Katilinin bıçağını yalayan kadın Bergen’in hikayesi

En büyük tutkusu şarkı söylemek olan, “Bir tek şarkı söylerken utanmadım.” diyen Bergen’in hazin sonunun hikayesi “kadın cinayetleri”ne dikkat çekme açısından çoğu boşboğaz feminist aksiyonlardan daha etkili olacağından kuşkunuz olmasın

 

SAMİ GÜNAL

Ankara’nın Yenimahalle’si dediğin nedir ki, avuç içi kadar bir yer. Hazır bozlak eşiğindeyken ortakça gelip geçtiğimiz sokaklardan ona “kaş altında uğrun uğrun” işmar eylemiş miyimdir acep? Zira “can telef edecek” derecede güzeller güzeli bir kızdır Bergen.

Eskiler, yüzün güzel olacağına bahtın güzel olsun, derler. Hele Bergen’in hayat çizgisine bakınca kızı için bu sözü dilemeyen bir ana bulamazsınız.

Bergen, yapı itibarıyla bir avam (alt kültür) kızıdır. Eğer ki hayatın yüksek değerlerinden biri olan sanat uğraşısına girişmişken geride bıraktığın bir boşluğu, diyelim ki baba yokluğunu, doldurma niyetine koca seçmeye kalkışırsanız Bergen’in girdiği girdaba düşersiniz. Koca seçmek öyle aceleye gelmez! Dengini bulmak, boş vermişlik anına denk gelirse avamdan geleeen avama gider!

Girdaba düşmekle kalmaz, insan mevkini yücelten inceltilmiş duyguların (sanat) yapıcısıyken birden bire “Acıların Kadını” çukuruna düşersiniz.

Filmi izleyince yazık olmuş Bergen’e, demekten kendinizi alıkoyamayacaksınız.

Acıyla kazanılan para tatlı olur mu?

Gişesinin bol olması, acep filme neden bu kadar izleyici akını oluyor, diyen “eskimiyen” yöneticilerinin merakına mucip olmuş. Hele kalk şu filmi izleyiver ki senin pencereden bizim (e-dizgi) mürettiphaneye acı tatlı cümleler yollayıveresin, dediler. Tatilden de rahat bırakmadılar. Bilinsin ki baskı altında yazıyorum (!).

Peki, çok sanatsal olduğu için mi yazılmalı bu film? Hayır efendim! İki neden var: Hasılat yönü ve melodrama kaçmayışıdır. Aslında sosyo psikolojik irdelemeye de ihtiyaç var. Hasılatı besleyen de budur. Bu yönüyle bir eleştiri yapılmış mıdır bilemiyorum.

Melodram beklentisiyle koynuna mendil doldurup gelenler için birazcık hayal kırıklığı yaratan bir film olmuş. O kadar da değil canım. Merak etmeyin, içiniz yeterince acıyacaktır.

Kimdir bu Bergen?

Mersin’de 1959 yılında yedi kız kardeşin en küçüğü olarak dünyaya gelir. Gerçek adı Belgin Sarılmışer’dir. Babasının ilgisizliğine karşı babasına en düşkün olan çocuktur. İlkokula başlayacakken hayırsız babanın sultasından kaçan annesi Terzi Sebahat’la Ankara Yenimahalle’ye yerleşirler.

Müziğe olan yatkınlığından dolayı ilkokuldan sonra konservatuvara birincilikle girer. Çello eğitimi alan Bergen, bir gün Ankara’nın nezih kulübü Feyman’da arkadaşlarının itelemesiyle uzatılan mikrofonu alıp arabesk tarzında sevilen bir şarkı söyler. Çok beğenilir. Ajda Pekkan vb. ünlülerin çıktığı bu kulüpten teklif alır. Arabeskten uzak değişik tür müziklerin yanında caz şarkılarına kadar söylemektedir.

Sahneye çıktığı için okulla ilişiği kesilir. PTT’de işe başlar. Gündüzleri memur, geceleri solist olur. Sahnesi beğenilince istifa edip tamamen müziğe eğilir. Eh yani bir sahne adı gereklidir. Sonradan Norveç’te bir şehir olduğunu öğrendiği Bergen adını, satın almak istediği çellonun üzerinde marka olarak görünce heyecanlanır. O andan sonra adıyla sanıyla Bergen’dir o.

Verimli bir kış sezonundan sonra girdiği 3 aylık yaz tatilinde Adanalı bir gazino sahibinden teklif alır. Yorulmuş olsa da memleket tılsımıyla kabul eder.

Filme konu olan o belalı hayat bundan sonra başlar. Her akşam kendisini dinlemeye gelen meçhul bir adam vardır. Kovalar dolusu güller döktürür. Gazino patronunun kumpasıyla eninde sonunda tanıştırılır. Sahte olduğundan habersiz aşırı ilgi görmeye başlar. Gide gide baba boşluğu olan sevgiyle karışık aşkı yaşça büyük bu adamdan bulur. Annesinin karşı çıkmasına rağmen evlenir. Oysa, adam zaten evlidir. Zira nikâh merasimi de sahtedir. Kıskanç adam, Bergen’e hayat perdesini kapatır. Sahneyle bağı kesilir. Günyüzü dahi göremez olur. Evde hapistir.

Hayatta en büyük tutkusu şarkı söylemek olan, “Bir tek şarkı söylerken utanmadım.” diyen Bergen hazin son duygusu içerisindedir ki öyle de olacaktır.

Boşanır. Olmaz öyle! Ya kara toprağa gidersin ya da o karanlık adama kalırsın!

Kiralık katiller aracılığıyla sahnede bıçaklatılır. Bacağına bant bağlar öyle söyler. Ardından yok edici şiddet gelir. Baştan aşağı kezzap döktürür. Bir gözü kör edilir. Gözüne bant çeker, üzerine şelale misali sarı saç perçemi döker yine sahneye çıkar.

Yaşatılan her dram sonrasında boşanan Bergen tekrar bu adamla nikâh masasına oturur iyi mi? Hapishaneye kadar ziyaretine gider. Çıkışta davul zurnayla karşılar. Nedir bunun adı? Korku belasına mı yoksa Stockholm sendromu mu?

Son bir ayrılıkla artık saklı yaşamak isterken takipten kurtulamaz. Karşısına bir daha çıkıp benim olmayacaksan kara toprağa gömeceğim iştihasıyla Pozantı’daki bir mola yerinde anasıyla birlikte kurşun yağmuruna tutulur. Anası ağır yaralıyken Bergen 30’unda sarı mum ışığı misali söndürülür. Katil kocanın, kemiklerini dahi mezardan sayarak çıkartacağım, şeklindeki garip tehdidine karşı anası ona demir kafesli mezar yaptırtır. Hepi topu 7 ay yatıp çıkan katil bugünlerde magazin kameralarına namusumu kurtardım mağdur olan benim, demekle kalmayıp filmden tazminat payı istemektedir.

Çıkaracağımız sonuç odur ki Bergen’de korkuyla karışık celladına âşık olma durumu var. Elinde değil. Bilinçaltına baba sevgisizliği yokluğu işlenilmiş bir kere. Gördüğü sahte sevgi gösterisinin tılsımı onu hep bu kocamın son hatasıdır, yanılgısına sürükledikçe kurtuluş yok olmuştur. Ataerkil değil miyiz? Sevilmek de dövülmek de kadının kabulüdür mesela.

Size film mi anlattım yoksa gerçeği mi?

Hepsi eksiğiyle gerçek.

Kısa hayatına 8 albüm, 120’den fazla şarkı sığdıran Bergen’den kalan bir ses:

“Tanrım kötü kullarını / Sen affetsen, ben affetmem  / Bütün zalim olanları / Sen affetsen, ben affetmem”

Bergen, Müslüm ve Dilberay’dan sonra örneklerini yeni görmeye başladığımız biyografi filmlerindendir. İzleyiciler bu türü sevdiler. Biyografiler, sektör açısından cankurtaran simidine dönüştü. Müslüm, son derece başarılı bir yapımdı. (http://samigunal.blogspot.com/2018/11/bunca-yaz-yazdm-fakat-hicbiri-bu-yaz.html)

Biyografilerde şöyle bir durum oluştu: Yaşam kesitinden ziyade melodramın daha ilgi görür hâle gelmesi için çocukluktan sona kadar getirilmektedir. Uzun süreli olmaktadırlar. Bizde tek kalıp bir yapılanma sözü var: İzleyici/halk böyle istiyor. Aslında ne verilirse o alınıyor.

Arabeskin kral ve kraliçelerinin biyografilerine yönelme sebebi tecimseldir. Toplum çoğunluğunun yaşantısı arabesk ve alt kültür çizgisinde olduğundan beklenenin ötesinde salonlar dolup taşmaktadır. Hiçbir yapımcı oltasının ucuna “ya tutmazsa” solucanını takmak istememektedir.

İlk iki filimde doğası gereği ziyadesiyle melodrama yer verilmişken Bergen’in yaşantısı facia boyutunda melodram ama senaryo neredeyse ağlatmama üzerine kurulu. İyi bir deneyim bu. Halk böyle istiyor mottosunu yıkan bir yaklaşım.

Duyguları körükleme eksik kalmış, dersem bu iyi mi, kötü mü? Filmin beklentilere denk düşecek arabesk ayarı düşük tutulmuş. Yerim dar tek cümleyle yanıt vereceğim. Limon, kendini yiyenin yüzünü ekşittiği oranda limondur. Kadın cinayetlerine dikkat çekme açısından çoğu boşboğaz feminist aksiyonlardan daha etkili olacağından kuşkunuz olmasın.

Biyografiler aynı zamanda birer dönem filmleridirler. Bergen’e denk gelense en ateşli 70-80’li yıllardır. Eh, ustalıklı bir yapım olarak o dönemler hissettirilmelidir. En kestirme yol ışıklandırmayla oynamak ve öteden duyulagelen hışırtılı bir radyo sesi vs. Bergen o dönem politik hareketliliğin doğurduğu bir figür olmaktan ziyade yine o dönemlerin köy-kent çelişkisinin doğurduğu arabesk lümpenliğinin eseri olarak hayatımıza girmiştir.

Yönetmen: Caner Alper, Mehmet Binay Senaryo: Yıldız Bayazıt, Sema Kaygusuz Görüntü: Mirsad Herovic Müzik: Mazlum ve Saki Çimen Oyuncular: Farah Zeynep Abdullah, Erdal Beşikçioğlu, Nergis Öztürk, Tilbe Saran, Şebnem Sönmez…

Senaryo ve yönetime dair söylediklerimiz yukarılarda saklıdır. Oyunculuklara gelince tamdır. Hatta Erdal Beşikçioğlu yazlık sinema perdelerine şişe attıracak kadar Erol Taş olmuş. Gerçeğinden esinle tahammülü güç bir tip oldurabilmiş. Ah Farah ah! Tam da Bergen olmuş. Stockholm sendromu ruhu içindeyken bile dik durabilen güvenli bir kadın karakteri verebilmiş Bergen’e. Çok güçlü olmayan şarkılar da olsa tüm seslendirmeler Farah’a ait. Bravo!

Nergis Öztürk, dansöz rolünün hakkını tam vermiş. Şebnem Sönmez her zamanki gibi yine öyle. Tilbe Saran nerdeyse ana karakter tadında. Kimi zaman aşmış dersek Farah’ı gücendirmiş olur muyuz?

Eksiğiyle fazlasıyla ne doğası gereği yataklık etmesi gereken arabeski abartmış ki birazcık olması yeğken azaltmış olmasını bir eksiklik olarak da işaretlemiştik. Aynı şekilde şiddeti de abartıp göze sokmadan ki tecimsel kaygı gereği hitap ettiği varoş kesimlerini düşünerek oralarda bolca örneği sergilenen şiddet dozajını arttırması beklenirken yine de dengede tutmuş bir film.

Aslında bir de filmin bütünlüğü içerisinde saklı kalan başka bir dram var. Parlak bir konservatuvar öğrencisinin nitelikli müzik icrasında arabeske sürüklenmesidir. Yoksa Bergen Bergen olmazdı. Tabii bu film de olmazdı.

 

paylaşmanız için