Karanlık günlerin içinden geçen “Güneş Tutkunları”

Ben eleştirmen değilim, bu yazı bir roman üzerine yazılmış olsa da bir eleştiri yazısı değil. Bu yazı bir kitap tanıtımı da değil ayrıca. Öyle olsun diye hiç düşünmedim açıkçası. Bu yazı olsa olsa araştırmacılara, eleştirmenlere, edebiyatçılara, edebiyat dergilerine, kitap tanıtımı yapan kişilere karşı bir okur olarak kişisel kırgınlığım ve içimde onlara karşı başlayan belki yerli, belki yersiz bir güvensizlik olabilir.

HAYRETTİN GEÇKİN

Ben eleştirmen değilim, bu yazı bir roman üzerine yazılmış olsa da bir eleştiri yazısı değil. Bu yazı bir kitap tanıtımı da değil ayrıca. Öyle olsun diye hiç düşünmedim açıkçası. Bu yazı olsa olsa araştırmacılara, eleştirmenlere, edebiyatçılara, edebiyat dergilerine, kitap tanıtımı yapan kişilere karşı bir okur olarak kişisel kırgınlığım ve içimde onlara karşı başlayan belki yerli, belki yersiz bir güvensizlik olabilir. Bir iç dökme ve görmezden gelinene dair bir itiraz da sayabilirsiniz. Size kalmış.

Bakın anlatayım: 12 Eylül üzerine yazılmış ne kadar roman varsa bulup okumaya çalıştım. Ne yalan söyleyeyim okuduklarımdan hiçbiri beni tatmin etmedi. Bu yüzden gençliğimi, ülkemin ve çocuklarımızın geleceğini çalan, doğayı mahveden ve bugün bile üstümüzde bir karabasan gibi duran 12 Eylül’ün romanı gerçek anlamda hâlâ yazılamadı diye not düştüm kişisel tarihime.

Ama 12 Eylül sonrasında içine düşürüldüğümüz karanlık sürece; kıstırılmışlığımıza, kuşatılmışlığımıza, baskıya, zulme, insanlarımızın güvencesiz çalıştırılmasına, örgütsüz bırakılmasına, geleceksizleştirilmesine, acımasızca işleyen sömürü çarkına, kadın sorununa, insanın insanlık dışı bir yerlere fırlatılmasına ışık tutan, onları görünür ve anlaşılır hale getiren, bunu yaparken de okurun kafasında bir takım çıkış sinyalleri uyandıran, yani insanın da elinden tutan bir roman yazılmış meğer. Yazılmış ve birkaç yıl önce de Belge Yayınları’ndan çıkmış. O sıralar Şair Sennur Sezer’in duygusal ve kişisel yazısı dışında kimseden ses çıkmamış kitap hakkında. Kadın hareketinin dahi gözüne ilişmemiş her nasılsa. Kitabın düzenlenmiş ikinci baskısının Artshop Yayınları tarafından çıkıp elime ulaşmasının da ayrı bir öyküsü var. Ama onun yeri ve sırası değil şimdi.

Olay örgüsü, dil ve anlatım bakımından “muhteşem” denilebilecek bir yapıt Rahime Henden’in “Güneş Tutkunları” adlı romanı… Sağlam bir edebiyat yapıtı. Henden, söyleyeceklerini edebiyatın içinden söylemiş. Kimseye görüşünü dayatmamış. Bir büyüklenmenin içine de girmemiş. Yazdıklarıyla arasına mesafe koyarak yazmış romanını. Adeta sözcükleri yontarak koymuş yerlerine. Yaşanan gerçekliği de kanırta kanırta yazmış ama. Okura alanlar açarak yazmış. Tekrarlara düşmemiş. Akıcı mı akıcı, bir o kadar da can yakıcı, düşündürücü, yaralayıcı ve iyileştirici. Bizi bize anımsatmakla kalmamış yalnızca yazar; kaybettiğimiz merakımızı geri vermek üzere çıkmış karşımıza. Duyarlıklarımıza dokunmuş, dokunmaya çalışmış.  İnsan olmanın doğuştan kazanılan bir edim olmadığını duyumsamamızı istemiş özellikle.

“Güneş Tutkunları” bir ajitasyon ve propaganda metni de değil. Asla değil. Ama bir mücadelenin romanı. Sosyalizm mücadelesinin… Aşkın ve devrimin… İnsanlık dışı zamanlardan geçerken insanın koluna girilerek yazılan bir roman neresinden bakarsanız bakın… Henden; okura “Yarının sahibi biziz, yarın bizimdir yoldaşlar” diye müjdelemiş karanlık günlerin içinden geçerken… Yüreğini vicdandan bir kaleye dönüştürüp oradan harekete geçirmiş kalemini. İçinde bulunduğumuz acımasız, vahşi, gayri insani dünyadan başka bir dünyaya doğru yola çıkarmak istemiş bizi. Ütopyamıza doğru… Büyük insanlık ütopyasına… Bütün bunları yaparken estetik kaygıyı elden bırakmamış kesinlikle. Kaba gerçekçiliğe düşmemiş. Olay kahramanları tanıdığımız kişiler, tanıdığımız yüzler. Uzaktaki yakınlarımız, yakındaki uzaklarımız. Capcanlı, içten ve safi insan her biri.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra kara kara düşünmeye başladım: Kitabın neden görmezden gelindiğini merak ettim açıkçası. Edebiyat insanları hangi kaygılarla bu kitabı görmezden gelmiş olabilir diye sorular yönelttim kendi kendime. Asıl zirvenin aşağılarda olduğunu bari edebiyat ve okur çevreleri unutmasaydı diye geçirdim içimden.  Gecekondularda yaşayan insanları ve onların adil, demokratik ve özgürlükçü bir dünya mücadelesini konu alan, sınıf mücadelesini öne çıkaran bir romana ülkenin kelli felli jüri üyeleri tutup anlı şanlı roman ödüllerinden birini verseydi  diye hiç düşünmedim.  Maksim Gorki’nin Ana’sı kadar ilgi görseydi diye bir beklentiye girmedim. Romanın ufak tefek sorunları yok diye bir iddiam da yok ayrıca. İçim yandı sadece. Üşüdüm…

Yazar mı? Cibali Tütün Fabrikası’nda, tekstil,  kundura işçiliklerinde ve daha değişik işlerde çalışmış. Fabrikalarda, kadın örgütlerinde ve hayatın her alanında demokrasi mücadelesinin bizzat içinde olmuş.  Yazarın başarısı işin mutfağında olmasından ileri geliyor belli ki. Romanın görmezden gelinmesinin nedeninin, yazarın bir mücadele kadını ve bir sosyalist olması ile ilgili olabileceğini düşünmekten korktum ve  kaçındım açıkçası. Ama başka türlü yanıt da bulamadım kendime.

Bir şeylerin eksik gittiğini bilmiyor değilim hoş. Ülkede sol, sosyalist, demokrat, sosyal demokrat yapılarda neden şiir dinletileri, öykü günleri yapılmıyor, kitaplar okunup üzerinde tartışılmıyor; neden hayatımızda yeterince sinema, tiyatro yok,  bu haramiler düzeniyle sanatın değiştirici, dönüştürücü gücü olmadan nasıl başa çıkacağız;  kadın sorununa, Kürt sorununa, göçmen ve çevre sorununa nasıl ve ne şekilde bakacağız, üzerimizdeki bu insani olmayan ablukayı nasıl kaldıracağız, yabancı tekellerin cirit attığı yer haline getirilen  ülkemizi nasıl savunacağız, demokrasi ve özgürlük mücadelesini nasıl başarıya ulaştıracağız, geleceğimize nasıl sahip çıkacağız   diye kimseye soru soracak ve  birilerine başkaldıracak halim  yok. Çünkü herkes her şeyi biliyor nasıl olsa… 

Kendime de sizlere de zarar vermek niyetinde değilim bunları söyleyerek. Bir romanın beni böylesine allak bullak edebileceği aklıma gelmemişti. Görmezden gelinmesi de… Toplum bir sürü sorunla boğuşurken, o sorunlara sırtını dönerek yapılan edebiyatın nasıl bir edebiyat olacağını açıkçası bilemiyorum. Kafam neden bu kadar karışık onu da…

Tavuklarımız birbirine karışmamıştı köylük yerde, yaylalarda koyun kuzu otlatmamıştık birlikte, evden kaçıp derelerde de çimmemiştik. Bu doğru! Ama şehre geldiğimde onları tanımış, onlarla arkadaşlık etmiştim. Bir çay bahçesinde çay içebilmek, ya da salaş bir lokantada kuru fasulye yiyebilmek için paralarımızı birleştirmiş, dolmuş parası bulamadığımız zamanlarda saatlerce birlikte yürümüştük yaşadığımız kondulara. Kimimiz bir fabrikada işçi, kimimiz öğretmen, kimimiz öğrenci… Ara işlerde çalışanlarımız, iş bulamayanlarımız da vardı aramızda. Hepimiz kitap okur, okuduklarımızı birbirimize anlatırdık. Düşünmeyenimiz, düş kurmayanımız, sorup sorgulamayanımız yoktu. Işıl ışıldık… Katıksız yurtseverdik. Ben şiir de okurdum yeri geldikçe arkadaşlarıma. Direnişlerde, eylemlerde hep beraberdik. Birbirimizden canımızı bile esirgemezdik. Başka türlü bir yer olsun istiyorduk dünya. Kimsenin yüreğinin sınıfta kalmadığı bir yer… Ama yolunmuş gelincik tarlasına dönüşürdü kalbimiz sözümüz kesildiğinde. Gözaltılarda, işkencelerde… “Güneş Tutkunları”nı okurken böyle duyumsadım kendimi, roman kahramanlarıyla aramda böyle bir yakınlık, bu şekilde bir bağ gelişti. Gençliğime yaklaştım sanki, parmak uçlarımdan sarkıp dokunacaktım az kalsın. Dokunmuş muydum? Kollarım mı yetişmedi yoksa?

“Güneş Tutkunları”nın sayfalar arasında ilerledikçe Ana, Bitmeyen Kavga, Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum, Sarı Dünya, Yarın Bizimdir Yoldaşlar  gibi onlarca roman ve Bertolt Brecht, Pablo Neruda, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin gibi şairlerin şiirleri  atlı birer rüzgar gibi gelip doluşuverdi duyarlıklarıma. Odamın duvarlarında birden beliren Che Guevara, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney ve Deniz Gezmişlerin posterleri…  Dışarıdan içeriye sızan güneşli Ruhi Su müziği. “Hani benim gençliğim nerde?”

Esin ve Tevfik aşkı etrafında örülen bir sınıf gerçeği,  verilen mücadele, işten atılmalar, tutuklanmalar, polisin tutumu, devrimci kararlılık, orta  sınıf kaypaklığı, kadınlığın zorluğu… Özellikle kadın olmanın zorlukları…

Esin sağlığın nasıl şimdi? Aklım sende kaldı. İçinde taşıdığın yaşamla vedalaştıktan sonra pişmanlıklar yaşıyor musun hâlâ? Şimdiki aklın olsaydı işten atılacağını bile bile yine de  zorunlu mesai uygulamasına karşı verilen mücadelenin  öncülerinden olur muydun çalıştığın fabrikada? Seni yüzüstü bırakıp giden, kolayı seçen Tevfik’e ve poliste çözülen İrfan’a karşı öfken hala devam ediyor mu? Bağışladın mı yoksa onları? Emine anaya,  Aslı, Aynur, Ali, Firdevs, Nuray ve diğer arkadaşlara görüştüğünde benden selam söylemeyi unutma olur mu?

Değerli yazar Rahime Henden? Yakın bulduğum birkaç arkadaşımı aradım kitabınızı okuduktan sonra. Onlara ölmeden önce mutlaka okumanız gereken bir kitap dedim Güneş Tutkunları için. İçlerinden biri daha sonra arayıp;    “Kitabı nerden bulacağım,” diye sorduğunda internete gir, yayınevini ara dedim, hatta bir şekilde edindiğim 0533 482 7822 nolu telefonunuzu dahi verdim kendisine. Karıma ve oğullarıma da okumalarını salık verdim kitabınızı. Aslında bu kitabı bütün iyi insanların, özellikle de bütün gençlerin okuması lazım. Değerli yazar, böyle bir kitap yazdığınız için bir tepeden bütün insanlara, bir kıyıdan bütün denizlere kardeş yüreğimle selamlıyorum sizi. Önünüzde saygıyla eğiliyorum.