Nâzım’ın Beslendiği Kaynaklar

Türk şiirini ondan önce ve sonra diye ikiye ayırmak mümkün olduğu gibi, onunla birlikte şiirimizde  biçim, tema ve dil anlayışı değişmiş; toplumcu gerçekçi şiirin doğuşuna da etki etmiştir. Sosyalizme, emeğe ve işçi sınıfına inancını yitirmeden yazmış, düşünmüş, üretmiş ve bu kimliğini ölene değin korumuştur

 

 

AV. CEM BAYINDIR

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
bugünü yarına bağlayın”

 

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğup 3 Haziran 1963’te Moskova’da ölen Nâzım Hikmet’in 61 yıllık yaşamının 13 yılı hapiste, 12 yılı da sürgünde geçmiştir.

Türk şiirini ondan önce ve sonra diye ikiye ayırmak mümkün olduğu gibi, onunla birlikte şiirimizde  biçim, tema ve dil anlayışı değişmiş; yararlandığı gelecekçilik (fütürizm) akımıyla bizdeki toplumcu gerçekçi şiirin doğuşuna da etki etmiştir.

Yaşamı boyunca, inandığı değerlere bağlı kalarak, sosyalizme, emeğe ve işçi sınıfına inancını yitirmeden yazmış, düşünmüş, üretmiş ve bu kimliğini ölene değin korumuştur. Nâzım Hikmet yaşarken de öldükten sonra da siyasal tartışmaların merkezinde yer almış, birçoklarınca sol değerlere bağlı bir lider, siyasetin sağındaki kişilerce de bir vatan haini, bir şeytan, komünist bir ajan olarak görülmüştür.

Nâzım Hikmet tüm tartışmaların ötesinde ünü tüm dünyaya yayılmış, yaşadığı dönemden başlayarak, Pablo Neruda, Federico Garcia Lorca, Louis Aragon, Vladimir Mayakovski gibi dev adlarla birlikte anılmış büyük bir ozandır. O, dünyada Atatürk ile birlikte en tanınan Türk’tür.

Aydınların ve okumuşların yanında işçilerin de ozanı olan Nâzım, güce karşı duruşu, zengin ve saraya yakın bir aileden gelmesine karşın yoksulun yanında oluşuyla bu tutumuyla toplumda bilinçli bir direnç gücü yaratmıştır.

“Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’na dair şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın.”

Adnan Binyazar’ın belirttiği gibi, Nâzım, şiiriyle düşüncede ve eylemde öncüdür. Eski şiiri bilir ve eskinin kalıplarını reddetmez; ama bununla yetinmez, şiirin gerektirdiği yeni biçimler arar. Aruzu, aruz vezninin inceliklerini, Divan Yazınını ve Halk Yazınını iyi bilirdi. O, söylenceler, atasözleri, halk öykülerinden, türkülerden yararlanır, Karacaoğlan’dan, Yunus’tan, Dadaloğlu’ndan, Şeyh Galip’ten beslenir, aslından da Fransız ve Rus ozanların yazdıklarını okurdu.

Nâzım şiir serüvenini şöyle anlatır:

Niçin şiir yazıyorum? Bunu başka türlü sormak daha doğru: Şiir yazmağa neden, nasıl başladım? Hatırlamaya çalışayım.

13 yaşlarındaydım. İstanbul’daydık. Büyük babam şairdi, ama şiirlerini hâlâ anlamam. Dilini, Osmanlıca dediğimiz, yüzde yetmiş beşi Arapça, Farsça sözlerle ve Arap, fars gramer kaidelerine uygun bir Türkçeyle yazardı. Bunlar didaktik, dogmatik, dini şiirlerdi. Anlamıyordum onları. Ama ben şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Lamartin’e bayılırdı. Fransızca okurdu. Bir kere, o zamanlar Lamartin Türkçeye çevrilmiş, birkaç şiiri de Osmanlıcaydı, anam Fransızca çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi.

Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir baş köşedeydi.

Karşımızdaki evde yangın çıktı. Yangını ilk görüşüm. Şaştım, korktum. Büyük babam, yangın bize atlamasın diye pencereden Kuran’ı tuttu karşıdaki alevlere. Yangın söndü. Kuran gücüyle, hattâ etfaiye gücüyle de değil, ama yaktığı evi kül ederek söndü kendiliğinden ve ben bir saat sonra ilk şiirimi yazdım. Yangın. Vezni, büyük babamın yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerinden kulağımda kalan ses taklitleriyle yapılmıştı. Yani ne aruzdu, ne heceydi, serbest vezindense haberim yoktu, uydurmaydı. Dili de öyle, Osmanlıca taklidiydi. Konusuysa şu: 

Yanıyor yanıyor
Müdhiş terakeler
Çekiyor ağuşuna bu advi beşer
Haneler, fakirler, yetimler…

Şimdi bunları yazarken bir şeyin farkına vardım. Büyük babamdan çok Edebiyatı Cedide’nin, Fikret’in meselâ etkisindeymişim. Neden? Bilmiyorum. Belki de hiç şiir sevmeyen, ama Tevfik Fikret’i- o da bir çeşit Osmanlıcayla yazardı,- iki kere yüksek sesle yanımda okuyan babamın yüzünden mi? Belki de.

İkinci şiirimi 14 yaşımda yazdım sanırsam. Birinci Dünya Savaşı içindeydik. Dayım Çanakkale’de şehit olmuştu. Dehşetle yurtseverdim. Savaş için bir şiir yazdım. Ne tuhaf, yazdığımı çok iyi biliyorum da, hattâ, artık Osmanlıcayla değil, okulda okuduğumuz şair Mehmet Emin’in takır tukur ama Arapçası, Farsçası az Türkçesiyle yazdığımı biliyorum da tek satırı aklımda değil.

Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kız kardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana: sen bu pis uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.

17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlayan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini.

Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım. Sonra Antant İstanbul’u işgal etti, onlara karşı ve Anadolu Savaşı’nı tutan şiirler yazdım. Vicdan nedir, namus nedir filân diye düşündüm, şiirler yazdım. Ama artık dilim temizceydi ve hece vezniyle ve doğru dürüst kafiyelerle yazmasını öğrenmiştim.

Anadolu’ya geçtim. Millet sıska atları, Nuh’tan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti… (Ve o gün bugündür şiir yazmadan edemiyorum).

Şiirlerinde ana konular ise, yaşam, ölüm, adalet, umut, savaş, savaş acıları, şehitler, kahramanlar, barış, hapis, işçiler, tarih, ulus, kadın, eş, adam, anne, baba, çocuk, sevgi, aşk, köyler, kentler, deniz, yurt, yurt özlemi, uzay, gelecek, umut, iyilik, iyimserlik, ülkü ve insan sevgisidir. Nâzım’ın şiirlerindeki kadınsa, düşsel, putlaştırılmış, soyut değil onun yaşamında yer alan ve yaşamla iç içe olan, onun âşık olduğu ve sevdiği kadınlardır.

Hapishane arkadaşlarından Kemal Tahir, onu şiir yazarken şöyle betimler:

“Bir sarı defter alır, ilk sahifesine şiirin adını, daha sonra ilk mısrasını yazardı… İkinci mısrayı bulduğu zaman ilk sahifeyi kopartır, yeniden şiirin adını, ilk mısrasını, altına da ikinci mısrasını yazardı. Bu böylece sahife dolana kadar, 20-30 kere üşenmeden sürüp giderdi. Bir tek virgül değiştirmek için bile, yeni bir sahifeye, bütün bir sahifeye baştan başlayıp yazdığını çok gördüm. Burada söz konusu olan, şiirin hazırlanışıdır. Bir kere havasını kendine yeter görecek şekilde tutturdu mu, ondan sonra artık tashih edilmiş sayfalardan sinirlenmez olur, şiiri bazen notalara çevirecek kadar çizip karalayarak yazar giderdi.”

Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı, Kuvayı Milliye, Memleketimden İnsan Manzaraları ile şiire yepyeni bir biçim ve dil getirmiştir. Büyük ozan, Şeyh Bedreddin Destanı’nda biçim bakımından, halk vezni öğeleri ile Divan yazını öğelerini azami haddinde kullandığını belirtir ve öte yandan da bu yapıtın, biçim bakımından, o zamana kadar elde edebildiği bütün biçim olanaklarının bir muhasebesi olduğunu söyler.

“Evvela hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. Şiir kafiyeli de, kafiyesiz de, bağırarak da, fısıldayarak da yazılabilir; yeter ki yazılacak şey olsun ve bu yazılacak şey en uygun şeklini, en ustaca bulmuş olsun. (…) Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum.”

“Bütün bu şekil oyunlarında esas yine hece vezninin, yani halk şiirimizin ve aruzun yani Divan Edebiyatımızın unsurlarını muhafaza ediyordu. Kafiye tertiplerinde zorluk çekmiyordum, çünkü Divan Edebiyatı kafiye oyunlarının ve imkânlarının en mükemmellerini vermişti, geleneğimde bu taraf vardı.”

 

Nâzım’ın beslendiği halk şiiri geleneğiyse, ozanın hapiste geçirdiği dönemde halk diliyle, Anadolu’nun öz Türkçesiyle tanışma olanağıyla başlamıştır.  

“Bilmiyorum, neden / aklımda hep / ilkönce senden duyduğum / Çankırılı bir cümle var; Pamukladı mıydı kavaklar / kiraz gelir ardından”

“Yol görünür onun garip serine, / analar, babalar umudu keser, / kahbe felek ona eder oyunu. / Çarşambayı sel alır, / bir yâr sever el alır, / kanadı kırılır / çöllerde kalır, / ölmeden mezara koyarlar onu. / O, ‘Yûnusû biçâredir / Baştan ayağa yâredir’ / ağu içer su yerine.”

Çok sevdiği köpeği Şeytan’la

Türk dilinin gücünü kanıtlayan, Türk şiirini ulusallıktan evrenselliğe ulaştıran Nâzım bunu halkının kültürel değerleri ve söylem gücünü kullanarak, geçmişten aldığını geleceğe taşıyarak yapar. Onun şiirinde sözcükler değerlenir, biçim değiştirir, anlam kazanır, yeni anlamlar doğurur, canlıdır…  

Karayılan der ki: Harbe oturak, / Kilis yollarından kelle getirek, / nerde düşman varsa orda bitirek, / vurun ha yiğitler namus günüdür…”

Şöyle der Nâzım: “Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır… Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.”

Nâzım Hikmet, sonraki tüm ozanlara hatta ayrı siyasal görüşlü da ozanlara etki etmiş, Türk şiirinin durağanlığını değiştirerek, ona can vermiş ve evrenselliğe ulaşmasını sağlamış, şiirimizi “Nâzım’dan Önce” ve “Nâzım’dan Sonra” diye ikiye ayıracak bir milat olmuştur. Zülfü Livaneli’nin dediği gibi Rus edebiyatı nasıl Gogol’un Palto’sundan çıktıysa, yeni Türk şiiri de Nâzım’ın güçlü nefesinde hayat bulmuştur. Sözlerimi, Gülten Akın’ın Nâzım için yazdığı şiirinden bir alıntıyla tamamlıyorum:  

“Ülkende şiirlerin dolanıyor
Kavgan içten içe sürüp dayanıyor
Uzak mezarında bir kırmızı karanfil
Ne denli tutsam kendimi
Usul usul bir yerlerim kanıyor”

 

Kaynakça:

  • Nureddin Vâlâ Vâ-Nu, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, Milliyet Yayınları, 1999, s.421-429
  • Nâzım Hikmet Bütün Yapıtları, Adam Yayınları, 1991,
  • Zülfü Livaneli, Edebiyat Mutluluktur, Doğan Kitap, 2012, s. 161-172
  • Adnan Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu, Can Yayınları, 2008, 51-54
  • Mariya Leontiç, Nâzım Hikmetin Hayatı Ve Şiirleri,2012
  • Ekber Babayev, Nâzım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor, Yön dergisi, 28 Nisan 1967, s-8-9, Yön dergisi, 5 Mayıs 1967, s-8-9