Karakter Bozan Öğretmen

Anne-babalar çocuğun başına cellat kesiliyorlar. Küçücük bedeni ve sırf sevgiye ihtiyaç duyan ruhuyla öğretmeninin ödev despotluğu ve ebeveynlerinin çabasının altında eziliyor çocuk. Oyun oynamak, kendini keşfetmek, farklı bir alana ilgi duymak mı?

 

 

EMİNE SUPÇİN

İlk Not: Okuyacak olduğunuz yazıyı kısaltabilmek için kaç ayrı sayfa açıp yarıladığımı, kaç kere başlık değiştirdiğimi yazsam, yine upuzun bir yazı olurdu.

***

Her çocuk doğuştan genetik olarak bir karakter getirir. Hatta bilim, kişiliğin %40’nın DNA ile geldiğini söylüyor. Kalan kısım, çevre ve eğitim şartları ile şekilleniyor.

Şimdi bizzat şahit olduğum bir süreç anlatacağım. Bir çocuğun DNA’sıyla getirdiği dürüstlüğün eğitim hayatının başlangıcında çürütülme yolculuğu.

Anasınıfında eve verilen birkaç sayfalık boyama ödevlerini zevkle yapmayı öğrenmiş ve dolayısıyla ödev bilinci ve sorumluluklarını yerine getirme alışkanlığı oluşmuş bir ufaklığımız var.

İlköğretim birinci sınıfa başlıyor ve işler birazcık zorlaşıyor. Çünkü artık kalemi, el kaslarını da zorlayarak düzgün tutması ve milimetrik düzenlenmiş çizgilerin arasına ses dedikleri harfleri yazmayı öğrenmesi gerekiyor. Öğretmen sayfanın başına bir tane E yazıyor ve ev ödevi olarak iki sayfa aynını yazmasını istiyor. Üç satırını oldukça dikkatle ve özenle tıpkı öğretmeninin gösterdiği gibi yazmayı başarıyor. Ve bu arada o ufacık elini öyle çok sıkıyor ki orta parmağın yumruk kemiği kıpkırmızı oluyor. Ve dördüncü satırın başında eli yoruluyor.

(Elbette yoruldukça gelişecek o kaslar ama üç satırda yoruluyorsa ödev en azından sadece bir sayfa olması gerekmez miydi? Acaba öğretmen çocuk anatomisini bilmiyor olabilir mi?)

Birinci sınıf, ufalaya pufalaya ama ödev bilincinden zerre ödün vermeden bitiyor ve artık okuma yazmayı biliyor. Biliyor bilmesine de kendisine verilen rastgele ve içeriği hiç de heyecanlı olmayan eften püften kitaplar okumaktan fena halde sıkılıyor.

(Soru şu: Öğretmen öğrencisini okumaya zorladığı kitapları kendisi okumuş mudur? Hangi içerikteki kitabın, hangi çocuğun karakterine uygun olduğunu biliyor mudur? Amaç okusun da ne okursa okusun mudur yoksa okumaya karşı ilgi uyandırmak mıdır?)

Bizim ufaklık artık ikinci sınıf. Ödev bilinci ve sorumluluk duygusu yerinde. Eve verilen ödevleri harfiyen yerine getiriyor. Fakat ödevlerde bir çoğalma, bir azma durumu söz konusu. Bazı günler 20, bazı günler 40 sayfa yapılacak, 80 sayfa da okunacak. (Abartı değil.) Öğretmen ödevleri tahtanın başından sonuna kadar dolduruyor. Her dersin en az iki kaynak kitabı var. Biri devletin verdiği, diğeri öğretmenin kendisinin seçip veliye aldırdığı.  Ve ödevleri veli grubuna atıyor. Artı, velilere de ödevleri kontrol etme ödevi veriyor. Ödevler çocuktan anne babaya sirayet ediyor.

(Bizzat kendisinin tek tek kontrol edip nerede hangi hatayı yapmış, demek ki hangi konuda öğrenme gerçekleşmemiş meselesini bilmesi gereken öğretmen midir yoksa veli mi? Sahi öğretmen kim?)

Artık anne-babalar çocuğun başına cellat kesiliyorlar. Küçücük bedeni ve sırf sevgiye ihtiyaç duyan ruhuyla öğretmeninin ödev despotluğu ve ebeveynlerinin kâh gönlünü alarak kâh kızarak zorla yaptırma çabasının altında eziliyor çocuk. Oyun oynamak, kendini keşfetmek, farklı bir alana ilgi duymak mı? Sahi ne ki onlar? Yemek yemeye ve tuvalete gitmeye izin var ya, yeterli.

(Bilinçsiz anne baba, çok ödev veren öğretmeni iyi öğretmen(!) olarak nitelendiriyor. Öyle ya, çocuğu hep birlikte yetiştireceğiz, bizim de üstümüze düşen görevler olacak, yaptıracağız bu ödevleri diye düşünüyorlar. Haydi yavrum az kaldı, biraz daha! Sahi öğretmen kim? Sorunun cevabı hala yok.)

Uzatmayalım ikinci sınıf da bitiyor. Ufaklığımız çok zor bir eğitim öğretim yılından çıktı ama ödev bilinci ve görevini yerine getirme sorumluluğu hala yerinde duruyor. Hala öğretmenin verdiği ödevleri evde yapma, gerekirse gece yarılarına kadar anne-babayla cebelleşerek son noktasına kadar bitirme işinde usta.

Geldik üçüncü sınıfaaaaa… Okullar açıldı. Öğretmen ikinci günde yine tahtayı baştan aşağıya ödevlerle dolduruyor ve veli grubuyla paylaşıyor. Haydi, yeniden başlıyoruz. Lanet olası okul yine açıldı. Çünkü artık okulun adı eğitim yuvası değil, lanet olası gidilen yer.

(Okul sözcüğünden bile nefret eden, kitap gördü mü şeytan görmüş gibi davranan çocuklarımız var. Bu başarının madalyasını kime taksak acaba?)

Üçüncü sınıfın birinci ayında ufaklığımızın aklına, ödevlerden kurtulmaya dair mucizevi bir çözüm geliyor. Hani aniden bir aydınlanma olur ve evrekaaa!-buldummm! dedirtir ya insana, işte öyle bir şey. Öğretmen manyağının iki kitaptan verdiği ödevlerin yanı sıra başka kaynaklardan çektirip dağıttığı fotokopiler var ya, hah işte onları buruşturup geri dönüşüm kutusuna atmak.

Çantasında olmayan ödevi kim yaptırabilir ki? Zulmün bir kısmından kurtulmanın sevinciyle sekerek çıkıyor okuldan. Ödev yapma zamanı gelince, ebeveyn bir de ne görsün, ödevler eksik. Ebeveyn ve öğretmen hafiyelerinin soruşturması sonucunda bizimkinin masum çevreci bilinciyle geri dönüşüme attığı ödevler bulunuyor. Hay bin kunduz! Kim attı acaba ödevleri?  

Bir yaramazlığı bir kere keşfetmişsen, onu geliştirmen çok kolaydır. Bir dahaki sefere buruşturup okul tuvaletine atmayı keşfediyor. Bir sonrakinde hasta oldum yalanını icat ediyor; karnı ağrıyor, kusuyor, burnu kanıyor vs…

Öte yandan ebeveyn ödev sıkıntısını göremeyip benim çocuğumda dikkat eksikliği var sanrısına kapılıyor. Çünkü ödev yükünün psikolojik ağırlığı yüzünden, ödeve yoğunlaşamayan çocuk, sürekli ödev başından kalkıyor, savsaklıyor, geziniyor, acıkıyor, mızıldanıyor. Ebeveyn, dikkat dağınıklığı değil, beceriksiz öğretmen sendromu olduğunu göremiyor.

Hasılı kelam, bir çocuğu yalancı yapmak, kitaptan nefret ettirmek istiyorsanız herkesin diline pelesenk olmuş, ebeveynlerin okula tonla para dökerek özellikle sınıfında yer ayırttırdıkları iyi(!) öğretmenler sizi bekliyor.

Tıpta bireye özel ilaçlar konuşulurken, 2000’li yıllarda her öğrenciye aynı sayıda ve aynı ödevi veren öğretmen ve onları yetiştiren çağdışı sistem olduğu sürece biz bu çukurdan çıkamayacağız.

 

paylaşmanız için