Nan çugu bayramınız mübarek olsun!

EMİNE SUPÇİN

Milattan çooook çok önceydi. Sen de iki ayak üstüne yenice çıkılmıştı, ben diyeyim avret yerini örtmek yenice akledilmişti. (Tamam abartıyorum biraz ama bayağı bayağı eskilerden söz ediyorum, anla işte.)

İnsanın aciz, doğanın acımasız olduğu dönemler. Hayatta kalmanın ve hatta barınmanın bin bir zorlukla başarıldığı, genellikle içgüdüsel ama bazen yarı bilinçle yaşanan zamanlardaydı insan.

İşte o dönemde klanın biri, gittiği avlardan ya eli boş dönüyor ya da avladıkları kimseye yetmeyecek kadar az oluyordu. Nicedir mustariptiler bu durumdan. Vere yerde çıkan mantar, ağaçlardan topladıkları kekremsi meyvelerden yiyor ama şöyle kanlı canlı bir av eti yiyemiyorlardı. Karınları hep ya tam aç, ya da yarı tok, gez ha gez. Elbette bu klanın da pek ulu, gayetle yüce bir reisi vardı. Reis dediysem hakiki reisti yani. Yalan bilmez, klanını tehlikeye atmaz, adaletten şaşmaz bir bilge. O günlerden birinde, henüz gün doğmadan, tan yeri ağardı ağaracakken tüm klanı toplayıp av etlerini pay ettikleri yüksekçe bir tepenin üstüne çıkmıştı. Kadın erkek çoluk çocuk tüm klan oradaydı. Reis, derisi yer yer lekeli, yer yer çatlamış elinde tuttuğu, kendi boyuna yakın, ucunda sivri bir taş bağlı olan asasını yere vurdu. Küçük bir toz bulutu yükseldi vurduğu yerden. Rüzgar uğultusuna benzer bir ses geldi klandakilerden, rüzgarın dalgalandırdığı başaklar gibi oldukları yerde dalgalandılar. Korkuyla karışık bir saygı duyarlardı ona. Klanın en yaşlısı ve dolayısıyla en tecrübelisiydi. Ne zaman yağmur yağacak, ne zaman av olacak, kim ölecek bilirdi.

Bugün de önemli şeyler söyleyecekti kesin. Gençliğinde avladığı en büyük hayvanın postunu geçirmişti sırtına. Ne zaman bu post ile bir konuşma yapsa tarih yazardı bilmeden.

“Ugu nan çugu!” dedi. Zerrece tebessüm izi yoktu yüzünün çizgilerinde. Tam tersine ruhani sesiyle büyülüyordu dinleyenlerini. Elbette günümüz diline çevirmesem tahmin bile edemezsiniz yüce reisimizin dediklerini.

Şöyle diyordu, “Burası kutsal ruhun merkezi.” Tavrını hiç bozmadan devam etti.

“Çugu nan vuga!” Yine anlayamadınız, tabii. Hemen çeviriyorum. Şöyle diyor ulu şeyimiz:

“Kutsal ruh kan istiyor.” (Şu tekerine çomak sokulası kutsal ruh da hep bir şeyler istiyor Anastasias! Hay gelmişini geçmişini… Kendisi bir kez bir şey vereydi, iyiydi. Diyeceksin ki can vermiş sana daha ne versin. De get!)

Güruh yine rüzgar uğultusuna benzer bir sesle, rüzgarda salınan başaklar gibi dalgalandı. Onlar kendi aralarında icat ettikleri çok az sözcükle mırıldana dursunlar, ulu reis az ötesinde bir gün önceden yakalayıp incecik ağaç dalıyla ayağından bağladığı bembeyaz bir sülünü boynundan tutup havaya kaldırdı. Ve insanlık tarihinin o ilk duasını ederek kutsal ruha ilk kurbanı sunmaya hazırlanıyordu.

Dilinden “Hu Nan Çugu!” sözcükleri döküldü. Topluluk durur mu? Onlar da tekrarladılar aynı kelimeleri. Kutsal ruha sesleniyorlardı. Ardı ardına tekrar ettiler aynı sözleri. Sözcükler tekrarlandıkça kendilerinden geçtiler.

Hu nan çugu.

Hu nan çugu.

Hu nan çugu.

Ulu reis topluluğun esrikliği tavan yaptığı sıra, elinde çırpınıp duran sülünün boynunu tek hamlede koparıverdi. Fışkıran kan önce sülünün beyaz tüylerine oradan toz kalkan yere döküldü. Topluluk sustu. Rahatladı. Dinginleşti. Büyücü tek tek hepsinin alnına kurbanın kanından sürdü. Hepsi kutsandı, hepsi koruyucu güçle donandı. Yani öyle hissettiler, öyle dediler, öyle sandılar.

Tesadüfen o gün çıktıkları avdan dev gibi bir hayvan ölüsüyle döndüler. Klanın tüm üyeleri toplaşıverdi başına. Herkes bir parça koparıyor iştahla yiyordu. Hayvanın en yumuşak yerlerini reise takdim ediyorlardı. Reis eksik dişlerinin arasında ağzını şapırdatarak lokmaları çiğnerken, sabahki ayini hatırlatıyordu. Klan müteşekkirdi reislerine. Kurban verdikçe, avın da bol olacağına inandılar o gün.

Kutsal ruha kurban sunmak ilkin alışkanlık, derken gelenek haline geldi. On yıllar geçti, bin yıllar ardı ardına dizildi. İnsanoğlu çanak çömlek yapmayı öğrendi. Tekerleği buldu, yazıyı icat etti, değiş tokuşu değiştirdi yerine parayı koydu, nesiller gelip geçti, yaşamında milyonlarca davranış değişti, hatta kutsal ruhun adı bile değişti ama o gelenek hiç değişmedi.

İnsanoğlu buğdayı evcilleştirdi, hayvanları ehlileştirdi, insanlığı gözden geçirdi ama tanrıyı hiç ehlileştiremedi. O hep kan sevdi, savaşı kutsadı, kurban istedi. Kurbanlar değişti, kah hayvan oldu, kah insan, sonra tekrar hayvana evrildi ama kutsal ruh kana hiç doymadı. Sanırım kan banyosu yapmayı seviyor. Süt mü sanıyor ne?

Uzatmayayım. Nan Çugu Bayramınız kutlu olsun(!)