Mitolojiden edebiyata mistisizmden şifaya suyun büyülü yüzü

Suya güvenelim, inanalım. Bol su içelim, çok harcamadan, ziyan etmeden suyla ilişkimizi arttıralım. Çünkü su, mistisizm veya sihir dünyasının tekinsiz alanına girmeden de bizler için şifadır, iyiliktir. Su başka hiçbir anlam yüklenmesine ihtiyaç duymayan bir mucizedir.

LEYLA TUNÇ YELTİN

Dünya önce bomboştu. Henüz hiçbir şey yaratılmamıştı. Bitkiler, hayvanlar, insanlar yoktu. Sadece su vardı. Bir de Ülgen. Dünya suydu, su dünyaydı. Yaradılışın özü, dünyadaki bütün sihrin kaynağı sonsuz su. Sadece su… bir de Ülgen. Ulu Ülgen, tanrılar tanrısı Ülgen sonsuz su evreninde yalnızdı. Yalnız ve ezeli bir huzur içinde suyla birlikte akmaktaydı. Birdenbire, sonsuz sular yarıldı ve pırıltılar içinde, gür pınarlar gibi coşkun bir ışık çaktı Ülgen’in karşısında. Işık giderek cisim kazandı. Başında taca benzeyen zarif geyik boynuzları, deniz kızı misali uzun pullu kuyruğu, etrafında dans eden denizyıldızları ile bu gelen Akana idi. Akana Ülgen’in ilhamı oldu. O’na yaradılış fikrini veren ışık oldu. Akana ve Ülgen hayatın başlangıcına dair ne varsa hepsine ruh vererek yaşam döngüsünü birlikte başlattı. Yaratım başlayınca Akana geldiği derinliklere daldı ve gözden yitti.

Su ile ilgili yazımın ikinci bölümüne hoş geldiniz🙂

Hatırlarsanız, bundan birkaç hafta önce suyun fiziksel ve kimyasal alandaki muhteşem ve eşsiz özelliklerine dalmıştık birlikte. Ve size suyla ilgili olarak mitolojik, mistik ve sanatsal açıdan da anlatmak istediklerim olduğunu söylemiştim. İşte şimdi sıra onlara geldi.

Yani bilim geçtiğimiz yazıda kaldı. Şimdi başka, daha uçuk kaçık konular varJ.

Bu konu da kapsamlı. O nedenle yine ne derleyebildiysem onunla çıkıyorum karşınıza. Çizdiğim çerçevenin dışında kalan konular olacaktır. Yine de, birlikte eğlenebileceğimiz bir yazı olsun diye niyet ederek, bu niyetimi gerçekleşsin diye suya söyleyerek yazıma başlıyorum.

Önce bu yazı dizisi nereye doğru gidiyor onu konuşalım.

Antik çağlardan bu yana özellikle Hint, İbrani, Kelt, Yunan medeniyetlerinde, doğanın ve yaşamın kaynağının dört element (dört unsur); “ateş, su, toprak, hava” olduğuna inanılmıştır. Kadim Çin tıp ilmi ise doğadaki etkileşimleri, dört değil beş element üzerinden incelemiştir; “tahta, ateş, toprak, metal ve su” (Gora filminde Arif (Cem Yılmaz) “tahta tabii, zoruna mı gitti!” deyince çok gülmüştük gerçi).

Her iki inanışa göre de bu elementler doğada bir arada çalışırlar. Yaradılış ve yok oluş çemberleri birinden diğerine geçer. Bizler, bu konuda batıdan gelen etkilere daha açık olduğumuz için popüler kültürün de etkisiyle “dört element” kavramına daha yakınız.

Yunan filozoflarının şekillendirdiği dört element kavramı aslında daha eskilere dayanır. Ama son halini doğa düşünürü Empodokles’in verdiği söylenir. Doğanın bu dört temel unsurunun sevgi ve nefret enerjileri ile birleşip ayrıldıklarını belirtmiş ve böylece sevgi ve nefretin dört temel element arasındaki etkileşimi tetikleyerek değişimleri yarattığını söylemiştir.

Doğrusu ben, su hakkında yazmaya ilk başladığımda konuyu kadim dört element kavramı içinde düşünmemiştim. Sadece suyu çok sevdiğim, yanımda yöremde deniz, göl, akarsu olmadan yaşayamadığım için girişmiştim bu işe. Ama suyu araştırmayı sürdürdükçe, bu kadim dörtleme üzerinden bir seri yapma fikri giderek cazip gelmeye başladı.

Evet, öyleyse, diğer üç elementi de suyu incelediğimiz gibi ele alacağımız uzunca bir serimiz olacak diyebiliriz. Ama araya yine kitap değerlendirmelerinin girdiği, zamanlaması su gibi esnek, hafif muğlak bir seri.

Nereye gittiğimizi açıklığa kavuşturduktan sonra artık başlayabiliriz.

Mitoloji ile başlıyoruz…

Yunan (Anadolu/Roma), Mısır, Türk-Altay (Orta Asya), Sümer, Hitit, Ermeni, Hindu, İskandinav mitolojilerinde deniz ve su ile ilgili tanrı ve tanrıçaların, efsanelerin, hikâyelerin sayısı çok ama çok fazla. Su, bu denli gerekli ve bu denli korkutucu olunca tabii ki insanlar ondan çekinmiş, aman dilemiş, hediyeler sunmuş… ve evet, tapmış.

Yunan Mitolojisinde su ile ilgili neler var kısaca bakalım.

Yunan mitolojisi deyince; deniz tanrısı ve denizler ile ilgili tüm tanrıların kralı; hem de sel, kuraklık, depremler ve atlar tanrısı Poseidon’u (ve onun Roma mitolojisindeki eşdeğeri Neptün’ü) en başa almak lazım. Poseidon, tanrılar tanrısı Zeus’un kardeşi ve nerdeyse ona eş güce sahip bir tanrı. O dönemde, denizcilik halkın önemli geçim kaynaklarından biri olduğu için Poseidon Yunanlılar için çok mühim.

Kadim kaynaklarda tam da tanrısı olduğu denizler gibi aksi ve değişken mizaçlı olarak tasvir edilen Poseidon, tüm antik Yunan tanrıları gibi insanların işlerine bol bol karışır, ölümlü dünyada maceralar yaşar.

Maceralarının dışında; bugün artık minik bir deniz canlısının hareketinden kaynaklandığını bildiğimiz muhteşem güzellikteki bir doğa olayı da, antik Yunanlı denizciler tarafından Poseidon’un veya görevlendirdiği su perilerinin yakınlarda olduğunun işareti olarak kabul edilmiş. Evet, bildiniz; yakamozdan bahsediyorum. Yani; Noctiluca Scintillans adlı tek hücreli deniz canlısından. Uyarıldığında, korkutulduğunda ışık saçan ve sürüler halinde dolaştığı için ışık saçtığında, denizi adeta floresan lambaları ile dipten aydınlanıyormuş gibi bir hale getiren canlılar bunlar.

Yıldız ve ay ışığının olmadığı, kentsel ışık kirliliğinden de uzak bir sahilde suyu hareket ettirince -şanslıysanız- yakamoza rastlarsınız. Öyle muhteşem, öyle inanılmaz bir seyirdir ki, gerçek bir yakamoz görünce, artık başka hiç bir deniz ışıltısına yakamoz diyemezsiniz. Ben yıllar önce Foça’da bir kere gördüm. Bir daha görmeyi öyle isterim ki.

Aşağıda yakamozu oluşturan tek hücreli deniz canlısının ve Robert Brian tarafından çekilmiş topluca oluşturdukları yakamoz manzarasının fotoğrafını paylaşıyorum.

Yakamozu oluşturan tek hücreli deniz canlısı ve yakamoz.

Evet, Poseidon’un yakınlarda olduğunun işareti sayılan yakamozdan sonra bir de Poseidon görseli paylaşayım. Deniz tanrısının çeşitli ressamlar, heykeltraşlar tarafından yapılmış pek çok resmi, heykeli, çizimi var. Çoğunu görmüşsünüzdür.

Ben bu yazıda farklılık olsun diye aşağıya internetten bulduğum modern bir temsili resmini (Poseidon’un bütün resimlerinin temsili olduğu konusunda hemfikiriz tabii) koyuyorum. Poseidon’un alameti olan üç başlı mızrak (Trident) bu resimde de var. Aynı mızrağı Türk-Altay mitolojisinde de göreceğiz.

Fırtına ve Deniz Tanrısı Poseidon

Kadın, evlilik ve çocukların tanrıçası, Zeus’un eşi ve baş tanrıça Hera’nın habercisi İris de bir anlamda suyla ilgilidir. Ne zaman renkli elbiselerini giyip Hera’nın mesajlarını taşısa, hemen görünür olurmuş antik Yunan halkına. Çünkü İris, haber iletmek için yola çıktığında, gökkuşağı haline gelir, öyle seyahat edermiş. Zavallı ölümlü insanlarsa başlarına bu sefer neler gelecek diye hayıflanırlarmış.

Mitolojilere konu olmasına ve çok uzun süre sihrine inanılmasına rağmen gökkuşağı -hepimizin bildiği gibi- bir doğa olayıdır. Ve inanılmaz güzellikte bir doğa olayıdır. Sağanak yağmurdan ve yoğun sisten hemen sonra güneş çıkarsa ve siz gökyüzüne güneşi arkanıza alıp bakarsanız, o rengârenk muhteşem arkı görebilirsiniz. Tekli, ikili olabilir. Renklerinin sayısı yedi veya daha az olabilir. Nasıl olursa olsun, çok güzeldir.

Gökkuşağı, güneş ışınlarının yağmur damlaları ve sis tanecikleri tarafından kırılması ve yansıtılması ile oluşur. Yerden bakarsak ark şeklindedirler. Ne kadar yürüsek de, ne yerdeki ucuna ulaşabiliriz ne de altından geçebiliriz. Bu yapılamadığı için de altından geçene hayırlı kısmet getireceği, altında bir küp altın bulunacağı gibi iyi şans beklentileri asla gerçekleşmez. Çünkü altından geçilemez. Çünkü aslında gökkuşağı -adı üstünde- yerde değil göktedir.

Yüksek bir dağın tepesinde veya uçakla seyahat ederken bir gökkuşağına rastlayacak kadar şanslıysanız, çember şeklinde olduğunu gözleriyle gören azınlıktasınız demektir. Hepimiz ark şeklinde gökkuşağı bol bol görmüşüzdür. O nedenle aşağıda NASA’nın sitesinden aldığım tam çember gökkuşağı fotoğrafını paylaşıyorum. Sonra mitolojiye devam.

Gökkuşağı çemberi.

Evet, Yunan mitolojisinde denizler ve tatlı sularla ilişkilendirilen çok sayıda tanrı, tanrıça, peri ve büyülü hayvan var. Örneğin İskandinav mitolojisinden Yunan mitolojisine devşirilmiş dev ahtapot Kraken; ayrıca dev yengeç Carcinus; sonra Pontus var, denizlerin ilkel tanrısı, balıkların ve diğer deniz canlılarının babası. Saymakla bitmez.

Yunan mitolojisi dediğimiz bir anlamda Anadolu mitolojisidir. Yunan tanrılarının maceralarının çoğu Anadolu topraklarında geçer. Ama bu toprakların kendine özgü başka tanrıları da olmuş. Yunan mitolojisinden apayrı bir Türk mitolojisi var. Köklerini Göktürk Yazıtları, Kutadgu Bilik (Mutluluk ve Devlet Bilgisi), Dede Korkut vb. kaynaklarda bulan zengin, kapsamlı ve biraz da dallı budaklı bir mitoloji.

Türk mitolojisi genelde çok geniş bir bölgedeki farklı mitolojik altyapıların birleşimi olarak nitelenebilir. Türk, Tatar, Altay, Yakut, Çuvaş mitolojileri bazen ayrı, bazen birbirine geçmiş şekilde; belki de en iyi Orta Asya mitolojisi olarak tanımlanabilecek bir tanrılar, tanrıçalar, doğa ruhları, efsaneler, hikâyeler bütünüdür. Şamanizm’in kökleri bu mitolojide yatar.

Şimdi de Orta Asya mitolojisindeki deniz/su tanrı ve tanrıçalarının bazılarına bakalım

Tüm mitolojilerde olduğu gibi Orta Asya mitolojisinde de su ile ilgili pek çok tanrı, tanrıça ve ruh vardır. Yer-su tanrıları/ruhları diye başlı başına bir bölüm bulunur. Yerin ve suyun ruhları çoğunlukla uyum içinde hareket eder ve insanlarla ilgili pek çok düzenleme yaparlar.

Örneğin bir hikâyede Türkler 40 kuşaktır kutsal sayılan bir kayayı Çinlilere armağan edince, Yer-Su ruhları bu işe çok kızar. Bir anda bütün dünya susar ve bu hatayı yapmış olan Türklerin tek duyabildiği, ruhların onlara “Göç… göç…” diye seslenişleri olur. Bitki ve hayvanlar arasında salgın hastalık yayılır, insanlar güçten düşer, iş göremez olurlar.

Ne zamanki cezalarına razı gelir, ruhların istediği gibi göç ederler (Büyük Göç) ancak o zaman sesler kesilir, insanlar huzur bulur (madencilik faaliyetleri, RES’ler, HES’ler… bugün artık herkes sağır olmuş, Yer-Su ruhlarının uyarı dolu bağırışlarını duyan yok).

Orta Asya Türk mitolojisindeki yaradılış efsanesi de su ile başlar. Kaynaklarda ezeli ve ebedi olarak tanımlanan Ülgen (Gök Tanrı olarak da geçer) başlangıçta sadece sudan oluşan dünyadaki tüm unsurları yaratan tanrıdır. Bu yaratım ise Akana (Maygıl Ana) olarak adlandırılan deniz tanrıçasının verdiği ilhamla olur.

Ruh hayvanı geyik olan Akana geyik boynuzuna benzeyen süslü tacı, maviye çalan beyaz pullarla kaplı balık kuyruğu ve daima etrafında dolanan denizyıldızları ile güzel bir tanrıçadır. Derelerin tanrısı olan ve Aka denilen tanrıçayla benzerlikler taşır. Zaman zaman da aynı olduğu söylenir.

Akana/Maygıl Ana.

 

Yani mitoloji diyor ki hiçbir şey yokken hayat sudan başladı. Bugün ise, canlılığın sudan başlamış olması bilim dünyasının hayatın başlangıcına dair en güçlü teorileri arasında yer alıyor. Kadim kaynaklar bu bilgiyi yüzlerce yıl önce fısıldamış kulaklarımıza.

Türk mitolojisinde ve Şaman adetlerinde suyun önemi büyüktür. O nedenle, denizler ve sularla bağlantılı çok sayıda tanrı ve kutsal ruh bulunur. Öncelikle, panteonda (tanrılar bütünü) yukarılarda yer alan Talay Han’dan bahsedeyim. Yunan mitolojisindeki Poseidon’un izdüşümü gibi düşünebiliriz. Denizlerin hâkimi, ölülerin koruyucusu ve yeryüzündeki tüm suların hükümdarıdır. İsmi, okyanuslar kadar derin bir bilgeliği ve şefkati tanımlar.

Ancak, ilginçtir, aşağıda da göreceğiniz gibi, tasvirlerde üç başlı mızrak (trident) Talay Han’ın değil, mitolojide kadim Oğuz Türkmen Devleti’nin kurucusu olarak kabul edilen Oğuz Han’ın oğullarından Deniz Han’ın elinde görülür.

Deniz Han.

Irmaklardan ve göllerden sorumlu olduğuna inanılan Yayık Han da Panteon’da küçük tanrılar arasında yer almasına karşın nehirlerin günlük hayattaki önemli nedeniyle Orta Asya Şamanizmi’nde saygıyla yaklaşılan bir tanrıdır. On yedi ırmağın buluştuğu yerde yaşar ve şimşek kamçılıdır. Zaten Ural nehrinin eski adı Yayık nehridir.

Orta Asya halklarının kutsal saydıkları çok nehir varmış. Hele ki uzaklarda doğup, kıyısında yaşayanlara bereket ve yıkım getirip sonra yine uzaklara doğru giden nehirler; cennette doğup dünyanın sonundan aşağı çağladıkları inancıyla daha kutsal sayılırmış. İrtiş, Lena, Yenisey ve daha pek çokları ve tabii adını bir tanrıya veren güzelim Ural (Yayık) nehri.

Anladığım kadarıyla su; mitolojik öyküler, paganizm, Şamanizm adetleri ve günümüzdeki tek tanrılı anlayış çerçevesinde (abdest, vaftiz) hep kutsal görülmüş. Arkaik zamanlardan günümüze gelen dört element kavrayışı çerçevesinde de insanlar ısrarla suyun, olduğundan daha mistik ve sağaltıcı bir unsur, adeta bir varlık olmasını arzu etmişler.

Gökkuşağı ise, kendine Orta Asya mitolojisinde de yer bulmuş. Çocukları, bebekleri ve hamile kadınları koruyan ve en ulu tanrıça olan Umay Ana’nın, yeryüzüne inmek için gökkuşağını kullandığına inanılırmış. Bazen de gökkuşağının gökyüzüne asılmış bir yay olduğu söylenirmiş.

Kimi boylarda yeryüzünü gökyüzüne bağlayan büyülü bir köprü olduğuna inanılır, Şaman’ın göğe çıktığı köprü olarak tanımlanırmış. Bu inançlar yıllar boyunca günlük yaşamda kendini hissettirmiş; gök ile yer arasındaki bağın yeryüzünde yaşayan ölümlülere görünür hale gelmesi iyi şans olarak düşünülmüş.

Doğal olarak antik çağlarda gökkuşağının yapısı ve oluşum nedeni bilinmediğinden, suyla değil tamamen göklerle ilişkilendirilmiş. O nedenle, su tanrılarına gökkuşağı ile ilgili bir güç ya da görev atfedilmemiş.

Mitolojiden sonra bir nebze de su mistisizminden bahsedeyim

Yazıya başlarken iyi bir yazı olsun diye niyet ettim, çıksın diye de suya söyledim ya… oradan geliyor bu su mistisizmi.

Suya söylemek

Derdini, niyetini suya söylemek kadim zamanlardan bu yana var olan bir inanç, bir ritüel.

Eskilerin “suya anlatma” ritüelinin temelinde; derdi tasayı akıp giden suya, niyeti ise içilecek suya anlatmak var. İlki derdi alıp götürsün diye. Diğeri de, söylenen sözler suyun doğasını, niyetin gerçekleşmesini sağlayacak şekilde değiştirsin ve suyu içince de o değişmiş su, vücut sıvıları ile birleşerek tüm bedeni niyete doğru döndürsün diye.

Bugünden bakınca, derdi de muradı da suya anlatmanın zararsız bir ritüel olduğu söylenebilir. İnsanın içini ferahlatan, kendini yalnız ve çaresiz hissettiği anlarda hiç değilse içindekini dışa vurmasını sağlayan bir davranış.

Masaru Emoto’yu duymuş muydunuz?

1943-2014 yılları arasında yaşamış olan ve su mistisizmi ile ilgilenenlerin iyi tanıdığı Japon yazar. İnsan bilincinin suyun moleküler yapısı üzerinde etkisi olduğunu savunmuş, bu konuda kitaplar yazmış.

İddiası şu: su molekülünü fiziksel ve kimyasal olarak incelediğinizde karşınıza hep değişmeyen H2O çıkar. Ama su rezonans (tınlaşım) içindedir ve insan bilinci bir enerji türü olarak bu rezonansa etki edebilir. Onu iyi ya da kötü yönde değiştirebilir. Ve su her yerde olduğu için bu değiştirilmiş rezonanslı yeni su (molekül yapısı aynı kalmasına rağmen) fayda olsun diye kullanılabilir.

Suyun bilgi topladığı ve bu bilgiyi ilettiğine dair meşhur bir deneyi var. Biliyorsunuzdur; üç kavanoza biraz pirinç ve su koymuş. Sonra, bir ay boyunca kavanozlardan birini olduğu gibi bırakmış; ikincisine ağır hakaretler, kötü sözler; üçüncüsüne ise güzel ve şefkatli sözler söylemiş.

Olduğu gibi bırakılan kavanozda fazla bir değişiklik olmamış, sadece çok hafif bulanma ve küflenme işaretleri görülmüş. Kötü sözler söylenendeki su simsiyah olmuş ve pirinçler küçülerek iyice büzüşmüş; güzel sözler söylenen kavanozdaki su ise pırıl pırıl, pirinçler sağlıklı kalmış.

Ayrıca pirinçsiz olarak sadece suyla yapılan benzer deneyde de, sonradan dondurulan su kristallerinin, kendilerine yöneltilen bilgilere göre değişim gösterdiklerini gözlemlediğini yazmış. Aşağıdaki görselde; en soldaki kristale sürekli “teşekkür ederim” denmiş; ortadakine “senden iğreniyorum”; en sağdakine ise “sevgi ve şükür” sözcükleri söylenmiş.

“Teşekkür Ederim”, “Senden İğreniyorum”,“Sevgi ve Şükür”.

Bu denli iddialı sonuçlardan sonra deneyleri birçok kere tekrar edilmiş ancak tamamı başarısız olmuş. Hatta konu popüler kültürün bir parçası haline geldiği için kamuya açık bir şekilde deneylerini tekrarlaması için Emoto’ya yüksek paralar teklif edilmiş, ama O reddetmiş. Deneyleri tekrarlayarak başarısız sonuçlar elde eden Carry Poppy ise 2014 yılında bu sonuçlarını yayımlamış.

Ama tabii bunu kesin başarısızlık gibi görmeyenler var. Suya niyet okuyarak, bu niyetin gerçekleşmesi için suyun rezonansından ve iyi niyetler yüklenmiş suyun sağaltıcı etkisinden faydalanmanın mümkün olduğunu düşünen insan sayısı çok. Bir çeşit büyü belki de. Neden olmasın? Zaten dünyamız büyülü bir yer değil mi?

Ben kişisel olarak bilimin yanında yer alırım. Bilirim ki bilim devamlı araştırır ve öğrenir, hatalarından ders alır meraklı, mesafeli ve tarafsızdır. Bilim, kesin doğru diye bilineni eşeler, bilinmeyeni araştırır. Zaten tarih kendini sadece “bilinen” ile sınırlayanların hataları ile doludur.

Bugün bize saçmalık gibi gelen bazı şeylerin henüz bilimin radarına ve çözümlemelerine girmemiş oluşumlar olabileceği fikrini yabana atmamak lazım. Yeter ki “su mistisizmi” ile ilgili konularda, dertleri olup da şifa arayan insanlar maddi ve manevi açıdan sömürülmesin. İyi niyetle inanmak ile bu iyi niyeti kötüye kullanmak arasında deryalar kadar fark var.

Suyun sağaltıcı etkisine ilişkin başka araştırmalar ve deneyler de var…

Dalma Refleksi

Dalmak, yani tüm vücudu -özellikle de başı- tamamen suyun altına sokmak insan vücudu üzerinde rahatlatıcı bir etki yaratıyormuş. Sandhill Enstitüsü’nde yapılan ve 2013 yılında yayımlanan bir araştırmada kontrollü ortamda tamamen su altına giren insanların kalp atışında yavaşlama, tansiyonunda düşüş görülmüş. Vagus sinirinde ve parasempatik sistem aktivitesinde artış kaydedilmiş.

Dalma refleksinin en bilinen türü ise yeni doğmuş bebeklerin suya daldırılması ile gözlemlenen nefes tutma ve sükûnetini koruma hali.

Özellikle kronik panik atak hastalarının kriz sırasında nefeslerini tutarak yüzlerini 15 saniye soğuk suyun içinde tutmalarının kriz belirtilerini hafiflettiği görülmüş. Ama tabii biz panik atak krizimiz gelirse hiç böyle şeyler yapmıyoruz, doktorumuzun tavsiyeleri doğrultusunda hareket ediyoruz.

Zaten anlaşılan o ki; “su terapisi”nin bazı psikolojik rahatsızlıklarda kullanılmasına dair araştırmalar ve çalışmalar halen devam ediyor.

Fakat suyun içinde, yanında, üstünde olmanın insan ruhu üzerinde gerçekten de sağaltıcı bir etkisi olduğu açık. Bu sağaltıcı etki yüzyıllardan beri biliniyor. Çok çalışan, sürmenaj olan, hayat yükünü omuzlamakta zorlanan insanlara yüzyıllardır deniz ve açık hava tavsiye ediliyor.

“Yeşil Alanlar” ve “Mavi Sağlık” akımları

Doğa içinde bulunmanın yatıştırıcı etkisi artık kanıtlanmış durumda. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu konuda pek çok çalışması, raporu var. Su ise, yakın zamana kadar “Yeşil Alanlar” etkisi içinde değerlendirilirken, son dönemde ayrı bir rahatlama ortamı olarak kayda geçmeye başlamış.

Burada kastettiğim kaplıca, ılıca ve içmelerden farklı. Suda çözülmüş faydalı minerallerden veya kutsal su kaynakları olarak kabul edilen ayazmalardan bahsetmiyorum. Kaplıcalar, ayazmalar uzun zamandır şifa ve arınma için kullanılan, bugün de değeri bilinen faydalı, doğal su ortamları, evet. Ama burada konu, suya yakın olmanın, suyla temas halinde olmanın sağladığı rahatlama.

Suya bakarken hissedilen duyguya yumuşak etkilenme (soft fascination) deniyor. Bir yandan insanın dikkatini üzerinde tutmaya yetecek kadar ilgi çekici, bir yandan da beyni yoran aşırı bilgi yüklemesinin uzağında bir seyir. Özellikle çağımızda her türlü mecradan hızla ve yoğun bir şekilde işe yarayan veya yaramayan sayısız veri yüklenen beynimizi rahatlatacak kadar sakin bir manzara.

Mavi sağlık fenomenini anlatırken kullanılan ve herhangi bir bilimsel altyapıya sahip olmamasına rağmen bana sevimli gelen bir başka teori daha var. Kısaca şöyle: İnsanın yaşamak için suya çok ihtiyacı olması nedeniyle, uzun süre sudan uzak kalınca bilinçaltında adlandıramadığı bir telaş ve rahatsızlık oluşuyormuş.  Suyla herhangi bir yakınlık veya temas sonucu bu ortadan kalktığı için su kaynakları yanında insan genel bir rahatlama hissediyormuş.

Dediğim gibi, evrimsel bir spekülasyondan ibaret olsa da kendi yapıma yakıştırdığım bir senaryo bu. Ya da, hayatın suda başladığı zamanlardan genetik altyapıya işlenmiş bir ihtiyaç; veya anne karnında, amniyon sıvısı içindeki en güvenli zamanımıza yönelik bir bilinçaltı nostaljisi.

Su Sesi

Genel olarak doğanın ama özellikle de suyun işitsel açıdan da rahatlatıcı bir etkisi olduğu antik çağlardan bu yana kabul görmüş bir düşünce. Rahatlatıcı ve sağaltıcı etki, su sesinin ritmik ve kademeli olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle akarsu, yağmur ve dalga seslerinin sakinleştirici etkisi büyük.

Gündelik hayatta karşılaşılan sesler genellikle yüksek ve atonaldir. Bilgisayar ve internet uygulamalarının sesleri de özellikle uyarıcı ve dikkat çekici tiz tonlarda olacak şekilde kodlanmıştır.

Dere kenarında oturmak, deniz kenarında dalga seslerini dinlemek hem sakinleşmeye hem düşüncelerin odaklanmasına yardımcı olur.

Bergama (Pergamon) antik kentini bilirsiniz. Muazzam bir ören yeri. Gitmediyseniz, özellikle tavsiye ederim. Evet, işte Bergama antik kentindeki sağlık ve şifa merkezi Asklepion’da da özellikle psikolojik rahatsızlıkları iyileştirmek için suyun işitsel sakinleştirici etkisinden yararlanırlarmış.

Yer seviyesinin biraz altında karanlık ve uzun bir tünel düşünün. Bu tünelin iki yanında taşlardan sekerek ve şırıldayarak akan minik derecikler olsun. Tünelin tavanına açılmış boşluklardan hafif ve sakinleştirici bir müzik duyulsun.

İşte, meşhur Pergamon Asklepion’unda diğer tedavi yöntemlerinin yanı sıra, loş ortamda su ve müzik sesleri eşliğinde yürüyüşün de hastaların ruh durumları üzerinde sağaltıcı, tedavi edici etkisi olurmuş. Aşağıda, bahsettiğim tünelin kendi çektiğim bir fotoğrafı var.

Bergama Asklepion şifa tüneli

Yavaş yavaş yazının sonlarına yaklaşıyoruz. Şimdi gelin içlerinde suyun kadim ve mistik yönlerine atıf bulunan iki kitap ve iki filmden konuşalım. Sonra da suyla ilgili iki güzel şiir okuyalım.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda çok kitap ve film var. Mesela Jules Verne’nin “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” muhteşem bir kitaptır; Philip K. Dick, “Azınlık Raporu” adlı kısa romanında geleceği gören bilicileri amniyon sıvısı içinde tutar.

Bir de mesela “Aquaman” isimli, son dönemde yoğun ilgi gören süper kahraman filmlerinden birinde çok hoşuma giden bir sahne var. Su altında yaşayan güçlü ve kadim bir halk, yer üstü insanlarının bitmez tükenmez bir hızla denizleri kirletmelerinden bıkınca ilk ihtar olarak, yüzyıllardır denizlere atılan tüm çöpü, batan gemileri, gömülen tehlikeli atıkları, her şeyi bir anda dev bir dalga ile çıkarıp kıyılara yığıyorlar. Dağ gibi çöp yığınları birikiyor her yerde (lodos da her estiğinde bunu yapmaya çalışıyor aslında). Film bütünsel olarak hoş bir eğlencelik olsa da bu öğretici bir sahne idi.

Neyse, dediğim gibi bu konudaki kitaplar filmler saymakla bitmez. Ama seçim yapmak lazım. O yüzden, sizleri su kavramı bağlamında ele aldığım roman, film ve şiir (2+2+2) seçkimle baş başa bırakıyorum.

Kitaplardan başlayalım.

Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su

Buket Uzuner’i tanımayanınız yoktur. Pek çok başarılı eserin ardından, şimdi ekolojik roman kategorisi altında değerlendirilebilecek bir dörtleme çıkarıyor. Doğanın dört unsuru “ateş, su, toprak, hava”yı içeren bir seri. Serisine su ile başlamış. Kitabın adı: “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su”. Kitap, şamanlık (kamanlık), eko-feminizm ana ekseninde ilerlemekle birlikte yan temalar olarak pek çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel meseleye el atıyor. Kutadgu Bilig’in de kitapta önemli bir yeri var. Ana izlek ise birdenbire ortadan kaybolan gazeteci Defne Kaman’ın aranması.

Yazımda Uzuner’in kitabından bahsetmemin sebebi en başta ve özellikle böyle bir kitabın yazılmış olması. Bu toprakların kadim öğretisi Şamanizm’i ve bu alandaki kadim bilgeliği kolay okunan bir kurgu ile okuyucuya sunması. Ve tabii bir de genç nesillerin dikkatini Yusuf Has Hacib’in muhteşem eseri Kutadgu Bilig’e çekmeye çalışması.

Bu noktada Uzuner’in Kutadgu Bilig’den alıntıladığı iki dizeyi ben de buraya alayım sizler için:

“Kişinin gönlü dipsiz bir deniz gibidir

Bilgi onun dibinde yatan inciye benzer.”

 

“Kişi inciyi denizden çıkarmadıkça

O, ister inci olsun ister çakıl taşı, fark etmez.”

Bir de Hermann Hesse’nin “Siddartha” adlı kitabına göz atalım

Kitap Budizm felsefesinin içrek yönlerini işliyor. Bir büyüme ve kendini arama romanı. Genç bir Brahman rahip adayının dini ritüellerin kendisine mutluluk getirmediği fark ederek başladığı arayışının hikâyesi.

Kitabın başkişisi Siddartha, çeşitli sınavlar ve akıl çelici hayat tecrübelerinden sonra hayatın anlamını, yolculuğunun başında karşılaştığı ve sadece yoluna devam edişini geciktiren bir unsur gibi gördüğü nehirde bulur. Bugünkü konumuz açısından, kitap, bizim ilgi alanımıza da bu noktada giriyor.

Su aydınlanmanın anahtarıdır. Sözlere gerek duyulmadan aktarılan kadim bir öğretisi vardır suyun. Akan nehri sabırla gözlemek Siddartha’nın suyun kutsal özünü anlamasını sağlar. Hesse nehir eğretilemesini (metafor/mecaz) çok iyi kullanarak okuyuculara hayatın nasıl okunacağı, nasıl yaşanacağı ile ilgili öğütler veriyor.

Nehrin sesleri çoktur, bir anı bir anına benzemez, her akışla değişir ama hep aynıdır. Hesse, zaman kavramını doğu mistisizmi ile harmanlıyor ve suyla birleştiriyor. Bu kadar derin bir eğretilemenin yükünü zaten ancak su kaldırabilirJ.

İki de filmden bahsedeceğim demiştim.

İlki, 2018 Oskarlarında en iyi film ve en iyi yönetmen dahil dört dalda ödül almış olan “Suyun Sesi”

Film orijinal ismini -“The Shape of Water” (suyun şekli)- Platon’un doğadaki unsurları anlatmak için kullandığı eşkenar çokyüzlülerden esinle almış. Platon’a göre su en saf halinde yirmi kenarlı bir cisim -ikosahedron- şeklindedir.

Öncelikle filmin hem bir yalnızlık hem de bir aşk filmi olduğunu söyleyelim. Güzelliği görmek, farklılıkları anlamak ve sevmek üzerine bir film. Adeta büyükler için bir masal.

Soğuk savaş döneminde ve karanlık ortamlarda geçen filmde, insansı bir su yaratığının hem suda hem karada nefes alabilen yapısını inceleyerek askeri amaçlar için kullanmak isteyen “kötü adamlar” bir yanda; bir yanda da neredeyse su yaratığı kadar ayrıksı, farklı, üstelik toplumsal konumu nedeniyle görünmez gececi temizlik işçisi arasındaki aşk.

Filmde su çok ön planda. Zaten söz konusu olan bir su yaratığı, ayrıca tekrarlayan banyo sahneleri, evi şiirsel bir şekilde su basması, yağmur… yönetmen Guillermo del Torro, bütün film boyunca suya sadece bir arka plan olarak değil, bir karakter olarak da yer veriyor.

Kırılgan ve kaygan bir zeminde kurulan ilk güven bağı, sonrasında dostluk, aşk ve heyecanlı bir kurtuluş öyküsüne dönüşüyor. Bir anlamda da kendini bulma üzerine bir film. Son sahnede, iki aşığın su içinde kavuşma gösterisi ise göz dolduruyor.

“The Shape of Water” (suyun şekli), büyükler için bir masal.

Evet, gelelim su ile ilgili ikinci filme; “Avatar: Son Hava Bükücü”

Size konu bağlamında kısaca bahsedeceğim ikinci film bir animasyon dizisi (yani çizgi dizi). Bol Oskarlı bir filmden bahsettikten sonra, bir animasyon hakkında iki satır yazıyı çok görmeyin lütfen.

Doğrusu, dört element (dört unsur) deyince en başta saymamız gereken eserlerden biridir bu dizi. Üstelik Emmy ödüllü. Adı “Avatar: Son Hava Bükücü”. Yapımcı ekibin başında Michael Dante DiMartino ve Bryan Konietzho’nun olduğu 2005-2008 yıllarında yayımlanmış, 3 sezon 61 bölüm sürmüş bir anime dizi.

Üzerinde çok düşünülmüş, kadim bilgiler incelendikten sonra özenerek yapılmış bir çalışma. Hatta bu dizi o kadar beğenildi ve televizyonlarda tekrar tekrar gösterildi ki, daha sonra M. Night Shyamalan aynı konulu bir film yaptı, üçleme olacaktı ama tutmadı. O yüzden devamı da gelmedi.

Dizinin altyapısını; element büyüsünün olduğu bir dünyada ateş, hava, su, toprak unsurlarından gelen güçleri kullanarak (bu elementleri bükerek) büyüler yapan dört ulus ve hepsinin uyum içinde yaşamasını sağlayacak bir Avatar yani bütün elementleri bükebilen seçilmiş kişi oluşturuyor. Ateş ulusunun ihaneti ve avatar olması gereken hava bükücünün ortadan kaybolması ile savaş içine düşen dört ulusun hikâyesini seyrediyoruz.

İyiliği, dostluğu, dürüstlüğü öne çıkaran, son tahlilde de dünyayı iyiliğin ve alçakgönüllülüğün kurtaracağı mesajını veren güzel bir yapıt. Her elementin büyücülerinin sihirlerini yaparken dans benzeri hareketleri var ve hepsi de ilgili elementin doğasını hatırlatan figürler. Akıcı, bazen keskin, bazen yumuşak hareketleri ile en sevdiğim su büyücülerinin su bükme dansı oldu.

İyiliği, dostluğu, dürüstlüğü öne çıkaran, dünyayı iyiliğin ve alçakgönüllülüğün kurtaracağı mesajını veren güzel bir yapıt.

Diziyi seyretmemden yıllar sonra, kadim Çin bilgeliğinin bütünsel sağlık sistemine ait sağaltım egzersizleri olan tai-chi sanatını öğrenmeye çalışırken, filmde su bükücülerin yaptığı hareketlerin tai-chi figürlerine çok benzediğini gördüm. Denedim, ama su bükemedim, büyü yapamadım. Dünyanın sihri artık bu yeni ve korkutucu çağın insanlarına kapalıydı sanırım.

Ve söz verdiğim gibi iki güzel şiir geliyor.

İlk olarak Fuzulî’nin (16. yy)“Su Kasidesi”nden iki beyit okuyalım

Türk edebiyatının en önemli şairlerinden olan ve Türkçe, Arapça ve Farsça’ya büyük hâkimiyeti nedeniyle şiir dilini adeta göksel bir müzik haline getiren Fuzulî’nin Hz. Muhammed için yazdığı 32 beyitlik Su Kasidesi üzerine tezler yazılabilir. Yazıma, sudan bahsederken bu kasideyi atlamak olmaz diyerek sadece iki beytini alıyorum. Öte yandan, hastaya (ölüm döşeğindekine) su vermek, ibadet öncesi abdest almak, tüm din ve kültürlerde suya duyulan saygıyı ve atfedilen kutsallığı göstermesi açısından da örnektir.
(Günümüz Türkçesine çeviri, Ahmet Necdet’in “Bugünün Diliyle Divan Şiiri Antolojisi’nden; Papirüs Yayınları, 1999, İstanbul).

8. Beyit:

Gam güni etme dil-i bîmârdan tîgin diriğ
Hayrdur vermek karanu gicede bîmare su
(Gam günü esirgeme bakışın hasta gönlümden/Vermek sevap karanlık gecede hastalara su)

22. Beyit:

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urğaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
(Dalgalanmış her damlayla binlerce rahmet denizi/Abdest için serptiğinde eliyle gül yüzüne su)

Bir şiir de çok sevdiğim şair Birhan Keskin’in “Su” adlı şiiri

Tamamını değil, tadımlık olsun diye bir parçasını aldım.
(…)
Durmadan bir yoldan söz ettim:
suyum ben, adımı unutmadım,
dolanıp, bir gün yanına düştüğüm
bir dağdan söz ettim;
dünyanın işine karışmadım,
beni avutmaz dünya, beni tutmaz da,
dolanıp içinde kirinin
yine temiz geldim.
(…)

Ne de güzel anlatmış su olmayı.

Bitirirken…

Suyun benim üzerimde sağaltıcı bir etkisi olduğunu kabul edeli ve hayat tarzımı suyun çağrısına cevap verebileceğim bir yönde şekillendireli hayli zaman oldu. Suyun yanında, içinde, kıyısında huzur bulduğum doğrudur.

Biz insanlar tabii ki kara canlılarıyız. Derimiz uzun süre su içinde kalmaya uygun değil. Daha önemlisi akciğerimiz hava ile çalışıyor, solungacımız yok. Yüzgecimiz yok, kollar ve bacaklarla yüzme işi de bir yere kadar.

Ama yüzde 65’imiz su; dünyamızın yüzde 70’i su. Suda bir keramet ararsak bence bulabiliriz.

Yüzme eyleminin ancak ve ancak suya güvenerek yapılabileceğini biliyorsunuz değil mi? Eğer su içinde kendimizi rahat bırakmazsak, suya güvenmezsek yüzemeyiz; hatta su üzerinde kalamayız bile. İnsan ile su arasındaki ilişki tamamen güvene dayalı.

O yüzden suya güvenelim, inanalım. Bol su içelim, çok harcamadan, ziyan etmeden suyla ilişkimizi arttıralım. Çünkü su, yazı serimin birincisinin başında da söylediğim gibi, mistisizm veya sihir dünyasının tekinsiz alanına girmeden de bizler için şifadır, iyiliktir. Su başka hiçbir anlam yüklenmesine ihtiyaç duymayan bir mucizedir.

Yine de yeri geldiğinde tüm o mitolojik tanrılardan daha öfkeli, daha yıkıcı olduğunu; masum ve şifalı olanın da, korkunç ve öldürücü olanın da aynı su olduğunu unutmayalım.

Susuz kalmayın:)


Kaynakça:

  • Buket Uzuner “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: SU”, 2012
  • Hermann Hesse “Siddartha”, 2002
  • Umar Ö. Oflaz “İslamiyet Öncesi Türk İnancı ve Evrensel Bağları”, 2009
  • Özhan Öztürk “Dünya Mitolojisi”, 2016

 

Web adresleri
anamurunsesi.com “Akana-Akene-Akine” (Hikmet Ünlü)
elemental.medium.com (Markham Heid)
antoloji.com (Hasan Kocabaş)
wikipedia.com
nasa.gov
taichifuture.com
paratic.com
anadolusamanizmi.com
imdb.com

PAYLAŞMAK İÇİN