Ne kentin onlardan haberi var ne onların hayata katılmaya hevesi

Deniz fenerleri… fırtınalı gecelerde denizcilerin dostu. Kayalık, karanlık sahillerdeki umut ışığı. Çakan, ışıyan, ıslık çalan dost eli. Gelin bu yalnız ve mağrur yapıların dünyasına ve denizin bilinmezliğine yolculuk edelim.

LEYLA TUNÇ YELTİN

DÜNYANIN EN YALNIZ FENERLERİ…

“’Tüm fenerler yalnızdır’ diyerek kestirip atmamak gerekir. Bazıları daha yalnızdır. Yalnızlıklarının derecesi ve niteliği çoğu zaman en yakın karayolundan veya köyden uzaklığıyla ilişkilendirilemez. Belki de en yalnız fenerler kentlerin içinde kalakalmış olanlarıdır. Şüphesiz ki sistemler tamamen otomatik çalışır hale getirildiğinde, yani hiç bekçi kalmadığında etraflarını ot bürümüş, sıvaları çatlayıp demirleri paslanmış fenerler iyice yalnız kalacaklar. Ufukta dolaştırdıkları ışık huzmesi yardım sunar değil, sohbet diler olacak.” (sf.11)

Deniz fenerleri… Fırtınalı gecelerde denizcilerin dostu. Kayalık, karanlık sahillerde bir umut ışığı. O en korkunç anda aranan kurtarıcı. Çakan, ışıyan, ıslık çalan dost eli. Müşkül zamanlarda sevgiliden daha sevgili. Tanrısal bir mucize gibi denizcilere el uzatan, sislerin arasından onları çekip kurtaran, yakın bir tehlikeye karşı uyaran, gemileri güvenliğe yönlendiren sessiz bekçiler.

Deniz fenerlerini oldum olası sevmişimdir. Yalnız, mağrur ve daima güvenilir.

2012 yılında Ertuğ Uçar tarafından yazılmış “Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer” adlı kitaba rastlayınca hemen aldım. Bir solukta okudum. İçinde hepsi denizle, fenerlerle ilgili on iki öykü var. Öykülerin hepsi güzel, insanı bahsettiği coğrafyalara ve konulara doğru alıp götürüyor.

Ama -bence- daha güzeli son notlar ve kitabın bitiminde yer alan Deniz Feneri Gezi Rotaları adlı bölüm. Böyle düşünüyorum çünkü son notlar ve gezi rotaları beni araştırmaya sevk etti. Bahsettiği fenerlerin fotoğraflarını internette araştırdım, yeni bilgiler buldum.

En yakınımda olan feneri de ziyaret ettim ve orada başka bir öykü ile karşılaştım.

Hepsi aşağıda, haydi gelin başlayalım.

Kitabın Künyesi

Yazar: Ertuğ Uçar
1971’de Antalya’da doğmuş. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nden 1993’te lisans, 1999’da yüksek lisans diplomasını almış. Profesyonel yaşamını mimar olarak sürdürmüş; bir yandan da kitap yazmaya devam etmiş ve ediyor. Üniversite yıllarından bu yana deniz fenerleri, varoluş sebepleri, bekçileri ve tarihleri üzerine araştırma yapıyor, yazıyor ve çiziyor. Fırsat buldukça da deniz fenerlerini geziyor. Uçar’ın ‘Ayrılığın Haritası’, ‘Dünyayı Seyretmek için Bir Yer’, ‘Gece Yolculuğu’, ‘Woolf’un İzinde’, ‘Bir Çift Ayak’, ‘Yalnızlığın 17 Türü’, ‘Ormanda Kaybolmak’ ve ‘Rüya Arızaları’ isimli kitapları var.

Kitap Editörü: Fahri Güllüoğlu

Kapak Tasarımı: Nahide Dikel

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2010

Öyküler

Ertuğ Uçar’ın öyküleri hep denizle, denizin güzelliği ve korkunçluğu ile ilgili. Bir de deniz fenerleri ve fener bekçileri ile. Öyküler aynı temanın etrafında şekillenmekle birlikte birbirinden bağımsız. Her biri kendi başına duruyor.

Kitapta hem kurmaca öykülere hem de deneme tarzı araştırmalara yer vermiş. Her öykü ve kitabın giriş kısmından son bölümüne kadar tamamı iyi araştırılmış, çalışılmış ve içselleştirilmiş bilgilerle dolu.

Okuması zevkli ve kolay. Belirli bir teknik ile değil de içinden geldiği gibi yazmış Uçar. Adeta bir yaz akşamı dostlarla sohbet ederken grubun içinden birinin anlattığı öyküleri dinliyor gibi geliyor insana. Ayrıca, her bölümde ele aldığı konuları ne kadar çok sevdiğini belli ediyor ve bu duyguyu okuyucuya geçirmeyi başarıyor.

Deniz fenerlerinden bahsetme şekli yazarın mimar kimliğini de açığa vuruyor. İklim ve hava koşullarına göre kullanılan malzeme, inşa tekniği, süresi gibi konularda profesyonel bir yaklaşımın izini görüyoruz. Ama meslek dışından okuyucuyu yoracak kadar da değil.

Evet, kitapta on iki öykü var. Burada sizlere sadece bir-ikisinden ve çok kısaca bahsedeceğim ki kitabı alıp okumak isteyenin hevesini kırmayayım.

Karanlık adlı öyküsünde yazar önce dünyamızın uydusu aydan bahsediyor. Denizlerin, suların ay ile olan ilişkisini dile getiriyor. Arkaik dönemlerde insanların bu ilişkiyi keşfedip, aya da tanrı diye taptıklarını, ondan çekinip korktuklarını anlatıyor.

Yazar, aydan geceye geçiyor anlatısında ve öyküye ismini veren karanlık kavramını ele alıyor. Karanlık, ama tamamen ışıksız, koyu, kesin bir karanlık. Işık altında gözümüze tanıdık gelen nesnelerin, mutlak karanlıkta birdenbire yabancılaştığını, değiştiğini, korkutucu haller aldığını söylüyor.

Belki de diyor kadim zamanlardan bu yana insanlar bu korkutucu karanlıktan kaçmak için geceleri gözlerini kapatıp uykuya sığınmaktalar. Ve ekliyor, ama asıl karanlık binbir inanç ve hikâye ile doldurdukları kendi kafalarının içindedir, ondan kurtuluş yoktur.

Yazarımız bir başka öyküsünde teknelerden bahsediyor, zaten öykünün adı da Tekneler. Günümüzde 9 metrelik dizel motorlu ahşap teknelerin dahi GPS’e, telsize ve balık bulucu donanıma sahip olduğunu söylüyor.

Bugünden bakılınca eski denizcilerin ne kadar zor koşullarda hem de uzun yolculuklar yaptıklarından bahsediyor ve Kristof Kolomb’un 600 yıl önce sadece bir pusula yardımı ile Atlas okyanusuna açılacak cesareti bulduğunu söylüyor.

Sonra tarihte Kolomb’dan 2000 yıl öncesine giderek Girit adasından güneye inip Afrika kıyılarına ulaşan denizcilerin teknesinden bahsediyor. Onların gözünde Akdeniz’in Atlas okyanusundan farksız olduğunu, üstelik pusulalarının dahi olmadığını söylüyor. Kıyılardaki değişimi, gökyüzünü, akıntıları, kuşları gözlemleyerek yol bulmuşlar.

Geçmişte, çok zor koşullar altında seyahat eden ve bugün baktığımızda denizcilik tarihini yazmış olduğunu anladığımız pek çok ulusun gemileri Akdeniz’in diplerinde yatıyor. Denizcilerle deniz arasında her zaman huzursuz bir anlaşma vardır. Denizin kendilerinden çok daha güçlü olduğunu ve ancak deniz onlara izin verdiği için üzerinde seyahat edebildiklerini bilirler.

Fırtına adlı öyküde yine hırçın ve sakin denizler ve deniz fenerleri var yazarımızın kaleminde. Britanya kıyılarına, Atlantik okyanusuna bakan yerleşimlerin yakınlarına yapılan fenerlerin filmlerde ve kartpostallarda görmeye alışkın olduğumuz fenerlere benzediğini söylüyor. Hırçın bir denizin ortasına doğru incelmiş bir kayalık üzerinde tek başına dikilen yalnız gözcüler.

Akdeniz’in ise okyanuslarla karşılaştırıldığında bugün adeta büyükçe bir göle benzediğini söylüyor Uçar. Beş bin yıldır insanların üzerinde cirit attığı Akdeniz belki de insanlık tarihine tanıklık etmiş olması nedeniyle uysallaşmıştır artık. Akdeniz’deki fenerler, fırtınaların ve denizin değil olsa olsa düşman gemilerin tehdidi altındadır diyor.

Yazarımız, fenerlerin kıyısında durduğu denizin ve üzerine yapıldığı karanın yapısını yansıttığını şöyle ifade ediyor: “Fenerler seyrettikleri, aydınlattıkları dünyaya göre de değişirler. Marmara fenerleri eğlenceli ve yoğun bir deniz trafiğini seyrederken aylarca bir tek büyük gemi bile görmeyen Ege fenerleri mavi yolculuğa çıkmış meraklı bakışlara alışıktırlar. Karadeniz fenerleri daha çok balıkçılara hizmet ederler. Güneşe yabancı, yağmura alışık gövdelerini sık sık yaşlı yolcu gemilerinin sıkılmış yolcuları fark eder. Tüm fenerler küçük adalar gibi yalnızdır kimse şehir içlerinde kalmış fenerlerin istisna olduğunu düşünmesin. Ne koşuşturan insanların ondan haberi vardır ne de fenerin bu kentin hayatına katılmaya hevesi.”

Buradan hareketle Ertuğ Uçar, İskoçya’nın okyanusa bakan doğu tarafında yer alan Skerryvore Feneri hakkında kapsamlı bilgiler veriyor. Bu fenerin inşası yedi yıl sürmüş. Her yıl Nisan’dan Eylül’e kadar, otuz işçi, on iki taş ustası ve altı kalfa, Stevenson ailesinin üçüncü kuşak mühendisinin yönetimi ve denetiminde günde on altı saatten fazla çalışmış.

Yazarımız diyor ki; Skerryvore Feneri inşa edildi denemez, ancak yoktan var edildi, yaratıldı denebilir. Aşağıda söz konusu fenerin internetten bulduğum bir fotoğrafı var.

İskoçya’nın okyanusa bakan doğu tarafında yer alan Skerryvore Feneri. Bu fenerin inşası yedi yıl sürmüştür.

Kitapta fener bekçileri ile ilgili öyküler ve giriş kısmında bu konuyla ilgili bilgiler de var. Bekçi seçimi fenerin inşası kadar önemli diyor yazarımız. Mülayim olacak öncelikle, aylar süren yalnızlık sürelerinde sükûnetini koruyabilecek, gözleri iyi görecek, kendini oyalayabilecek, denizi, yalnızlığı sevecek.

Günümüzde bekçisiz fenerlerin giderek arttığından bahsediyor. ABD, İngiltere, İskoçya, İrlanda’daki fenerler otomatik hale gelmiş. Sistem tüm dünyada otomatik veya yarı otomatik fenerlere dönüşmekteymiş.

Romantik bir açıdan bakarsak bunun üzücü olduğunu düşünebiliriz. Ama teknoloji gelişirken de insanların hayatlarını ıssız bir coğrafyada bir ampulün başında geçirmesi gereksizdir diyor Ertuğ Uçar.

Kitaptaki bir diğer öykü de İskenderiye feneri. Doğrusu deniz fenerleri ile ilgili bir kitap okurken insan bu başlığın gelmesini bekliyor. Öykü, İskenderiye’nin altın çağında kütüphaneyi ve feneri gezmek için şehirde bulunan bir gezginin gözlemleri ile başlıyor. “Kitaplık feneri yükseltiyor, fener kitaplığı aydınlatıyor diye ifade ediyor kütüphane ve fener arasındaki ilişkiyi yazarımız.

Daha önce Anadolu kıyılarında fenerler yapılmış olsa da, İskenderiye Feneri’nin düzenli olarak işletilen ilk fener olduğunu söylüyor. MÖ 3. yy’da inşa edilmiş. İlgili kaynaklar çok kısıtlı, çoğu da hayal ürünü olan gravür ve resimlere dayanıyor. Antik çağların en gözde yapılarından ve dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri yangınlar, kuşatmalar, depremler sonucu artık yok.

Antik çağların en gözde yapılarından ve dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri.

Ertuğ Uçar Boğaz adlı yazısına, İstanbul boğazının nasıl oluştuğuna dair teorilerin en zayıf olanı ile başlıyor. Boğazın yerinde bir nehir ve vadi varmış. Kadim zamanlarda yer kabuğundaki hareketlenme sonucu bu vadi çökmüş ve İstanbul boğazı oluşmuş.

Yazarımız bunun bu konudaki en zayıf teori olduğunu bildiğini ama en çok da bu teoriyi sevdiğini söylüyor. Yer yer hüzünlü bir kurgunun da eşlik ettiği yazısında boğazın güzelliği, sesi, ruhu, Karadeniz ve Akdeniz arasındaki akıntılar hakkında bilgiler var.

Montrö Antlaşması’nın imzalandığı 1936 ve takip eden yıllarda İstanbul boğazından günlük gemi geçişi ortalama 15 civarında iken kitabın basıldığı 2009-2010 yıllarında bu sayı 100’ü geçmiş. Bu, Panama Kanalı’ndan geçen gemi sayısının 4, Süveyş Kanalı’ndan geçen gemi sayısının ise 3 katı imiş.

Boyu 150 metrenin altında olan gemilerin (sanırım 2018’de ilgili yönetmelik değişmiş ve Türk limanlarına uğramayacak gemiler için Kılavuz Kaptan zorunluluğu ortadan kaldırılmış, Türk limanlarından herhangi birine uğrayacak gemiler için ise tonajına bakılmaksızın Kılavuz Kaptan zorunluluğu getirilmiş) kılavuz alması zorunlu olmadığı için İstanbul kenti transit geçişlerin tehdidi altında diyor Uçar.

Yazar şöyle diyor: “Hiçbir Fener’in düzenleyemeyeceği bir trafiği vardır boğazın. Marmara ve Karadeniz çıkışındaki büyük fenerler dışında irili ufaklı onlarca ışıklı şamandıra, çelik fener kulesi ve çirkin seyir kuleleri vardır boğazda. Yine de tankerler çarpışır, yük gemileri yatak odalarına girer, vapurlar iskeleye toslarlar. İstanbul’un kara trafiği gibi kaotik ve kendine hastır denizdeki de. Sis çanlarını, kılavuzları, ışıkları kimse dinlemez. Kaptanın gözü şehre dalar. Bitmeyen şehir İstanbul. Deniz geçişi en uzun geçişidir bu şehrin. Ahırkapı’dan giren gemi 2 saatten önce ulaşamaz Karadeniz’e.

Kitapta yer alan on iki öyküden bir kaç tanesi ile ilgili kısa bir tanıtım yaptıktan sonra, gezi rotalarına geçiyorum. Öyküler özellikle son notlarla birlikte okununca çok daha anlamlı ve kapsamlı bir hale geliyor. Kitabı alıp okuyacak olursanız, son notları atlamamanızı öneririm. Deniz feneri türleri, yakıtları, kullanılan lensler, inşa şekilleri, Türkiye’de görülen fırtınalar, dünyadaki önemli fenerler gibi pek çok değerli bilgi var son notlarda.

Deniz Feneri Gezi Rotaları

Ertuğ Uçar kitabının en sonunda, hatta kaynakçadan da sonra böyle kısa bir bölüm daha açmış. Bu bölümde, hani kitabı okuyup da, bu bilgiler ışığında bir (veya bir kaç) deniz feneri görmek isterseniz diye 7 gezi önerisi oluşturmuş.

Bu 7 fener rotası ile ilgili kısa bilgiler de vermiş:

  • Datça, Muğla’da yer alan Deveboynu Feneri (Kule yüksekliği 9 metre, rakım 104 metre) ulaşılması meşakkatli bir hedefmiş;
  • Şile, İstanbul’da bulunan Şile Feneri (kule yüksekliği 19 metre, rakım 60 metre) enine siyah çizgili beyaz kule etrafındaki bina kalabalığı içinde seçilebilsin diye böyle boyanmış;
  • Ayvacık, Çanakkale’de yer alan Sivrice Feneri (kule yüksekliği 12 metre, rakım 16 metre);
  • Bozcaada, Çanakkale’deki Ponente Feneri (kule yüksekliği 10 metre, rakım 12 metre) adı İtalyanca batı rüzgârı demekmiş;
  • Bafra, Samsun’da bulunan Bafra Feneri (kule yüksekliği 22 metre, rakım 3 metre) ülkemizin ilk kumul feneri imiş;
  • İstanbul’da yer alan Ahırkapı Feneri (kule yüksekliği 26 metre, rakım 10 metre) Uçar tarihi yarımadanın en ucundaki bu fener için İstanbul’un merkezidir diyor;
  • Kumluca, Antalya’da bulunan Taşlıkburnu Feneri (kule yüksekliği 9 metre, rakım 22 metre) Antalya Körfezi’nin Ege denizine döndüğü Gelidonya burnunun en ucuna inşa edilmiş. Kitapta Taşlıkburnu Feneri ile ilgili bir öykü de var zaten. Ülkemizin en yüksek rakımlı feneriymiş, ulaşımı çok zormuş.

Sivrice Feneri Kütüphanesi; bir güzel girişim, bugün belki de bir deniz feneri

Kitabı okuyup bitirdim ve sonra fark ettim ki bu 7 fener rotasından sadece ikisini görmüşüm (Şile ve Ponente). İstanbul’da yaşadığım uzun yıllar boyunca mesela Ahırkapı Feneri’nin önünden sayısız kez geçmeme rağmen hiç ziyaret etmemişim. Hep bir koşturma, hep bir telaş.

Sonra baktım, artık Sivrice Feneri’ne çok yakın yaşıyorum. Ertuğ Uçar da kitabında Sivrice Feneri’nden bahsederken, eski İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman ve eşi Hacer Sayman’ın birlikte başlattığı güzel bir projeye değinmiş zaten. Ziyaret zamanı bu zamandır dedim, ‘Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer’den bir tane daha satın aldım ve Sivrice’ye yollandım.

Sivrice Feneri tam Midilli’ye bakıyor. Ulaşımı çok kolay. 1863 yılında inşa edilmiş. Günümüzde artık uzaktan kumanda edilir hale gelince Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü 2008 yılında işletmesini kiralamak için ihaleye çıkmış. Sayman çifti de ihaleye katılarak 10 yıllığına feneri kiralamış.

Çift burada “Sivrice Deniz Feneri Kütüphanesi” oluşturmuşlar. Bu zor ve meşakkatli bir süreç olmuş. Onarım, dekorasyon, kitapların toplanması, araştırmacıların çalışabileceği bir mekân yaratılması hepsi heves ve heyecanla yapılan muazzam işler.

Sayman çifti 2010 yılında verdikleri bir röportajda deniz feneri kütüphanesi fikrinin ve oluşumunun dünyada bir ilk olduğunu söylüyorlar. Kütüphaneye deniz fenerleri ile ilgili tüm kaynakları almaya çalışmışlar; pullar, çocuk kitapları, kartpostallar. Kendi yayınlarını da bastırmışlar. Araştırma yapmak için randevu ile gidilen bir mekân tasarlamışlar. Çift, senenin 7 ayını Fener’de geçirmeye başlamış.

Evet, dediğim gibi, beni bu güzel projeden haberdar eden Ertuğ Uçar’ın kitabını aldım elime ve eşimle birlikte Sivrice Feneri’ne gittik. Çok iyi karşılandık. Hacer hanım ve Yücel bey beni ve eşimi aynı zamanda yaşam mekanları da olan Fener binasına davet ettiler. Kurdukları kütüphaneyi gezdirdiler. Ben Uçar’ın kitabını hediye ettim (yazımından haberdar olmalarına karşın kitap ellerinde yokmuş) onlar bana kendi yayınları olan iki güzel kitap hediye ettiler.

Anladığım kadarıyla hedefleri sadece bir kütüphane değil, projelerle, toplantılarla, seminerlerle genişleyecek güçlenecek bir oluşum başlatmakmış.

Ancak ben ziyaretlerine gittiğimde toplanıyorlardı. Yeni tanıştıkları birine tabii ki detaylı bilgi vermediler. Ama kısa sohbetimizden anladığım kadarıyla bu yolda çok zorluk yaşamışlar ve sanıyorum ki maddiden ziyade manevi açıdan çok yorulmuşlar.

Doğrusu bugün Sivrice Feneri Kütüphanesi projesi ne durumdadır bilmiyorum. Biraz araştırdım ama kütüphane ile ilgili 2010 yılından sonra herhangi bir kayıt bulamadım. Sivrice Feneri Kütüphanesi diye internetten ararsanız, site hala duruyor ama sayfa aktif değil. Fener ise Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü koruması altında görünüyor.

Her ne olursa olsun, böyle güzel bir projenin düşünülmüş olması, hayata geçirilmiş olması gelecekte benzer bir işe kalkışacaklar için bir deniz feneridir diye düşüyorum. Onlara ışık tutan, tehlikeleri, zorlukları işaret eden bir yol gösterici.

Bu yazıyı yazmayı düşündüğüm dönemde, bu sene yaz sonunda Sivrice Feneri’ni yeniden ziyaret ettim. Ve sizin için bir fotoğrafını çektim (fenerin hemen yanına olanca çirkinliği ve devasa boyutu ile kıyı gözetleme kulesi inşa edilmiş durumda. Fotoğrafa bu yapıyı almamak için çaba göstermem gerekti).

Çanakkale’nin Ayvacık ilçesi kıyısında Müsellim Boğazı’nda bulunan Midilli’ye bakan Sivrice Feneri 1863 yılında inşa edilmiş.

Sonuç: Dünya En İyi Nereden Seyredilir?

Evet, Ertuğ Uçar’ın kitabı ve kitabın beni yönlendirdiği düşünceler ve deneyimler ile ilgili olarak size anlatacaklarım bu kadar.

Deniz Fenerleri netice itibarıyla ve en basit tanımıyla, denizcilere geceleri yol gösterecek bir ışık kaynağını hava şartlarından korumak için inşa edilmiş yapılardır.

Dünyada çoğu 1850-1925 yılları arasında inşa edilmiş olan irili ufaklı 50.000’e yakın deniz feneri olduğu tahmin ediliyor. Yıllar içinde sayıları artmış, teknoloji gelişmiş. Bugün fenerlere neredeyse ihtiyaç kalmamak üzere. Hala işe yarayanlar var tabii. Ama çoğu nostaljik bir sevgi tezahürü çerçevesinde tarihi, turistik yapılar olarak duruyorlar.

Yazarımız Ertuğ Uçar kitabının sonunda, en enn sonunda, ulaşılması çok zor olan, uzun yürüyüş ve tırmanışlar gerektiren fenerlerden bahsettikten sonra bize soruyor. Niyet edip, kolayca veya büyük zorluklarla ulaşılan bir deniz fenerine varınca ne yapılır diyor. Cevabı yine kendisi veriyor: “Burada ne mi yapılır? Dünyayı seyretmekten başka yapacak bir şey yok.

Evet, bir deniz feneri… dünyayı seyretmek için bir yer!

 

Kitapsız kalmayın.