Küçük bir kafiye tartışması, büyük bir yalnızlık

Ağzına içki ve sigara koymayan Fikret, Servet-i Fünun’dan kazandığıyla zar zor geçinebildiği halde, bundan şikayet etmez. Kendisinden önce arkadaşlarının hakkını arar. Kalbi sadece genç yaşta kaybettiği eşine ait olduğu için sol yanında kimsenin yürümesine tahammül edemeyecek denli tuhaf bir yaradılışa sahiptir. Abdülhamit’in cülus yıldönümlerinde ise evde lamba yakmayı bir yurt sevmezlik sayarak karanlıkta oturur. Fikret’e “Tarih-i Kadim’i, “Sis”i, “Ferda”yı yazdıran tek başına estetik beğenisi, edebiyat bilgisi, hatta şairlik yeteneği değil, biraz da “maya”sındaki bu niteliklerdir.

MECİT ÜNAL

Edebiyatımızın yüz yılını belirleyen “Edebiyat-ı Cedide” küçük bir kafiye tartışması yanında, aynı zamanda büyük bir yalnızlıktan doğar ve grubun yayın organı durumundaki “Servet-i Fünun” sayfalarını 1901’de kapattığında büyük bir yalnızlık yaratır. Tevfik Fikret’in yalnızlığı…

Evet, küçük bir kafiye tartışması! Arkadaşları, çağdaşları ve hemen hemen tüm edebiyat tarihçileriyle bu konuda yazanların derginin başyazarı olması dışında grubun da başı olduğu konusunda birleştikleri Tevfik Fikret’in kendisi bile bu tartışmadan doğdu. Hatta, Cumhuriyet sonrası edebiyatımızı da önemli ölçüde yaklaşık yüz yirmi yıl önceki bu tartışmanın şekillendirdiğini söyleyebiliriz.

Recaizade Mahmud Ekrem. Taraf olduğu küçük bir kafiye tartışmasından Türk edebiyatını derinden etkileyecek bir  edebiyat akımı doğdu.

İstibdad’ın kol gezdiği koşullarda genç bir şairin bir şiirinde kurduğu “abes/muktebes” kafiyesinin yol açtığı tartışma, eski ve yeni edebiyat yanlıları arasındaki belli belirsiz olan ayrımı netleştirdi. O zamana kadar Namık Kemal’in açtığı yeni edebiyat (Edebiyat-ı Cedide) yolunda yürüyen Recaizade Mahmud Ekrem ile eski edebiyatın savununcusu Muallim Naci’nin de karıştıkları bu tartışma, şiirde kafiyenin göz için mi, yoksa kulak için mi olduğu noktasında düğümleniyordu. Arap harflerinin kullanıldığı o yıllarda iki sözcüğün birbirinden farklı harflerle yazılması, başlarında Muallim Naci’nin bulunduğu divan edebiyatı yanlılarına göre kafiye değildi. Recaizade Mahmud Ekrem’in etrafında kümelenmekle birlikte henüz tam olarak yollarını çizmemiş, ancak Batı edebiyatını, özellikle Fransız edebiyatını bilen, öte yandan şiirlerini birbirlerine okuyarak değerlendiren yeni edebiyat yanlısı gençlere göre ise bu elbetteki bir kafiye idi ve o zamanlar, Tanpınar’ın deyimiyle, “orta çapta bir küçük burjuva şairi” olan Galatasaray Sultanisi’nde Recaizadenin öğrencisi olmuş, “Garp iştiyakı”na sahip Tevfik Fikret de bu tezi savunanların başında gelmekteydi.

“Yeni Edebiyat-ı Cedide”

Aralarında, başta Tevfik Fikret olmak üzere, Cenap Şehabettin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Rauf, Hüseyin Siret’in bulunduğu gençlerin “Üstad-ı Ekrem” Recaizade’nin öncülüğünde Ahmet İhsan’ın Servet-i Fünun idarehanesinde biraraya gelerek Edebiyat-ı Cedide adını almaları önceden kendi belirledikleri bir şey olmasa bile, küçük bir kafiye tartışmasından bir edebiyat akımının doğması rastlantı değildir.

Muallim Naci. Recaizade Mahmud Ekrem ile eski edebiyatın savununcusu Muallim Naci’nin de karıştıkları bu tartışma, şiirde kafiyenin göz için mi, yoksa kulak için mi olduğu noktasında düğümleniyordu.

Karşıtlarının başlangıçta alay etmek amacıyla yakıştırdıkları bu ad, ilk önce “Yeni Edebiyat-ı Cedide/Yeni Yeni Edebiyat” şeklinde idi. Halid Ziya “Kırk Yıl”da bunu şöyle anlatmaktadır:

 “Edebiyatı Cedide?… Bu isim de nereden çıkmıştı? Bunu hiçbir zaman layıkıyla izah edemedim. Bu bir alaydan çıkmıştı. Edebiyatıcedide, sonraları edebiyat tarihiyle uğraşanların Tanzimat Edebiyatı dedikleri Şinasi ve Namık Kemal Mektebinin unvanı idi, ve Recaizade ve Abdülhak Hâmid’in yürüttükleri edebiyat hareketine verilmişti. Güya yeniliğe bir kati sınır tayin edilebilirmiş, artık o edebiyatı cedideden sonra başka bir yenilik hareketine izin yokmuş gibi yine ondan dallanan, onun ancak çizdiği bir geniş yola korkusuzca dalan gruba gülünç bir unvan vermek istendi. Kim bilir hangi muhalif tarafından ortaya ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ alayı fırlatıldı, ve artık bunu bütün karşı taraftakiler dillerine doladılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler,  yere attılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler, kollarından tutup kaldırdılar, yine attılar, ve bu atış kaldırış arasında yeni sıfatı kendiliğinden düştü, ortada bir Edebiyatı Cedide kaldı, bu unvanı onun yapıcıları sayılanlar da kabul ettiler, ve böylece bütün varlığında zamanın gelecek yeniliklerine pek tabii bir tekâmül gözüyle bakan Edebiyatı Cedide bu unvanla kısa, kısa fakat dolgun ömrünü yaşadı.” (Kırk Yıl, İstanbul 1969, sf. 408-409).

“hayatını hiç kimse bilmemekle beraber ne olduğunu herkesin bildiği” Baba Tahir

Öte yandan, kafiyenin göz için olduğu görüşünü savunanlar, daha sonra, eski edebiyatın savunucusu Muallim Naci’nin tilmizi Abdülhamitçi Baba Tahir’in “Malumat” dergisi etrafında birleşeceklerdir. Kimdir, nereden çıkmıştır, nasıl sivrilmiş, kimden güç almıştır; “hayatını hiç kimse bilmemekle beraber ne olduğunu herkesin bildiği” Baba Tahir, Servet-i Fünun karşısında bir “Malumat” bulunmalıdır mutlak fikrine sarayı öylesine inandırmıştır ki, Sarayca da, Servet-i Fünunculara öğretmenlik yapan Namık Kemal’in kalem arkadaşı Recaizade’nin karşısında bir güç bulunmalıdır. Bu güç Baba Tahir ve “Malumat” olacak ve “Servet-i Fünun”un kısa ömrü boyunca “Edebiyat-ı Cedide”cilere yazmadığını bırakmayacaktır. “Malumat”ın sayfalarında derc edilenleri, “nefret ve iğrenme buhranları” olarak niteleyen Hâlid Ziya sözü şöyle sürdürüyor: 

“Hele mecmuanın kaplarını görüyorum, bunlar renk renk şeylerdi. Ve içi dışı hep Edebiyatı Cedideye savrulan alaylar, çoklukla haincesine iftiralarla dolu idi. Bunlar nasıl yazılırdı? Bu sövüntüleri yazanların yüzü nasıl kızarmazdı?” (Age, sf. 428).

Bu saldırılardan, kendisine pek az dokunulsa da, en çok etkilenen kişi, “kendisinden çok başkalarını düşünen bir huyu olduğu için arkadaşlarının başarılarıyla en çok sevinen, ne zaman onlardan güzel bir parça gelse onu önüne gelene okuyan” Tevfik Fikret’tir.

Baba Tahir. Abdülhamit’i, Servet-i Fünun karşısında bir “Malumat” bulunmalıdır mutlak fikrine inandıran adam.

Recaizade Mahmud Ekrem, Ahmet İhsan’ın “Servet-i Fünun” dergisinde biraraya getirdiği “Edebiyat-ı Cedide”yi oluşturacak gençlerin başına, çalışmadan kazandığını düşündüğü için ayrıldığı memuriyette birikmiş maaşlarını reddeden, oysa “Servet-i Fünun”dan kazanacağı ve geçimini sağlamaya yetmeyen paraya çok büyük değer verecek olan, Tanpınar’ın “orta çapta bir küçük burjuva şairi” dediği işte bu Tevfik Fikret’i geçirir

“Orta çapta”, çünkü, gelecek bir zamanda “Sis”in, “Tarih-i Kadim”in, “Han-ı Yağma”nın, “Haluk’un Defteri”nin, “Ferda”nın ve “Tarih-i Kadim’e Zeyl”in şairi Fikret, henüz Muallim Naci ile Abdülhakhamid ve Recaizade Ekrem’in etkisinde eski ile yeni arasında gezinen gazeller ve musammatlar yazmaktan tümüyle kurtulamamış, kendi sesini bulamamıştır. Ama her yeni şiir gibi, şiirde her yeni tavır da onun yolunu açacak, adım adım, dize dize Tevfik’i Fikret yapacaktır.

eski ile yeni arasında “Sitayiş-i Hazret-i Padişahi”den “Bir Lahza-ı Teahhür”

Recaizade bunda da etkili olur. Dahası, Fikret-Recaizade yoldaşlığının başlangıcını belki biraz da bu etkide aramak gerekir. Öğretmeni Ekrem’in “Zemzeme mukaddimesi” Fikret’i öylesine derinden sarsar ki, sonradan Servet-i Fünun’da yazdığı bir yazıda bu hakkı teslim ederek “nazımcılık” olarak değerlendirdiği bu dönem şiirlerinden vazgeçmesini sağladığını söyleme gereği duyar. Oysa o zamana kadar eski ile yeni arasında bocalayan manzumeler yazan bu şair, çok değil daha dört-beş yıl kadar önce “Mirsad” dergisinin açtığı “Sitayiş-i Hazret-i Padişahi” konulu bir şiir yarışmasına Mehmet Tevfik adıyla katılarak birincilik kazanmıştır. Şu dizeler o zamanlar 25 yaşında bulunan işte bu şairindir:

“Medâr-ı muhteşem-i iftiharımız sensin
Senin vücuduna muhtacız ey veliyy-i niam
İlelebed sana densin Halife-i âlem…”

Bir de şu dizelere bakalım:

“Bir kudreti külliye var ulvî ve münezzeh,
Kutsî ve muallâ, ona vicdanımla inandım.
Toprak vatanım, nev’i beşer milletim… İnsan
İnsan olur ancak bunu iz’anla anladım.
Şeytan da biz, cin de, ne şeytan, ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla inandım.” (Haluk’un Amentüsü’nden).

Evet! Yıllar sonra padişahın tahta çıkışının yıldönümlerinde evde lamba yakmayı bir yurt sevmezlik sayarak karanlıkta oturan da aynı şairdir. Bugünden bakılınca tuhaf  görülse de, o günün ağır İstibdad koşullarını ve bu koşullardaki bir şairin, Fikret’in ruh halini göstermesi bakımından önemli.

Bugün oldukça aşırı bir tepki olarak değerlendirilse de, Abdülhamid’in, düzenlenen bombalı suikastten bir anlık gecikme sonucu kurtulması üzerine yazdığı “Bir Lahza-ı Teahhür” şiiri de yine bu ruhun ürünüdür. Aradaki yıllar, uzun öğrenme, kendi sesini, kendi kimliğini bularak çevresindekilerce “yaşayan bir ülkü”, “erişilmez bir erek”, “ahlak ve iyilik yayan bir peygamber”, “ümid” ve “vicdan” timsali sayıldığı, “ahlak ve medeniyet havarisi” kabul edildiği yıllardır. 1900 yılında yayımladığı “Rübab-ı Şikeste”de adından Mehmet’i atmış, Tevfik’in yanına Fikret’i koymuştur. Fransız Parnasçı şairlerinden François Coppe’dan etkilenen Fikret’in bu dönemki şiirlerinde natüralist bir yaklaşım da göze çarpar. “Hasta Çocuk”, “Nesrin”, “Verin Zavallılara” gibi bu çizgideki şiirler önce “Servet-i Fünun”da yayımlanmıştır.

“Tarih-i Kadim’i, “Sis”i, “Ferda”yı yazdıran nitelikler

Servet-i Fünun’u “sanat ve edebiyat ocağı” olarak değerlendiren H. Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları”nda derginin başyazarı Fikret’in çalışkanlığı ve dürüstlüğü yanında arkadaşları için gösterdiği özveriden de söz etmektedir. Ağzına içki ve sigara koymayan Fikret, Servet-i Fünun’dan kazandığı maaşla zar zor geçinebilmekteyken bile, bundan şikayet etmez. Kendisinden önce de arkadaşlarının hakkını arar; Ahmet İhsan’dan haftada seksen kuruş telif ücreti sağlar ve ihtiyaca göre paylaştırır.

“Toprak vatanım, nev’i beşer milletim… İnsan İnsan olur ancak bunu iz’anla anladım”. Tevfik Fikret ve oğlu Haluk.

Öte yandan, bir yanıyla da hep çocuktur Fikret; Çocuk denecek kadar da saftır. Öfkelenir. Küser. Sol yanında kimsenin yürümesine tahammül edemeyecek denli tuhaf bir yaradılışta kıskançtır; yan yana yürüdüğü arkadaşını sağına alan Fikret’in sol yanı hep boş kalmalıdır, çünkü oradaki kalbi yalnızca, kaybettiği eşine aittir! “Tarih-i Kadim’i, “Sis”i, “Ferda”yı, hatta darülfünun marşı için “Bir Güfte”yi yazdıran tek başına estetik beğenisi, edebiyat bilgisi, hatta şairlik yeteneği değil, biraz da “maya”sında var olan işte bu nitelikleridir.

Bu yönleriyle bakıldığında, Recaizade’nin Servet-i Fünun’un başına getirdiği Fikret, dergi için adeta biçilmiş bir kaftandır. Salt edebiyat bilgisi ve yeni bir şiir yaratmak için yaptığı onca yoğun vezin ve dil araştırma ve çalışmalarıyla değil, ama bundan daha fazla kişiliğinin tüm yönleri ile ele alındığında da böyledir. Halid Ziya ile tanıştıkları sıralarda Babıâli’de istişare odasında memur olan Fikret, birçoklarının mumla aradıkları böyle bir memuriyetten hiç de memnun değildir; “hatta bir nevi sadaka kabilinden olan maaşını bile almağa bir zûl nazariyle bakar”. Oysa, öte yandan da Aşiyan’da babadan kalma yalıda oturmasına rağmen, başına geçtiği andan itibaren, derginin kendisine verebildiği cüzi maaşı hak ederek kazandığı için çok önemsemektedir:

“Bu pek küçük bir para idi elbette, fakat Fikret ona her kazançtan ziyade kıymet verirdi. Birinci defa olarak edebi hayatta emeğinin bir mukabilini almış oluyordu ve bu kazanç için bütün varlığını matbaaya vakfetti. Herkesten evvel oraya gelir, orada herkesten sonraya kadar kalırdı. Sahifelerin tertibine bakar, onları süsler, münderacatı gözden geçirir, tashihleri yapar, hülasa, mecmuanın bütün yükünü üzerine alırdı.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 257).

(Sürecek)

PAYLAŞMAK İÇİN