Kahrolsun 12 Eylül Karanlığı!

Avazım çıktığı kadar susarak, Samuel Beckett’in şu sözlerini haykırmak geliyor içimden bu 12 Eylül  sabahı: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun! Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!” Öyle ya insan olmanın da insan kalmanın da başka yolu  yok…

HAYRETTİN GEÇKİN

Bizlere yapılan işkenceler birdenbire kesildi. Ne falaka, ne elektrik, ne üzerimize dökülen buz gibi sular, ne bağrış çağrış… Ve ne de yakası açılmamış bini birarada küfürler… Hücrelerimizdeyiz. Kan ter içinde;  bitkin, yaralı ve uykusuz…

Önemli biri yakalanmış. Başka bir ilin DEV-YOL sorumlusu! Misafir ağır. Molada oluşumuz bu nedenle… “Adın ne?”  “Vakkas!” “Soyadın ne?” “Demir!” “Biz de seni arıyorduk Vakkas Demir!” Ve çığlıklar! Çığlıklar! Çığlıklar! İnsan sesinin hiçbir yerde ve hiçbir şekilde duyamayacağınız halleri. Tüyler ürpertici ve geçmek bilmeyen anlar…  O çığlıkları duymamak için kulaklarımın sağır olmasını ne çok istediğimi, ama ne çok istediğimi nasıl anlatabilirim ki şimdi!

Bize yapılanların, ona yapılanların yanında devede kulak kaldığını söylemek doğru mu olur, bilmiyorum açıkçası. Annemin, “insanoğlunun dayandığına manda derisi dayanmaz,” sözü hep aklımdaydı. Bu sözü işkencecilere karşı bir silah gibi kullanmaktan başka çarem kalmamıştı. Bir de iyi ki daha güzel, daha yaşanası bir dünyaya olan özlemim o dönemde bile hiç bırakmadı beni.

Sonradan öğrendiğime göre, bize bitmek bilmeyen o mola anları yaşatan Vakkas Demir, 12 Eylülcülerin aradığı Vakkas Demir değil, aklı dengesi yerinde olmadığı için ailesi tarafından aranan Vakkas Demir’miş. Basit bir isim benzerliği!

Hafızamdan hiç ama hiç silinmeyen bu olay yüzünden olsa gerek, 12 Eylül’ün anlatılamayacağını, onun asıl görünmesi, bilinmesi gereken yanlarının görüntüye getirilemeyeceğini, görüneninse görmeye yetmeyeceğini düşünmüşümdür hep. 12 Eylül’de binlerce, on binlerce, yüz binlerce insana uygulanan vahşeti anlatmaya çalışan yazılar, filmler, videolar bana hep yavan gelmiştir bu yüzden.

 Bir şey daha: 12 Eylül’den kaç on yıl sonra Kenan Evren’in bir üniversitemiz tarafından konuk edilmesinin ve öğrencilerle saatler süren ballı börekli şekilde söyleştirilmesinin ardından, bu toplumun 12 Eylül travmasını kolay kolay üzerinden atamayacağını ve onunla hesaplaşamayacağını da düşündürmüştür bana. İşin gerçeği gözaltına alınan, işkencelere tabi tutulan, cezaevlerine tıkılan, hücrelerde en insanlık dışı uygulamalarla tanıştırılan, idam edilen, ortadan kaldırılan insanların dramı ve/veya insan akılının anlam veremeyeceği haksızlıklarla bütün bir toplumun hayatını ve geleceğini karartan 12 Eylül’ü anlatmak kolay değil.

Aslını soracak olursanız toplum olarak İçine düşürüldüğümüz çöküntü,  ütopyasızlığımız, düşsüzlüğümüz, mümkün bir dünyaya ve mümkün insan ilişkilerine olan uzaklığımız hala 12 Eylül demektir.

Düşünmekten korkan bir toplum, düşündüğünü söyleyemeyen bir insan 12 Eylül’dür.Bugün şiddetin biçim değiştirerek devam eden yüzü 12 Eylül’dür.

O deli gömleğini üzerimizden bir türlü çıkarıp atamamış olmamızdır 12 Eylül aynı zamanda.

En azından bu psikolojik olarak böyledir. Kaldı ki yaşadığımız şu son üç beş yılı düşündüğümüz zaman da bu böyledir. “Darbe yapacaklardı” bahanesiyle yapılan darbeyle ne Cumhuriyetin ekonomik kazanımlarını bıraktılar, ne demokratik kazanımlarını… Delik deşik edilmedik dağ, ova, kıyı bırakmadılar. Düşman eliyle bile yapılmayacak doğa kırımlarına sahne oldu bu topraklar. Yabancı maden şirketleri kadar güvende değiliz hiçbirimiz. Ülkemizin bir bölümünde yaşayan insanların iradeleri tümden hiçe sayılıyor, görmüyor musunuz! Aydınlar, gazeteciler, düşünürler ve muhalif olan kim varsa hapse tıkılırken; uyuşturucu kaçakçıları, hırsızlar, dolandırıcılar, tecavüzcüler serbest bırakılıyor. Toplum ortadan yarılmış vaziyette adeta. Adalet, hukuk, insan hakları, demokrasi hak getire.

Ülkenin nerdeyse dörtte biri işsiz bugün. Kimse geleceğinden emin değil. Mantar gibi çoğalan kuran kurslarında ve tarikat yuvalarında çocukların tecavüze uğramadığı bir gün var mı Allah aşkına!  Geçim derdini, ekonominin iflasını, eğitimin yerlerde sürüklenmesini ve basının susturulmasını koyun bir kenara; her gün bir köşede kadın cinayetleri işleniyor bu ülkede, ama her gün… Ve her gün üç beş kişi intihar ediyor. Kaza süsüyle geçiştirilen bir sürü iş cinayeti var ortada…

Linç kültürü, şiddet tam da bir Ortadoğu bataklığı haline getirdi ülkemizi. İnsanlar dinci-faşist ideoloji bombardımanıyla narkoz yemiş hastalara dönüştürüldüler adeta.

Soygunların, vurgunların gerçekleşmesi ve ülkenin yabancı tekeller cenneti haline gelmesi için aydınlar, devrimciler, demokratlar, muhalifler  susturulmalı ve halk tamamen teslim alınmalıydı. Bu iş öyle bir güne, beş aya, beş yıla sığacak gibi de değildi kuşkusuz. Uzun zamana yayılması gerekiyordu. Evet! 12 Eylül’le hedeflenen buydu. Bu günlerdi…

12 Eylül döneminde yaşadıklarımı düşünürken, köy yerinde, ocaktaki kütüğün devrilmesiyle tutuşan ve alevler içinde can veren kardeşimle ilgili annemin, “Allah öyle bir acıyı düşmanıma dahi yaşatmasın” sözleri sarmasaydı bedenimi; işkence sonrası, kocaman bir baş ve kocaman ayaklar arasında kürdan gibi kalan bedenim geçmeseydi gözümün önünden ve görüşmecimin açık alanda bile beni tanıyamayışına içerlenişim tutmasaydı bir kez daha, belki de yazmayacaktım bunları. 

Zafer insanı yaşatmaktır. Ülkeye ve insanlığa yararlı olmaktır. 12 Eylül paşalarının da onlardan bu görevi devralanların da hiçbir zaferi yoktur aslında. Dersim Katliamı’na, 6-7 Eylül olaylarına, Sabahattin Ali’nin öldürülmesine, Denizlerin idamına, 12 Eylül’ü hazırlamak için çıkarılan olaylara, işlenen cinayetlere kadar gitmeye hiç gerek yok… Daha yakın tarihimize bir bakın: Sivas Katliamı örneğin… Hrant Dink Cinayeti, bir bakan ağzıyla Cumartesi annelerine “orospu” denmesi, Ankara’daki Gar Katliamı, Suruç, Roboski ve daha bildiğimiz, bilmediğimiz niceleri…

Bunlar birer zafer mi?

12 Eylül 40 yıl sonra bile karşımızda duran bir fotoğraftır da aynı zamanda: Ve kendi müritlerinden birisinin 12 yaşındaki kızına tecavüz eden Uşakki Tarikat liderinin kimlerle, kimlerle çekilmiş yakın fotoğrafı… Bu fotoğrafta siyah beyaz kalan kısımsa tarikat müritlerinin şikâyetçi babayı linç girişimleri. Yeni ahlak, yeni seçmen profili de böyle yaratılmakta işte. Adamların önü karanlık arkası sağlam. Benzer olayların birisinde halkın hassasiyetini ve büyüyen öfkesini bakan düzeyinde birisi “bir kerecikten bir şey olmaz” diye yatıştırmıştı.

Diyeceğim,12 Eylül, böyle bir toplamdır.

Benim için her şey devrimin gerçekleşmesi değil.  Görürüm, göremem… Ki çok ama çok uzak bir olasılık… Fakat ben bir yolcuyum… Benim için esas olan yolun kendisidir. Ve her şeye inat yaşanır kentler, adil-demokratik ülkeler ve barış içinde bir yeryüzü düşü kurabilmektir . Ve öyle bir dünyaya giden yol, yöntem ve olasılıklar üzerine kafa yormaktır biraz daha. Tek başına mutlu olmaya indirgenemez bir insan ömrü bana göre. Aslolan şefkatli olmaktır. Başkalarının da, kurdun kuşun da yaşam hakkını savunmaktır. Yaşamış olmakla bir değişimin, bir dönüşümün içinde olmak, bir umuda kan vermektir. İnsanlığın oğlu ya da kızı olmaktır… Ve özlemektir, en geniş özetini “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” diye tarif ettiğimiz hayatı.

Avazım çıktığı kadar susarak, Samuel Beckett’in şu sözlerini haykırmak geliyor içimden bu 12 Eylül  sabahı: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun! Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!” Öyle ya insan olmanın da insan kalmanın da başka yolu  yok… Başka yolu yok bedenimize, geleceğimize, ülkemize ve insanımıza dadanan virüslerle başa çıkmanın…

Bir ırmaktan daha uzun şu kısacık şiir; “çok uzatma” deyip söz istiyor benden,:

öteki gözümle gördüm
gerçeği
Şaşakaldı iki gözüm

Kahrolsun 12 Eylül Karanlığı!