Kuş Yâsin’i

EMİNE SUPÇİN

Evlerden ırak kuş gribini duymayan yoktur ama kuş Yâsin’ini şimdi okuyacaksınız.

Geçen gece saat on civarı telefonuma sesli what’sup mesajı düştü. Açtım. Henüz ikinci sınıfa giden bir kız öğrencimin annesinin sesli iletisiydi.

Ağlamaklı bir sesle; “Supçin’im, kızım yarın okula gelemeyecek. Çünkü bizim kuşumuz öldü, yarın onun cenaze merasimi var.” diyor, mesajın arka planında küçük kızın da hıçkırıkları duyuluyordu.

Hönk!

Şöyle bir otuz saniye kadar durdum ve düşündüm. Hani söylenecek milyonlarca söz birden hücum eder ve dumura uğrayıp öyle saf saf bakar hale gelirsiniz ya, aynen o duruma düştüm.

Bir yanda kendi çocukluğumda gömdüğüm ölü kuşlar, kendi düzenlediğim cenaze törenleri, başlarında okuduğum sübhanekeler, peşi sıra rüyalarıma giren korkunç sahneler ve bir gün annemin beni karşısına alıp ölüme dair anlattıkları ve beni bu cenaze merasimlerinden kurtarışı… Eğitimci yaklaşımla çocukların acıları bilmeleri ama derinine yaşatılmamaları gerektiği… Yoksa ruhlarında kalacak derin izlerin ilerideki sosyal yaşamlarını negatif etkileyeceği bilgisi… Öte yandan minicik bir canın kaybının bir insanı nasıl etkilediği ve o minik canın ölümü…

Derken… Yazmak yerine aradım velimi. Başka bir odaya geçmesini söyleyip önce onu sakinleştirdim ardından kızına nasıl davranması gerektiğini anlatarak, cenaze töreni yapmamasını, ertesi gün mutlaka okula getirmesini söyledim.

Ebeveyn iyi bir rehberse, çocuklar problemleri her zaman daha kolay atlatırlar. Çünkü yeni duruma uyum yetenekleri bir yetişkinden çok daha yüksek ve esnektir. Ardından küçük kızımla telefonla görüştüm. Acısını anlayan sözcüklerimle birlikte, ruhunu teskin edecek bir hikaye anlattım.

Neyse…

Ertesi gün geldiler ve anneyi, bir çay içelim diyerek yan bahçemize davet ettim. Öyle ya, bir başsağlığı dilemem gerekiyordu. Hoş beşin ardından çaylarımızı yudumlarken,  “N’aptın sen? Çok mu üzüldün?” diyerek girdim konuya. “Keşke çocuğun yanında sen de feryat figan olmasaydın,” dedim. Hafiften gülümsüyor onun da acı derecesini anlamaya çalışıyordum.

“Ah Supçin’immm,” diye başladı söze. Öyledir o. Duygularını coşkuyla anlatır, çünkü coşkulu yaşar her anı.

“Maviş’imiz tam 13 yıldır bizimleydi. Bir görseydin güzelliğini, o tatlı dillerini bir duysaydın, oturur sen de ağlardın.”

“Desene çok alışmışsınız ona.”

“Sorma,” dedi, “Sorma… Ayacıkları mantar olurdu, doktorlara götürürdüm, (veteriner değil, doktor) verilen kremleri kendi ellerimle nazik nazik sürerdim. Gagası uzardı, gidip kestirirdim, yemek yiyemezdi ağzından sıvılarla beslerdim. Biliyor musun her cikleyişinin bir anlamı vardı. Ben bilirdim onun ne istediğini…” diye anlatmaya başladı.

“Ve hatta bir keresinde çok hastalandı, verilen ilaçlar iyi gelmedi. Ne yapayım allah, ne yapayım allah diye düşünürken, Sarayköy tarafında oturan nefesi kuvvetli bir kadın hoca varmış onu çağırdım.” (Sarayköy Denizli’nin bir ilçesi.)

“Eeee?” dedim.

“Konu komşu herkesi davet ettim. Yasin okunacak dedim. Kadınlar geldi, pilav üstü tavuklar pişti, ayranlar hazırlandı, tatlılar döküldü, hoca hanım da geldi. Bana dönüp, Kimin ruhuna okuyoruz bu Yasin-i Şerifi diye sordu. Ben de Maviş’imi kafesiyle ortaya koydum,  Kimsenin ruhuna değil, işte bu güzel kuşun iyileşmesi için okuyoruz, dedim. Herkes çok şaşırdı ama ben o Yâsin’i okuttum.”

“Kuş için Yâsin mi okuttun?”

“He, okuttum tabi. İnsandan neyi eksik diğer canlıların. Ya da bizim neyimiz fazla ki onlardan farklı olalım…”

“N’oldu sonra?”

“Bilmem ilaçlar tesir etti, bilmem okunan dualar iyi geldi ama kuşum yeniden dirildiydi.” 

“Kafeste 13 yıl geçirmiş garibim. Bence bunca yıl zaten sadece senin için yaşamış o.”

Bir fasıl daha “Sorma Supçin’immm” dertlenmesinin ardından Maviş’in sözcük dağarcığındaki kelimeleri anlattı, söyledi. Pek üzülmüşler.

İki yıldır tanıyorum Maviş’in sahibi Sema Hanımı. Kocaman bahçesinde beslediği köpeği Zili’nin, kedilerin, tavşanların annesi O. Yol kenarlarına su ve mama kapları koyan, yaşayan her canı kutsal kabul eden bir insan.

Kuşa Yâsin okutması komik gibi geliyor elbette ama onun yüreğinin hem deva hem de devasa gözleriyle bakarsan anlıyorsun duygularının yüceliğini.

Cenaze törenini kendi kendine yapmasını söyledim. Çocuğun bu küçük yaşta, zihninde iz bırakacak denli ağır acılara maruz kalmaması gerektiğini uygun dille anlattım.  

Kalktı sonra. Omuzlarından dökülen katlı kesim, kahve köpüğü saçlarını alıp gitti. Bense derse geçtim fakat içimde ufalanan cam kırıklarıyla ettim akşamı. Çıkmadı aklımdan. Keşke cenaze töreninde yanında olsaydım…

Bilirsiniz, toplumların çoğunluğu teşkil eden ortalama insan grupları vardır, bir de azınlık olan uçlarda yaşayanları. Ortalama olanlar gerek IQ gerekse EQ bakımından da ortadadırlar. Pek etliye sütlüye karışmaz; etinden de sütünden fayda gelmez.

Fakat uçlarda yaşayanlar var ya, işte onlar temel iki gruba ayrılırlar. Bir iyiler, bir de kötüler. Sayıları konusunda pek bir bilgim yok, nihayetinde bunun bir istatistiği de yok zaten.

Hani şu sokak hayvanlarına eziyet eden en küçüğünden en büyüğüne insan görünümlü pislikler var ya işte onlar kötü uçtalar. Kuşların yuvasını bozan, sapanla kuş avlayan ve bundan zevk alan veletten, sokakta kendi halinde yatan köpeciğe tekme vurup geçen sefil yetişkinine kadar hepsi kötücül olanlar.

Bir de iyiler var… Kuş Yâsin’i okutacak kadar yufka yürekli Sema Hanım gibiler… İyi ki varlar…

Not: Bu yazı, şu ağır sıcaklarda hiçbir ses çıkarmadan sadece ağzını açan zavallı kuşlar su içsin diye oraya buraya su kapları bırakan cennet yürekli insanlara atfedilmiştir…