Moltke’nin Mektuplarında Harput

Moltke çok iyi bir gözlemcidir. İstanbul’da kaldığı zaman içinde Osmanlı İmparatorluğunun siyasal ve ordunun durumu üzerine mektuplar yazmış ve konuları kendince ve yansız bir biçimde anlatmıştır

 

 AV. CEM BAYINDIR

Prusyalı general Feldmareşal Helmuth Von Moltke 1800 yılında doğmuş, l819 yılında Danimarka ordusunda subay olmuş, l822’de Almanya ordusunun hizmetine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğundaki yenileşme çabaları içerisinde, 1835–1839 yılları arasında Türk Ordusunda askeri öğretmen ve tahkimat uzmanı olarak çalışmıştır. 1858-1888 yılları arasında Prusya Genel Kurmay Başkanlığını yapmış ve 1891’de Berlin’de ölmüştür.

 

Yazar, ülkemizde yaşadığı olayları, alışılagelmiş bir askersel dilde; bazen bir gezgin, bir tarihçi, bazen bir asker, bazen de bir kâşif olarak yazmıştır.                        
Yapıttan anlaşılacağı üzere Moltke çok iyi bir gözlemcidir. İstanbul’da kaldığı zaman içinde Osmanlı İmparatorluğunun siyasal ve ordunun durumu üzerine mektuplar yazmış ve konuları kendince ve yansız bir biçimde anlatmıştır.

Ayrıca imparatorluğun 1600’lü yıllardaki ihtişamıyla 200 yıl sonraki durumunu karşılaştırmış; yitirilen toprakları, savaşları ve dağılma sürecini anlatmıştır. Ekonomik bozukluğu, vergilerin ağırlığını, iltimas ve rüşvet karşısında devletin artık zayıf kaldığını anlatmıştır. Ayrıca yeniçerilerin kaldırılmasından sonra ordunun tam olarak oluşturulamaması durumunu incelenmiştir.

Moltke, mektuplarıyla dile getirdiği; Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafyası, siyasal, toplumsal durumu, bölgede yaşayan insanların gelenek ve inanışları, insan betimlemeleri hakkındaki görüşleridir. Savaşlardaki yenilgilerin ordu komutanlarının hataları ve aralarındaki çekişmelerin sonucu olduğunu söylemiştir. Çünkü Türk Ordusu başsızdır ve paşalar arasında da birbirini çekememezlik vardır.

Moltke uzun süre kalacağı Anadolu’ya olan yolculuğunu, vapurla Samsun’a giderek başlatmış, Samsun’u, Amasya’yı, Tokat’ı, Sivas’ı ve Malatya’yı, Harput’u, Keban Madenini her ayrıntısıyla anlatmıştır.                       
Moltke Türklerden ulus ve birey olarak hep övgüyle söz eder. XIX. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu ile ilgili, gözleme dayanılarak yazılmış en doğru ve olabildiğince yansız, ender yapıtlardan biridir. Ondan yöremizi ilgilendiren bölümleri aktarıyorum:   

“…Şimdi aşağımızda, dar boğazda Fırat’ı, Roma’nın büyük imparatorlarının uçsuz bucaksız ülkelerinin tabii hududu saydıkları nehri gömüyorduk. Bütün civar o kadar yabani, nehrin bu taraftaki yakası öylesine hiç ekilmemiş halde, dağlar öyle yolsuz ki. İnsan, bunları dünyanın ucu olarak tasavvur edebilecek.                       

“Keban Madeni kasabacığı önce ta aşağıda görünür. Dar bir sıra halindeki diş diş sivri dağların eteğindedir. Bu dağlar nehrin iniş bir kavis çizmesine sebep olur. Garip şekilli taşıtlarla karşıya geçtik. Kasabacık çok güzel inşa edilmiş, bu sarp dağ yamaçlarında bulunan gümüş madeninin geliri ile geçiniyor.                                               

“Kasaba en aşağı 3000 ayak yükseklikte olsa gerek, çünkü dağlarda henüz kar kalkmamış ve bugün öğleyin sürekli kar yağdı. Bir saat yukarıda her iki ırmak, Ararat’tan gelen Murat’la, Erzurum’dan gelen asıl Fırat birleşiyor ve oradan sonra artık yazın da geçit vermeyen bir nehir haline geliyor. Nehir burada takriben 120 ayak genişlikte ve son derece coşkun.                        

“Sal nehrin ortasına varınca, insanlar ve atlarla dolu olduğu halde, ok gibi hızla aşağı doğru gitmeye başladı, karşı sahile varması sanki imkânsızmış gibi görünüyordu. Fakat çok geçmeden bir karşı akıntı onu yakaladı ve tam da yanaşacağı noktaya götürdü. Thapsakos’taki tahrip edildiğinden beri Palu ile Eğin’in alt tarafında, ta ağzına kadar, Fırat üzerinde tek bir köprü yoktur. Hâlbuki bu mesafe yüzlerce mildir.                         

“Menzilde tek bir atın bile bulunamayışına bizim Efendi pek sevindi. Paşa yarın bize kendi atlarından otuz tane verecek. Aradaki vakti buraları görmek ve hamama gitmek için kullandık, çünkü şüpheli bir kaşıntı bize böceklerin kaynaştığı Asya’da seyahat ettiğimizi hatırlatıyordu. Bütün elbiselerimizi değiştirdik, ben de bu sakin zamandan, dizlerimin üzerinde bu satırları yazmak için faydalandım…

“Keban Madeni’nden yola çıkarak derin bir boğazdan üç saat aşağı indik, nihayet üzerinde dağınık olarak tek tük Kürt köyleri serpili, az arızalı fakat yüksek bir sahaya vardık. Kar hâlâ etrafımızı çevreleyen yüksek sarp dorukları örtüyordu. Yolumuzun her yeri de kardan kurtulmuş değildi.

“Biz ilerledikçe arazi de gittikçe daha sık Bazalt parçalar ile tıpkı bir caddenin sökülmüş kaldırımları gibi, örtülüyordu. Buna rağmen bu taş kırıkları arasına buğday ekilmişti. Nihayet akşama doğru önümüzde köyler ve bağlarla örtülü, yollar ve derelerle bölünen geniş bir ova açıldı.

“Kavaklar ve ceviz ağaçları (fakat hepsi de henüz yapraksız) çıplak dağlara karşılık gözleri teselli ediyordu. Köylerin derli toplu bir görünüşü vardı. Evler yüksekti; kerpiçten yapılmış, balçıkla sıvanmıştılar, üstleri kütükten ve topraktan teraslarla örtülmüştü. Bunlar çamurdan yapılma fakat temiz meskenlerdi.  

“Ovanın ortasında sarp kayalık kenarlar ile bir tepe yükseliyordu. Bunun üzerinde eski bir kalesi ve birkaç minaresi akşam güneşinde parıldayan Harput bulunuyordu; çepeçevre etrafta, fakat tâ uzaklarda, manzarayı sarp, karla örtülü sivri sivri dağ sıraları çerçeveliyordu.”                                 

“Şehre yarım saatlik yerdeki halen umumî karargâhın bulunduğu Mezraa köyünde durduk. Tarif etmiş olduklarım gibi kerpiçten ve düz damlı geniş bir bina Kumandan Generalin ikametgâhı idi.

 “Küçük bir nöbetçi kıtası ve birçok hizmetkâr, kavaslar, tatarlar, seymenler ve küçük memurlar avluyu dolduruyordu. Paşayı yüksek, kütüklerden yapılma tavanlı bir odada buldum.

Odanın zemini ve sediri kurşuni kumaşla kaplanmış, pencerelerine de kâğıt yapıştırılmıştı. Duvarlarda silâhlar asılı idi, minderin üzerinde de birer parça musline sarılmış ve kırmızı mumla mühürlenmiş bir sürü mektup duruyordu.

Masalar, iskemleler, komodinler, aynalar, perdeler ve bizim zaruri olarak kabul ettiğimiz, diğer eşyadan, bütün Türk evlerinde olduğu gibi, burada da eşer yoktu.

Buna mukabil birçok hizmetkârlar ve zabitler,  kolları karınları üzerinde kavuşturulmuş olarak sessiz hürmetkâr, ayakta duruyorlardı.  

Paşa yerde,   bir kaplan ve postunun üstünde bağdaş kurmuş oturuyordu. Üzerinde içi samur kürk kaplı mavi bir pelerin başında fes vardı. Son Exellence bizi hafif bir baş hareket ile kabul etti, bize oturmamız için işaret etti, bir müddet sükûttan sonra da hoş geldiniz dedi.”

 

General Moltke Fransızlarla yapılan Sedan savaşı öncesinde konumlanışları izlerken

 paylaşmanız için