‘Kıyamet çoktan koptu haberiniz yok siz hâlâ güneşin her sabah doğuşuna güvenin’

2 Temmuz 1993’teki Sivas Katliamında yitirdiğimiz Metin Altıok, Türk şiirinin son dönemdeki en özgün şairlerinden biriydi. Katliamda kaybettiğimiz tüm aydınları ve onu deniz feneri adlı şiiriyle sevgiyle anarken güngörmüş alçakgönüllü yazarımız Ferzan Gürel’in de bir öyküsüyle sürdürelim söyleşimizi.

HİDAYET KARAKUŞ

 

                DENİZ FENERİ

                Ufkum puslu karanlık;

                Tayfa çığlıklarıyla dolu

                Günlerim gecelerim.

                Başım önüme eğik,

                Öyle dimdik değilim.

                Tozlu merdivenlerimden

                Kendimi içten içe

                Bir çıkar bir inerim.

 

                Ben batık bir geminin

                Metruk deniz feneriyim.

                Gömüldüğünü gördüm

                Denize bir serenin,

                Çırpınışını yırtık yelkenlerin.

                Gördüm derin iç çekişlerini

                Kendini bir çorap gibi

                Tersine çevirenlerin.

                Yuvarlanıp dağıldığını

                Başıboş varillerin.

                Gizledim herkesten

                Ama görmek istedim

                Kanın tuzlu suda

                Zambak gibi açıldığını.

                İşlenmemiş

                Cinayetimdir bu benim.

                Rivayetlere dayanıyor

                Belirsiz geçmişim.

                Bir fotoğrafın arabı gibi

                Donuk bakıyor gözlerim.

                Belki de körüm

                Hiçbir şey görmedim.

                Bir fener bile değilim belki

                Sadece olmak istedim.

                Borcu yok müruru zamana

                Uğramış yüreğimin;

                Ne aşk, ne sevinç, ne de kin.

                Reddi miras eylemiş

                Beni varislerim.

                Alacağım da yok kimseden.

                Hep beraber şu beni

                Gelin artık gömelim.

                Rüzgârlarla aşındı

                Yıllar yılı bedenim.

                Çağıdır şimdi kurgusal

                Bütün kötülüklerin.

                Kıyamet çoktan koptu

                Haberiniz yok.

                Siz hâlâ güneşin

                Her sabah doğuşuna güvenin.

Metin Altıok.

Türk şiirinin alçakgönüllü bir deniz feneri

Bu güzel şiirin şairi Metin Altıok’u, 2 Temmuz 1993’teki Sivas Katliamında yitirdik sevgili okurlar. Metin Altıok, Türk şiirinin son dönemdeki en özgün şairlerinden biriydi. 1940’ta Bergama’da doğdu. Ortaöğrenimini Karşıyaka Lisesi’nde, üniversiteyi Ankara Dil tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümünde tamamladı. 1976’da yayımladığı “Gergin” ilk şiir kitabıdır. Sonra sırasıyla “Yerleşik Yabancı”, “Kendinin Avcısı”, “Küçük Tragedyalar”, “İpek ve Kılaptan”, “Gerçeğin Öte Yakası”, “Dörtlükler ve Desenler”, “Süveyda”, “Alaturka Şiirler”, “Hesapişi Şiirler”, “Gül ve Yel” kitapları yayımlandı.

Onu Türk şiirinin alçakgönüllü bir deniz feneri olarak sevgiyle anıyorum burada.

Metin Altıok’tan sonra bugün bir deniz öyküsünü değil ama bir su öyküsünü konuşacağız. Denizin ırmaktan büyük olduğunu azgın ırmakta boğulurken anlayan kara insanlarının, pamuk işçilerinin.

Ferzan Gürel’den “Bir Güz Masalı”

Öykümüzün yazarı Ferzan Gürel. Ferzan Gürel Mustafa Kemal’imizin Samsun’a çıktığı yıl Söke’de dünyaya geldi. İzmir Amerikan Koleji’nden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Samim Kocagöz’ün kardeşi, şair Halil Kocagöz’ün ablası, ressam Ziya Gürel’in annesidir. Bu alçakgönüllü, güngörmüş yazarımızı 2009 Mart’ında yitirdik.

Ferzan Gürel, bir süre İngilizce öğretmenliği yaptı. İlk kitabı Evcilik Oyunu 1972’de yayımlandı. Ardından “Şeftali Çiçekleri”, “Kara Tutku”, “Ölü Gözünde Yaş”, “Kordon Boyu”, “Umutlanmanın İzdüşümü” öykü kitaplarıyla birlikte “Güneydoğu’ya Geçit Yok” adlı romanı yayımlandı.

Bugün onun Kara Tutku adlı öykü kitabından Bir Güz Masalı adlı öyküsünü konuşacağız.

Bu alçakgönüllü, güngörmüş yazarımızı 2009 Mart’ında yitirdik.

Söke ovasına güz gelmiştir. Pamuk işçilerinden Osman’ın topluluğu da azmakların kıyısında bir tarlada iş bulmuştur. Bu sırada kara kara bulutlar gelip gider gökyüzünde. Derken yağmurlar başlar. Bir açıp bir kapayan havaya karşın işlerini sürdürürler tarlada. Ne ki bu böyle sürüp gitmez.

O gün erkenden kalkmışlar, pamuk devşirmeye başlamışlardır. Önce batı yakasında beliren kara bulutlar çok geçmeden bütün maviliği örtmüş, karartmış, bir sağanak indirmiştir ki benzerini oralarda görenler azdır. Acı bir yelin esintisiyle birlikte yağdığından soluk kesici ve ürkütücüdür.

İşçiler bir an önce dama varıp sığınmak için boylarınca büyümüş pamuk bitkilerinin arasından kurtulmaya, koşmaya çalışmaktadırlar. Ortalığı bir karanlık kaplamış, göz gözü görmemektedir.

Keziban’nın gide gide soluğu kabarmış, gücü kesilmiştir. Pamuklardan kurtulurken dama yaklaştığını anlayarak çabasını sürdürürken tam bu sırada kocaman, sert bir el onu bileğinden kavrar, orada kıyıya bırakılmış geniş yük taşıtının siperine çekip götürür.

Bi kez kişinin sevisi düşmeyegörsün

Bundan sonrası Keziban için tatlı bir düş gibidir. Osman’la diz dizedirler taşıtın sığınağında. Onları böyle kim görse kim bilir neler düşünür? Oysa onlar yağmurdan kurtulmanın sevincini paylaşmışlardır yalnızca. Yine de Keziban’ın o andan sonra gözü Osman’dan başkasını görmez. Onları böyle gördükleri için evlenmeleri gecikmezdi artık bundan sonra, ona göre.

Öğlene doğru yağmurun hızı kesilmiştir ama çilentisi bulantısı akşama değin sürer. Gece bastığında gürültülü patırtılı yağmur yeniden başlar. Bozkırlılar, korkarlar, başlarının derdine düşerler. Aslında hepsi burada işlerin bittiğini düşünürler. Sıla özlemi de basmıştır gönüllerini.

Daha ortalık ağarmadan pılılarını pırtılarını toplamaya başlarlar.

Sabahleyin dışarı çıkanlar tarlaların sular altında kaldığını görürler. Pamukların çamura bulandığı uzaktan bile seçilmektedir.

Asıl bundan sonra başlar Keziban’la Osman’ın öyküsü.

İşçiler öte bakarlar, beri bakarlar, ana yola varmanın çaresini bulurlar. Azmağın karşı kıyısına geçerlerse oradan kolayca Menderes Köprüsü’ne yürüyebileceklerdir. Bu amaçla komşu tarlanın kayığını istemeye iki kişi gider. Geridekiler heyecanla beklerler.

Tarla sahibi de üzgündür. Pamuk tarlada kalmıştır. Gözleriyle bulutların gittiği yeri gözlemektedir. Bir ara açılır gibi olan gökyüzünden umutlanır, “Birkaç gün daha kalsaydınız” der işçilere.

“Bi kez toplandık, gayri dönülmez” der dayıbaşı.

Bunu duyan Keziban, içinden onaylar dayıbaşını:

“Dönülmez gayri: Bi kez kişinin sevisi düşmeyegörsün… Dönülür mü heç?”

Keziban’la Osman’ın masalı

Bozkırlı işçilerin çoğu ömründe ilk kez kayığa binmektedir. Küçük teknenin aldığınca altışar yedişer karşı kıyıya geçerler. İçlerinde korkanlar olunca yiğitler onları yüreklendirir:

“Geçilemeyecek koca deniz mi bu bacım? Korkacak bir şey yok nineciğim” diye kayığa binmelerine yardım ederler.

Keziban, denizin uçsuz bucaksız bir su olduğunu ancak o zaman duymuş, öğrenmiştir. Azmağın bulanık, öte yakası görünen suyundan korkmamaları gerektiğine inanır; karşıya geçenleri eğlenceli bir oyun seyreder gibi izler sıra kendilerine gelene değin. O sırada Keziban Osman’ı, Osman Keziban’ı beklerken son kayığa kalırlar. Hep de gençler vardır son kayıkta. İşini çabuk bitirmek için kayıkçı, sayılarının çokluğuna bakmadan kalanların hepsini doldurur teknesine. Osman’la Keziban yan yana, diz dize mutludurlar. Böyle az giderler, yarı yolu geçtiklerinde “Kayık su alıyor” bağrışmaları arasında tekne alabora olur.

Bulanık sularda can derdine düşenlerin kimileri ip atılarak kurtarılır, kimileri kendi çabalarıyla kurtulurlar ama Keziban’la Osman kaybolmuştur.

Söylentilere göre bu sert esintiler Söke ovasında yaz demez, güz demez dolaşır, azmakların üstüne gelince uğultusunu arttırır. Bu arada ilçeye değin uzanıp son gücüyle eser, rahat evlerin örtülü pencerelerinden içeri Keziban’la Osman’ın masalını fısıldar.

Elbette bu masalı işitenler de işitmeyenler de vardır.

PAYLAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ