“Kınından çıkan o kılıç” kimlerin kafasını uçurdu?

Buz gibi soğuk mart yağmurunun altında iliklerimize kadar ıslanırken; “Kınından çıkmış kılıç gibiyiz” demişti. Ne acıdır ki o kılıç kendi yoldaşlarının başına indi.

 

MECİT ÜNAL

Geçtiğimiz günlerde bu mecrada “O Aydınlık için ölünürdü, bu Aydınlık okunmaya bile değmez!” başlıklı bir yazı yayımladım. 2 yıl öncesine kadar haftada bir gün yazdığım Aydınlık gazetesinde yayımlanan bir yazıma –adım verilmeden- atıfta bulunularak yine bu gazetede, Aydınlık’ta yayımlanmış bir yazıya verdiğim bir yanıttı o.

Yanıta yanıt en üst düzeyden geldi ve yine Aydınlık’ta üstü örtülü kötülemeler yapıldı.

Yine adım verilmemişti ama yazılarımdan alıntı yapılmış, atıflarda, anıştırmalarda bulunulmuştu.

Yazının yazarı –o benim adımı vermemeyi yeğledi ama ben onun adını vermekten çekinmeyeceğim, Vatan Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek’tir,- kendisinin de sürekli yazdığı Aydınlık gazetesinde yayımlanan son yazıma, yalnızca benim ve konuyu bilenlerin anlayacağı şekilde atıfta bulunuyor. (https://www.aydinlik.com.tr/haber/karamsarligin-mizikacilari-ve-iyimserligin-kaynagi-227912)

KENARA İTİLENLERİN MİTOSU

Bu ad verme-vermeme tutumu, ilginçtir, duruma göre değişiklik gösteriyor.

“Aydınlıkçılar Aydınlık’ı niçin kuşatmadı/9 Mart 2013” başlıklı, gazetenin 92. Yılı için hazırlanan eki eleştiren yazısında Aydınlıkçılığın tarifini benim bir yazımdan alıntılayarak ve adımı vererek yapıyor, ancak Aziz Nesin’in Almanlardan ödül almak için “Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır” dediğini iddia eden müteveffa Soner Polat’ın tam da 2 Temmuz günü yayımlanan yazısına karşı çıkan bir yazı yazmam üzerine, gazeteden tümüyle kopmama yol açan tartışmada -ki, o tartışmanın tarafı olan kişi benim ve o yazı birçok Aydınlıkçının yüreğine su serpmiştir,- bu kez adımı vermeden beni şezlongdan bakmakla eleştiriyor. (https://www.aydinlik.com.tr/kayisi-cekirdegindeki-sir-dogu-perincek-kose-yazilari-temmuz-2018)

Bu yazıya karşı yazdığım yazının linkini, yazılarım Aydınlık’ın web sitesinden kaldırılmış olduğu için, konuyu haberleştiren Odatv’den verebiliyorum : (https://odatv4.com/denize-sifir-yazligim-yok-12071855.html)

Yukarda linkini verdiğim Sayın Genel Başkan’ın “Karanlığın mızıkacıları” başlıklı yazısında geçen yol konusu da öyle…

Gazetede “Türkiye, nereye gidiyorsun böyle dalgaların kollarında?/27 Aralık 2018”[1] başlıklı bir yazı yazdım. O yine adımı vermeden yazıma atıfta bulundu ve “Ahmet Turan Kul’un zamanı-20 Ocak 2019” başlıklı, şair dostumuz Ahmet Turan Kul’u karşıma dikerek, “yolda olmak”la “ödül”lendirdi. Perinçek’in övgülerinin hilafına, Aydınlık bünyesindeki Kaynak Yayınları, neredeyse dosya getiren her emekli askerin kitabını yayımlarken, bu cefakâr ve mütevazı Aydınlıkçı şairin tek bir kitabını dahi basmamıştır, satmaz diye!

Sayın Genel Başkan şimdi de karşıma emektar Aydınlıkçı, 15-16 Haziran’ın işçi önderlerinden saygıdeğer Akif Yılmaz’ı çıkarıyor. Yaşı hayli ilerlemiş ciddi rahatsızlıkları bulunan Akif Yılmaz’ın kenara itildiği yerden görüntülerde bulunsun türünden çağrıldığı ve güçlükle katılabildiği toplantılarda sözünün kesildiği, konuşturulmadığı, saygı gösterilmediğinin tanıklarından biriyim. Neden Akif Yılmaz, derseniz… çünkü Akif Abi Kazdağları’nın eteklerindeki bir sahil kasabasında yaşıyor! E, ben de Kazdağları’nda yaşamıyor muyum? O halde…

Peki, ne çıkar bundan?

Kazdağları’nda yaşayıp “kendi karanlığına” gömülen şaire karşı Kazdağları’nda yaşayıp da “vatan savaşı”na katılan işçi önderi emektar Aydınlıkçı mitosu çıkar!

Yani Kazdağları  eteklerinde yaşayan Akif Yılmaz’lar müstesna demeye getiriyor…

“İMAN EDİP SALİH AMEL İŞLEYEN”

Hatta yine Kazdağları eteklerinde bir yazlık sitede yaşayan “Nâzım’dan sonraki büyük şair”, yani bu zihniyete göre –şair dostum alınmasın ama işin gerçeği bu,- “iman edip salih amel işleyen” Hüseyin Haydar da müstesna!

Aramızdaki fark, dolayısıyla benim boyuma bosuma bakmadan eleştiriler yapıp VP dünyasının dışına çıkmış olmam!…

Hatta ve hatta Kazdağları eteklerindeki kıyı kent ve kasabalarında oturup kendilerinden başka kimseyle bağları kalmamış, kendileri dışındaki herkesi de “vatansız solcu” ilan edip burun kıvıran “vatan savaşçıları” da müstesna… Ama şair Mecit Ünal Kazdağları’nda “kendi karanlığında” yaşıyor! Yazılarıma atıfta bulunarak, alıntılayarak öyle diyor, hangi yazımda karanlık bir imge, karamsar bir sözcük bulduysa artık:

“Her şair yaşadığı yere benzer[2]. İradesini kuyulara ve kuytulara gömenler, Türkiye’yi de kendileri gibi sanırlar ve karanlıklarında korku şarkıları söylerler: ‘Türkiye, nereye gidiyorsun böyle dalgaların kollarında?’[3]

‘Dalgaların kollarında’ olan kendileridir. 

Köstebek, yalnız toprağın altını bilir.

Yılan, kendi deliğindeki gerçeğin esiridir.

Korkak, her sabah ölür. Cesur, her sabah dirilir.

Kibir, yollarda kalır. Gönül, dağları aşar.

Kararsız, beklerken yorulur. Kararlı olan, koşarken yorulmaz.”

BİN KERE KÖTÜ YÜREKLİLER

Buna benzer sözleri farklı cümlelerle daha önce Aydınlık’ın sinema yazarı, eski dostum –ama artık değil- Tunca Arslan da yazmıştı Aydınlık’ta.

Alamos Gold’un altın madeni projesi için Kazdağları’nda 390 bin ağacın kesildiği günlerdi. VP’si bununla, vatan topraklarından olan Kazdağları talanıyla uğraşacağına, bu talana karşı duran Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’yle ilgili, AB’den proje desteği aldığı gerekçesiyle merkezi ve yerel olarak basın toplantıları düzenledi. O basın toplantılarını izleyen sanırdı ki, Alamos Gold’un proje mühendisleri konuşuyor.

Ertesi günkü Aydınlık’ın manşetinde kesilmiş 390 bin ağaç değil işte bu basın açıklamaları vardı. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İlker Yücel ile VP Genel Sekreteri Utku Reyhan’a birer mektup göndererek kendileriyle hiçbir bağımın kalmadığını bildirdim. Bu bilgiye Facebook sayfamda da yer verdim. Konuyu haberleştiren Odatv’nin “Aydınlık’ta Kaz Dağları ‘depremi’ Zehir zemberek sözlerle veda etti” manşetli haberi kendilerini çok kızdırmış olacak ki, yanıt verme vazifesi Tunca Arslan’a tevdi edilmiş. Aydınlık’taki yazılarımın genel başlığına atıfta bulunan Arslan, o günlerde “piyasanın çok sevdiği türden ‘zehir zemberek açıklamalar’ yapmayı” tercih ettiğimi, “Vatan Partisi’yle, Aydınlık’la ‘hiçbir fikri bağının kalmadığı’nı dosta düşmana, özellikle de düşmana” -düşman kimse artık,- ilan ettiğimi yazdı. Tunca Arslan’a hak ettiği yanıtı o günlerde vermiştim:

“Beyoğlu’nda bir cadde, birkaç sokak ve bir masa… Oradan bakınca ne görebilir insan? Kime, neye, nereye benzer?
Evet, ‘insan yaşadığı yere benzer’ sevgili Tunca Arslan, biraz temiz havaya çık bence!”

Bir kere daha tekrar edeyim: Evet, İnsan yaşadığı yere benzer! Nerde yaşıyorsan öyle düşünür ve ona göre davranırsın. Kazdağları’nda yaşıyorsan, Alamos Gold’un, Cengiz Holding’in ortağıymış gibi davranan “vatan savaşçıları”nın aksine, Kazdağları’nın yağma ve talan edilmesine karşı çıkarsın. Çünkü vatan dediğimiz yer, bu “vatan savaşçıları”nın zannettiklerinin tersine nerede yaşıyorsak en önce orasıdır. Vatan en önce işgal neredeyse oradan savunulur. Bulunduğu yerdeki doğanın, tarım ve orman alanlarının emperyalist şirketler ve onların yerli işbirlikçilerince işgal, yağma ve talan edilmesine sesleri çıkmayanların beni ve benim gibileri “kendi karanlığında korku şarkıları” söylemekle, köstebek gibi “yalnız toprağın altını bilmekle”, yılan gibi “kendi deliğindeki gerçeğin esiri” olmakla kötülemeleri için kötü yürekli olmaları lazım… Ki, bin kere öyledirler!

İLGİNÇ BİR İSTİFA GEREKÇESİ

Tüm bu alt alta sıralanan nitelemelerin hiçbirini üzerime almıyorum tabii. Bu tür sözlerin, hatta daha fazlalarının da her biri vız gelir tırıs gider!

Eğer ben de köstebekler ve yılanlar üzerinden gidecek olursam, -doğal hayatın parçası bu canlar beni bağışlasın,- Sn. Perinçek’e kendi içlerindeki yılan ve köstebeklerle uğraşmalarını öneririm!

Ya da…

VP yöneticileri hakkındaki kokusu dünyayı tutmuş, her biri ötekinden vahim iddialara yanıt versinler!

Yenilir yutulur olmayan bu iddialar ortalıkta gezip dururken benim üzerimden VP içindeki huzursuzlukları yatıştırmaya, eleştirileri bastırmaya, erozyonu durdurmaya çalışmaları bir hayli gülünç.

Bu açıdan, Mustafa Deprem adlı bir VP’linin Perinçek’e yolladığı e-posta çok şey anlatıyor anlamak isteyen için…

Partisinin Genel Başkanı’nın Habertürk, CNN Türk gibi  TV’lerde, “seviyesiz ve kötü niyetli katılımcılarla birlikte programa çıkmasını” doğru bulmayan Mustafa Deprem, partisinin İzmir-Tire ilçe örgütünden istifa ediyor.

Ama kılıç kendini kesmez! Sayın Perinçek’in Mustafa Deprem’e verdiği gülünç yanıt şu:

“Bin kılıç darbesinden korkan İmparatoru alaşağı edemez!”

Sayın Genel Başkan’ın kendisini eleştirenlere en hafif yanıtı işte bu; korkaklıkla suçlamak!

Korkaklıkla suçlamak ne ki? Perinçek, aklı başında hiçbir siyasetçinin yapmayacağı kat kat ağır bir suçlamayı, 24 Haziran 2018 seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmesinde yapmış, CHP tabanının bonzai içtiği için HDP’ye, VP tabanının da duman altı olduğu için gidip CHP’ye oy verdiğini söylemişti.

“Kaysı çekirdeğindeki sır”da yazdıklarıyla karşılaştırdığımızda Aziz Nesin’in “aptal” nitelemesinden kat kat ağır bir itham değil mi bu?[4]

Peki bu durumda halkın yüzde kaçı esrarkeş olmuş oluyor?

TOPLUMSAL-SİYASAL EKOLOJİ

Doğadaki köstebek ve yılan popülasyonuna gelirsek…

Var oluş nedenleri arasında insanlar tarafından hakarete uğramak bulunmayan bu canlılar ekolojik sistemin önemli birer parçasıdırlar. Köstebekleri yok ederseniz zararlı böcekler çoğalır, yılanları yok ederseniz tarla fareleri çoğalır, çakalları yok ederseniz yaban domuzları çoğalır, arıları yok ederseniz ekolojik sistem çöker.

Tabii ekoloji, iklim krizi, vatan topraklarının yağmalanması VP Genel Başkan’ının umurunda değil! İsterse Alamos Gold, Koza, milletin anasına söven Cengiz, Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vatan topraklarının her karışını tarumar etsin, o Türkiye’nin Libya’dan filan savunulacağını düşünüyor ki, bu, savuna geldiği “Misakı Milli”ye de, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”e de aykırı, o başka.

Toplumsal-siyasal ekoloji diye bir şey var ama… Ve bu ekolojide de sistem birbirini bütünleyen irili ufaklı sayısız parçalardan oluşmaktadır. Bir parça yok edilirse sistem dışı bir parça gelişip onun yerini alır. Sistemin her yok edilen parçasının yerine sistem dışı bir parça gelişip onun yerini aldıkça kısa sürede bakmışsınız ki toplum o toplum değil, ülke o ülke değil.

Her toplumun kendi toplumsal-siyasal ekolojisi var. Yüzlerce yıllık tarihsel süreçte oluşa oluşa bugünlere ulaşmıştır.

Türkiye’nin toplumsal-siyasal ekolojisinde,

Devrimcilik yok edilirse gericilik egemen olur.

Eleştiri bastırılırsa dogmatizm yükselir.

Laiklik yara alırsa şeriat arzuları nükseder.

Bilim dışlanırsa hurafe alıp başını gider…

150-200 yıllık modernleşme sürecinde Türkiye’nin esasen 1970’lerden bu yana yaşadığı budur.

Günümüzde cehalet, görgüsüzlük, farklılığa, farklı görüşe tahammülsüzlük ve düşmanlık, ahlaki çöküntü alıp başını gitti. Saygının yerini küstahlık, sevginin yerini kıskançlık aldı. Demokrasi, düşünce özgürlüğü hep lafta. Eleştiriye tahammülü olmayan, her şeyi önceden bilen ve hiç yanılmayan totaliter zihniyetin egemenlik kurduğu, soldan sağa, siyasi partilerden sendikalara, meslek birliklerinden derneklere her yerde kendisine biat edilmesini isteyen bir liderin, bir önder veya şeyhin iktidarda olduğu ülke artık Türkiye.

O YİĞİT DURUŞ ÖYLE SÜRSEYDİ…

Laik sol-sosyalist camia boşuna AKP ve benzeri parti ve cemaatlerdeki biat kültürünü, tek adam rejimini, şeyhliği filan eleştiriyor. Bunların hepsi usturuplu, üstü örtülü biçimde sol-sosyalist camiada da var.

Bu durumun en şedid halini, iktidarın gemisinde -aslında dümen suyunda- olduğu halde bir yandan da sol söylemleri tepe tepe kullanmaktan geri kalmayan “en vatansever” camia olan VP’de görüyoruz. Bu partinin, sözde en önemli ilkelerinden biri olan “demokratik merkeziyetçilik” terazisinin örneğin, her zaman merkeziyetçilik kefesi ağır çekiyor!

“Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı yarışsın” diyen VP’nin ve öncüllerinin toplam tarihine bakın; Doğu Perinçek, değil yüz çiçek, tek bir çiçeğin bile açmasına, bir ayrık otunun bile yetişmesine fırsat ve izin vermemiştir.

Çünkü;

1- O hiç yanlış yapmaz!

2- O asla eleştirilemez!

3- Onun yanlış yaptığı durumda, 2. Madde geçerlidir.

Aramızda kalsın, bütün bu eleştirilerime karşın, Cemal Süreya’nın çok sözünü edip de “99 Yüz”de yazamadığı izdüşümsel portreyi, Perinçek’in kendisi Silivri’de tutukluyken 2013 yılında  o malum“İnsan Yaşadığı Yere Benzer”de ben yazdım:

“Çıra gibi yanan gözleriyle inanıp savunduğu görüşlere anlam üstüne anlam katan bir Doğu Perinçek imgesi…

Yargılanan değil, yargılayan bir Doğu Perinçek imgesi ki, o savunma şimdiden tarihe mal olmuş bir milli hukuk ve milli siyaset belgesidir.

Hücresinde okuduğu kitaptan başını kaldırıp o işlek el yazısıyla notlar alan bir Doğu Perinçek imgesi.

Gönderilmiş her mektuba cevap yazan münşi.

Kuşlara, çiçeklere, böceklere selam veren adam. Bir çocuk kadar saf; inanır söylediklerine, çünkü kendi gibi doğru bilir herkesi.

Bilge ve aydın.

Yiğit ve öncü.

İki asrın en büyük Türk devrimcisi.

Uzun soluklu dalgıç, yorulmaz maratoncu.

Çakır gözlü zeybek.

Yanık tenli bozlak.

Köroğlu koçaklaması.

Kökleri Orta Asya bozkırlarına uzanan ‘Türk aksağı’ –ki bunların her biri ele alınıp ayrı ayrı yazılacak izdüşümlerdir,-

gelip gelip sanki Doğu Perinçek’te vücut bulmuştur.

İşte bu yüzden o ağırlaştırılmış müebbet, ancak suçunu soranları korkutur.”

Şimdi aradan yedi yıl geçtikten sonra yazdıklarımı geri alacak değilim. O günlerde Silivri Cezaevi’ndeki ve mahkemelerdeki tavrıyla o sözleri fazlasıyla hak ediyordu. Doğu Perinçek’teki Abdullah Öcalan’ın pısmış, teslim olmuş tavrının tam tersine Fuçik’i, Dimitrov’u fersah fersah aşan o yiğit duruş öyle sürseydi…

O KILIÇ KININDAN KİMLER İÇİN ÇIKMIŞTI?

Ne yazık ki sürmedi.

Oysa ne demişti o buz gibi soğuk mart yağmurunun altında iliklerimize kadar ıslanırken?

“Kınından çıkmış kılıç gibiyiz!”

Ne var ki ve ne acıdır ki o kılıcın çok geçmeden yoldaşlarının başını kestikten sonra sessizce kınına girdiğine tanık olduk.

Kılıç kınından tekrar çıktığında bir yol arkadaşının başı gitti.  

O kılıcın kendi yoldaşlarının kafasını uçura uçura nasıl keskinleştiğinin hikâyesidir burada anlatmak istediklerimin özü.

VP’sinden ayrılmış olmakla birlikte geçmişlerine sadakatle bağlı kalan Aydınlıkçılar, bundan önceki yazımda zikrettiğim o kılıçla kafası uçurulanların saydıklarımdan çok daha fazla olduğunu hatırlattılar. Doğrudur. Bugün VP’de kalmayı sürdüren bir avuç Aydınlıkçı dışında Aydınlıkçıların çoğunluğu, bu harekete yıllarını verenler, VP’nin dışındadır.

“Vatan Partisi’nden istifa ettim ama Aydınlıkçıyım” diyenler için “iyi ki varlar” demiştim. Tekrar edeyim, iyi ki varlar ve “Aydınlıkçıyım” diyorlar, Nâzımların, Şefik Hüsnülerin, Mihri Bellilerin, Hikmet Kıvılcımlıların, Bora Gözenlerin Aydınlık’ı uzun süredir kaybettiği doğru çizgi ve duruşu, inanıyorum ki gelecekte belki biraz da onların varlığı sayesinde bulacaktır.


[1] Aydınlık gazetesinde yazılarıma son vermeden hemen önce Aralık 2018’de yazdığım yazının başlığı. Arşivimi tararken “Nereye gidiyorsun Türkiye” başlıklı bir başka yazıyı da 2010 yılında yazmış olduğumu gördüm.

[2] Aydınlık dergisi ve günlük gazetesinde 2005 yılından 2018 yılı sonuna kadar yazdığım yazıların genel başlığı.

[3] Agy.

[4] Şöyle yazıyor: “Neyi ispatlamak istiyoruz, halka oradan bakarız. Eğer bu halkla, bu insanlarla devrim yapacak isek, Atatürk gibi onların zeki ve çalışkan olduğunu görürüz. Ve onların zeki, çalışkan ve kahraman olduklarını kanıtlarız.
“Yok, bu insanlarla bir şey yapmayacak isek, onların ‘odun’ olduğunu görürüz ve odun olduklarını kanıtlarız.”