bugün biz hayatta kalanlar biliyoruz. Öldürülen İlhan Erdost, beraat ettiklerini göremedi. Onu döverek öldüren astsubay başçavuş, bir onbaşı ve dört er, sadece göstermelik bir temelde yargılandılar, hiçbirine herhangi bir ceza verilmedi. Kitap dünyasıyla ilgili girişi bu şekilde yapan 12 Eylül 1980 cuntası, sürecin sonunu daha kanlı getirdi. Kitap toplatma ve yakma; yazara ve yayıncıya ceza verme sıradan bir olay haline geldi. İnsanlar girip çıktıkları duruşmaların sayısını, aldıkları cezanın miktarını akıllarında tutamaz oldu.

MAY Yayınları sahibi Mehmet Ali Yalçın. Bakanın odasında kalp krizinden öldü .

Cem Yayınevi Yayın Yönetmeni Ali Uğur, bu dönemi şöyle tanımlıyordu: “Bekçilerin kitapları toplayıp yaktığı günlerdi.” Yayınevi, Nazım Hikmet Külliyatı’nı yayımlamaya başlamıştı. İki yazarları -Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel- bu yüzden İstanbul’da tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne yollandı. Aynı günlerde, yayınevinin sahibi Oğuz Akkan, kovuşturma ve duruşmalara yetişmeye çalışırken kalp krizinden kurtulamadı.

MAY Yayınları sahibi Mehmet Ali Yalçın, aynı dönemde Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’ni yayımlıyordu. Kâğıt yokluğu yüzünden, ansiklopedinin son üç sayısı yayımlanamamıştı. Yalçın, kâğıt engelinin kaldırılması için, Milli Eğitim Bakanı’yla bizzat görüşmek amacıyla Ankara’ya gitti. Bakanın odasında, görüşme sırasında kalp krizi geçirdi ve ayrıldı aramızdan.

Burada adlarını zikrettiğimiz yazar, şair, yayınevi sahibi ve akademisyenler, ‘ölümleri dolaylı olarak kitap üzerinden gelenler’ olarak geçmiştir Türkiye tarihine.

 


[1] Batı Öykünmeciliği…

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN