Lâle, Lâle Devri, Anımsattıkları

Lâle Devri, Osmanlı’nın hiçbir döneminde bu isimle anılmamıştır. Bu isim, Yahya Kemâl’in, arkadaşı Ahmet Refik Altınay’la bir sohbeti sırasında, bu dönem etkinliklerini “Lâle Devri” diye adlandırmasıyla, Ahmet Refik’in bu dönemi anlatan kitabına da “Lâle Devri” adını vermesiyle yerleşmiştir            

                              

Z. SEMRA YALÇINKAYA

ZEHRA SEMRA YALÇINKAYA İstanbul’da doğdu. Erenköy Kız Lisesi 1967 mezunu. 1971’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. 2020’de AUZEF Tarih Fakültesi’ni bitirdi. İngilizce, Fransızca, Farsça biliyor. Osmanlıca okur – yazar. Bir süre bankacılık yaptıktan sonra kendi işinden emekli oldu. Ebru, tezhib ve minyatür sanatlarıyla uğraşıyor. Yurt içi ve dışında birçok karma ve kişisel sergisi var. Son 16 yıldır minyatür yapıyor.

Nisan ayı yağmurları, fırtınaları, sisleri, genelde nemli havasıyla yeryüzünü yıkarken; baharın müjdecisi lâleler topraktan başlarını uzatmaya başlar. Çeşitli isimlerle anılan lâle (tulipa), zambakgiller familyasından soğanlı bir bitkidir. Anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı Dağları’dır. Bu bitkiyi Türkler, göçleri sırasında Anadolu’ya getirmişlerdir. Avrupa’ya 1500’lü yıllarda geçen lâle, Hollanda’da çok yaygındır. Aleksandre Dumas’ın ünlü eseri “Siyah Lâle”, bu bitkinin yurt dışına gidiş hikâyesidir. Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı I. François’a lâle soğanları hediye göndermiş. Ancak bunu yiyecek zanneden Fransızlar pişirip yemişlerdir. Yeni öğrendiğim bir bilgiye göre lâleler, koparıldıktan sonra bile 2-3 cm. uzayabilen tek çiçek türüymüş.

Lâle adı Türkçe’ye Farsça’dan geçmiştir. Kırmızı anlamındaki “lâl” sözcüğünden gelir. Lâlenin Doğu kültüründe önemli bir yeri vardır. Pers mitolojisine göre, yaprağının üzerindeki bir çığ tanesine yıldırım düşüp yaprağının alev almasıyla lâle meydana gelmiştir. Çeşitli türleri olan lâlenin en ünlüsü, Osmanlı minyatürlerinde bulunan Osmanlı lâlesidir.

Bundan birkaç yüzyıl önce lâle soğanları altından daha değerliymiş. Düşünün ki bir zamanlar, çiçeklerin dünyadaki en değerli nesneler olduğu bir dönem…

“Lâlelere bakıldıkça insana öyle gelir ki, gece çimenlikte eğlence düzenlenmiş de, sarhoşlukla uykuya dalan eğlenenler, şarapla dolu kadehlerini yerlere bırakmış sanırsınız” diye anlatır Namık Kemâl.

Korona salgınından önce 14 Nisan tarihi “lâle bayramı” olarak kutlanırdı. Emirgân Korusu ve çeşitli parklar lâlelerle donatılırdı. Ne güzel günlerdi! Heyhat…

Lâle Devri denilen dönem

Neyse biz konumuza dönelim, amacım Lâle Devri olarak adlandırılan dönemi anlatmaktı… Lâle Devri, Osmanlı Devleti’nin 1718’de Avusturya ile imzalanan Pasarofça Anlaşmasıyla başlayıp, 1 Ekim 1730’da Patrona Halil İsyanı ile sona eren zaman dilimidir. Devrin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır. Zevk ve sefa devri olarak bilinir. Kâğıthane Deresi ve çevresinde yapılan eğlenceler çok ünlüydü. Dönemin güzel köşkleri o yörede yapılmıştır. Sadabad Kasrı çok güzeldi, ancak günümüze gelememiştir.

Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Cami’de birer kütüphane, Ayasofya-Bab’l Hümayun karşısında III. Ahmet Çeşmesi ve İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla Deryayi-Sim adlı su bendini inşa ettirdi. Üsküdar Yeni Valide Camii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi’nin yanında, çeşitli çeşme ve sebiller de bu dönemde yapıldı.    

Lâle Devri, Osmanlı’nın hiçbir döneminde bu isimle anılmamıştır. Bu isim, Yahya Kemâl’in, arkadaşı Ahmet Refik Altınay’la bir sohbeti sırasında, bu dönem etkinliklerini “Lâle Devri” diye adlandırmasıyla, Ahmet Refik’in bu dönemi anlatan kitabına da “Lâle Devri” adını vermesiyle yerleşmiştir.

Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi başkentlere elçilik kadroları yollanmış, böylece Avrupa’yı daha yakından tanıma olanağı sağlanmıştır. Said Efendi ve İbrahim Müteferrika, Avrupa’dan matbaayı getirmişlerdir (1728). Osmanlı topraklarında ilk kez “çiçek aşısı” uygulanmıştır. Tulumbacılar denilen itfaiye ocağı kurulmuş, çini atölyeleri, kâğıt fabrikası açılmıştır. Sanat dalında nakkaş Levni önemli bir isimdir.

“Bu şehri İstanbul ki bi-misl-ü bahadır, bir sengine yekpare acem mülkü fedadır” diyen devrin önemli şairi Nedim, Patrona Halil isyanında Topkapı Sarayı’nın damından kaçmaya çalışırken düşüp ölmüştür. Damat İbrahim Paşa, asilerin isteği üzerine idam edilmiş, cesedi isyancılara verilmiş, Padişah III. Ahmet tahttan indirilmiş ve yerine I. Mahmut getirilmiştir.

Zamandan bağımsız lâle

Bir dönemin ömrünü tamamlamasına rağmen lâle ve Nisan ayı şairlere, ressamlara esin kaynağı olmayı sürdürmekte… Örneğin Fuzuli “Bülbül için kılınca nâle, derdine deva olur mu lâle” demiş. Sadi Şirazi de, “yağmurun temiz tabiatında yokken aykırılık, bahçede lâle biter, kıraç toprakta diken” der. Yahya Kemâl, “Ya şevk içinde harap ol, ya aşk içinde gönül! / Ya lâle açmalıdır göğsümüzde, yahut gül” demiş.

En güzel çiçek lâledir, kim bir lâleye hor bakar, en büyük günah işler. Bir lâle kimseyi etkilemeye çalışmaz, bir gülden farklı olmak için mücadele etmez. Mevlana, “Ecel gelip çattığı için yüzün safran gibi sararıp soldu ise üzülme, ötelerde erguvan renkli lâlezarda oturmaya başlarsın. Biz güle, güllere kattığı anlamlara vurulduk yıllarca, bilemedik lâlenin sırla dolu dünyasını” der.

Yazımızı, Nâzım Hikmet’ten bir cümle ile bitirelim: “Biz ancak hasretimizin binde birini koyabiliriz lâleye”.

 

Minyatür: Zehra Semra Yalçınkaya

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN