Lenin, Atatürk ve 21. Yüzyıl

İki lider üstelik kendi düşmanlarıyla aynı dönemde savaştılar ve birbirlerine yardım ettiler. Omuzdaş ve yoldaş oldular. 20. yüzyılın bu iki olağanüstü çocuğu kuşkusuz yumurta ikizi değildi. Fakat ikizdiler. Her biri kendi ülkesine kendi halkına yaraşan en iyi sistemi kurdular.

cfryildirim@hotmail.com

Kral saraylarının odağı kuşkusuz altın tahttır.

Sarayın bütün düzeni bu tahta göre şekillenir. Çünkü tahtın sahibi kraldır. Kralın kendisiyle altın üzerinden kurduğu değer ilişkisi somut halini tahtta gösterir. Bu nedenle kralın hükümranlık mekânı tahttır.

Kral ile taht ayrı düştüklerinde her ikisi de birbirini tanıyamaz hale gelir. Taht için çok bir şey fark etmese de böylesi durumlarda kral için çok şey değişir. Bu bakımdan bir kralın tahtından ayrı düşmemesi gerekir. Bu durum aynı zamanda kralın içinde bulunduğu saray denen koca bir dünyanın saadetinin güvencede olduğu anlamına da gelir.

Altın varaklı süslemeler, altın işlemeli örtüler, kaftanlar, halılar; altın sürahiler, altın kuşaklı kadehler, bardaklar, semaverler; altınla kaplanmış kapı kolları… Kral, her zaman kraldır ve kralla altın arasındaki bağ onun gücünün, kudretinin, azametinin en yalın ifadesidir.

Ve cariyeler ve kapıkulları, hizmet erleri, aşçılar, aşçı yamakları ve ibrik taşıyıcılar, terziler, tesisatçılar ve temennacılar…

Hayli uzak bir geçmişte kaldığını sandığımız ve daha çok sinema, edebiyat gibi sanatlar aracılığıyla ayrıntılarına aşina olduğumuz krallık debdebeleri, 21. yüzyılın ilk etabında Tayland Kralı’nın sarayından sıkça dünya medyasına yansıyan fotoğraflar sayesinde gözümüzde daha bir somutluk, ötesinde daha bir sahicilik kazandı.

Tayland Kralı, saray yaşantısını iyi ki mahremine dâhil etmiyor. Eşleri, resmi sevgilisi ve haremiyle bir bütün halinde yaşantısını medyanın ilgisine sunmakta hiç cimri davranmıyor.

Sayesinde, krallıklar rejiminde insanın aşağılanışının hangi boyutlar kazanabileceğini, hangi görüntüler içinde, hangi hallerde ortaya çıkabileceğini görmüş olduğumuz için belki de kendilerine teşekkür etmeliyiz.

Kral, her kral gibi en mağrur maskıyla tahtında oturuyor. Belirlenmiş bir mesafede bulunan onca erkek mutlak bir baş eğişi yansıtan garip bir saygılı duruş halinde, kımıldadığında başına nelerin geleceğini hisseden böcekler gibi öylece bekliyor. Krala daha yakın mesafede çıplak bedeni tüllerle örtülü bir kadın, adına devlet töreni düzenlenen sevgili ise gerçek bir sürüngen halinde krala doğru ucun ucun yaklaşıyor ve armağanını sunuyor.

Ana çizgileriyle verdiğim bu fotoğraf Tayland Kralı’nın sarayından yansıdı dünya medyasına.

67 yaşındaki Kral Maha Vajiralongkornlongkorn 41 yaşındaki 4. eşi Suthida  Na Ayudhya’yla evlendikten ve onu kraliçe ilan ettikten iki ay sonra yakın koruması General Sneenat Wongvajirapakdi’yi resmi sevgilisi edinmiş. Oldukça özenli, denetimli ve ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiş ve aynı zamanda 4. eş Kraliçe’nin de hazır bulunduğu tören, edinilen yeni sevgiliye resmiyet kazandırmak içinmiş.

Tayland Kralı Maha ve tebası

Bunun yanında şu da var sanıyorum: Önce tebaasına, sonra da bütün dünyaya diyor ki Kral Maha Vajiralongkornlongkorn : Ben kralım!

Krallığın Ruslardaki adı çarlık, bizdeki ise padişahlıktı. Ruslar,  Ekim Devrimi’yle 1917’de, Türkler ise Anadolu İhtilali’yle 1922’de krallık rejimine köktenci bir biçimde son verdiler.

Efendi ile tebaası, bir başka ifadeyle efendi ile kulları arsında hükümranlık ilişkisini sağlayan sistem devreden çıkartıldı. Yurttaşın, bugünkü deyişle bireyin doğuşuna olanak sağlayan yeni sistemler kuruldu.

Böylece hem Rusya’da, o dönemki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde hem Türkiye Cumhuriyeti’nde kral-tebaa ilişkisinin değişik toplumsal katmanlardaki mujik-efendi, tımar sahibi-köylü, ağa-maraba, şeyh-mürit, bey-cariye gibi alt versiyonları da ortadan kalkmış oldu.

Bilimsel ve sanatsal gelişmelerin, keşiflerin, reformların, Rönesans’ın merkezi olan Avrupa ülkelerinin birçoğunda ise krallıklar “sembolik” diye ifade edilen bir konumda varlığını sürdürüyor. Aslında bu ülkelerde krallar, kraliçeler, prensler, prenseslerin “sembolik”liğin ötesinde bir nüfuza, ekonomik ve siyasal güce sahip oldukları ise aşikârdır.

Avrupa’dan Vatikan, monarşi ile yönetiliyor. Belçika, İspanya, İsveç, Norveç, Hollanda, Danimarka ve Lüksemburg’da parlamenter monarşi var. Asya’dan Japonya, Malezya, Kamboçya; Güney Afrika’dan ise Lesetho parlamenter monarşik sistemlere sahipler.  Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Umman, Ürdün ve Fas’ta monarşi hüküm sürüyor. Demek oluyor ki bütün bu ülkelerde krallar, emirler, sultanlar, kraliçeler, prensler, prensesler; haremler ve cariyeler bulunuyor.

Bir de İngiliz Milletler Topluluğu var. Bunlar: Antigua ve Barbuda, Avustralya, Barbados, Belize, Kanada, Grenada, Jamaika, Yeni Zelanda, Papua Yeni Gine, Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Solomon Adaları, Bahamalar, Tuvalu ve Birleşik Krallık. İngiliz Milletler Topluluğu’na ait bu ülkelerin başkanı Birleşik Krallık’ın kraliçesi oluyor. Kraliçe, başkanlık yetkilerini atadığı valiler eliyle kullanıyor.

Güneydoğu Asya’daki İslami monarşiyle yönetilen Brunei’de ise sultan ihtişamını dünyaya Borneo adasından sunmaktadır.

Bütün krallık rejimlerinde hazretler kan bağından dolayı halka hükmetme ayrıcalığına sahiptir. Astığını asar, kesmediyse lütufta bulunmuş olur. Bu bazen nazik, kibar bir görüntü altında gerçekleşir bazen de ibret-i âlem için göndere bayrak çekilir.

20. yüzyıl iki güzel doğum gerçekleştirdi. Her doğumunda insanlığa bir lider armağan etti. Bu liderlerden biri ülkesindeki yüzyıllardır süren kölelik ve zulüm düzenini ortadan kaldırdı. Diğeri “yedi düvel” diye tabir edilen dünyanın en azılı sömürgecileriyle mücadele etti. Bunları ülkesinden kovmayı başardı ve halkını özgürlüğe kavuşturdu. Bu iki lider üstelik kendi düşmanlarıyla aynı dönemde savaştılar ve birbirlerine yardım ettiler. Omuzdaş ve yoldaş oldular. 20. yüzyılın bu iki olağanüstü çocuğu kuşkusuz yumurta ikizi değildi. Fakat ikizdiler. Her biri kendi ülkesine kendi halkına yaraşan en iyi sistemi kurdular.

Lenin ve Atatürk’ün krallık rejimine karşı takındıkları katıksız tutum; Arabistan Yarımadası’ndan, Uzak Doğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Güney Asya’ya uzanan büyük coğrafyada insanlık için hâlâ yol gösterici bir meşaledir. Onları buluşturan değer ise insanlık tarihi boyunca sanat ve kültür insanlarının, âlimlerin, filozofların, aktivist ve ahlakçıların ayağa kaldırmak için parçalandığı, yüceltmek için emek sarf ettiği, korumak için ağır bedeller ödediği bir değerdir.

O değer,  “insan onuru”dur.

İnsan onuru, paha biçilemez bir mücevherdir.