Kadın dünyasına tarihsel bir yolculuk: “Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar”

Yazarı, daha çok yaptığı çeviriler ve bu alandaki çalışmalarıyla tanıyoruz. Yayımlanan ilk yapıtı bu. Beş yıla yayılan bir çalışma. Yerinde alan araştırmaları, yüz elli kaynakça, doksan beş kişiyle yapılan yüz yüze görüşme. Orta Asyadan Anadoluya eril yönetimlerin kadın”a bakışlarına itirazın bir kazıbilim çalışması.

 

ALİ EKBER ATAŞ

Bir kitabın okunurluğunu, yazarının, dil örgüsü sağlam, örüntüsü sıkı dokuyan, hayatla/yaşanmışlıklarla canlı bağ kurduran ustalığı belirler. Okuyucusunda karşılık bulmasını sağlayan da budur. Bu ustalık, her okumada kitabı yeniden yazan etken bir kişiye dönüştürür okuyucusunu. Dahası, alıp başka kitaplara götürür.

Alan araştırmalarından yüz yüze görüşmelere, incelemelerden kaynak taramalarına dayanan uzun erimli böylesi çalışmalar ciddi bir disiplin ister. Algılanabilecek bütün olumsuz durumları en aza indirmek zorundadır yazar. Yazar açısından bu çalışmanın zorluğu ortada. Ne yazık ki belli alanlarla sınırlı çalışmaların şansızlığı, ilgili okuyucuların sınırlı olması. Bunun bir algı yanılması olduğunu düşünenlerdenim. İnsan hayatı bir bütündür oysa. Onun, zamandaki ayak izlerinin değdiği her yerde kendisinden bir parça kalır. İşte asıl mesele de, bu, zamana bırakılan ayak izlerini takip edenlerin, bunu yapıtlarında somutlayıp hayatımıza dahil ettikleri tarihsel bu gerçeği görmelerindedir. Küçük ayrıntıdaki büyük “sır”a erenler, kendisinden başkalarına da taşırlar bu sırrı. Bilinç işi, zamanın izinde kültürler arası aktarımın ürünü bu kitabın adına “sırlanan” o büyük ayrıntıyı böyle okuyorum.

Kıymet Erzincan Kına.

Bu alana ilgi duyanlara hitap eden böylesi çalışmaların kendinden söz ettirmesinin kanımca iki temel dayanağı var: Birincisi, elinize aldığınız kitabın, türü her ne olursa olsun, onun içeriğinin özeti “cansuyu”, dediğim(iz) önsözüdür. Burada kitabın kalp atışlarını ya duyar kitabı yaşarsınız ya da bir ölüyü yad edersiniz. İkincisi, uzun yıllara yayılan böyle bir çalışmayı temel alan yazılı, görsel ve sözel kaynakçasıdır. Bu bağlamda Kıymet Erzincan Kına’nın “Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar” çalışması, benim için alanında önemli bir başvuru kaynağıdır, nokta!

Ve hikâyesi şöyle başladı ilk sınıflı toplumun

İlk sınıflı toplumların ortaya çıkması, üretim araçlarının el değiştirmesinin bir sonucudur. Sümerlerde başladı. Ve hikâye şöyle gelişti:

Tarım toplumu, günümüzden 12.000 yıl önceye tarihlenir. Buzul çağının sona ermesi, yaşanan iklim değişiklikleri büyük etkendir ve Mezopotamya’da yeni ve yerleşik bir hayatı başlatır. Av hayvanlarının evcilleştirilmesi, yenilebilir bitkilerin olduğu yerlerde yaşayan “avcı toplayıcı gruplar” tarihin akışını değiştirdiler. Galeano, Aynalar kitabında yerleşik hayata geçişte “kadın”ın rolünü şu sözleriyle özetler:

“Kabileyi ve ortak bir yaşamı icat ettik; kemiklerden iğne yaptık, dikenden de olta; kullandığımız aletler elimizi uzattı ve ucuna taktığımız sapla baltanın, çapanın ve bıçağın gücünü arttırdı. Pirinç, arpa, buğday ve mısır yetiştirdik; koyunları ve keçileri ağıla kapattık; havaların kötü gittiği dönemlerde açlıktan ölmemek için tahıl depolamayı öğrendik.

Ve işlenen tarlalarda, geniş kalçalı ve cömert memeli bereket tanrıçalarına taptık. Fakat zaman ilerledikçe onların yerini savaşçı erkek tanrılar aldı…”[1]

Birlikte çalışma ve birlikte yaşama koşullarında devrimsel atılımlar yarattı bu gelişme. Marksist tarihçi Gordon Childe, bu değişimi ‘neolitik devrim’ diye tanımlar. Bu, anaerkil toplumdan, bugünün sömürgeci dünya düzenini yaratacak ataerkil bir geri topluma evrilmeyi getirdi.

Köleci toplumdan günümüze kadın” hep sorun olarak görüldü

Tarihimizin üçüncü bin yılını yaşıyoruz. Ataerkil toplum düzeninden, ilk sınıflı toplum olan köleci düzende kurulan devlet en büyük sömürü aracına dönüştürüldü. Yasalarla bu sömürü güvence altına alındı. Aynı yasalar, köle emeğinin, -ki kadın hem tensel hem de iş gücü emeği sömürülen en büyük öznesidir bu düzenin,- sömürülmesine izin verirken, karşı çıkanlar cezalandırılıyordu. Bunlardan biri de Sappho’dur. Eviyle sınırlı bir hayatı vardır. Çocuk bakar, ev temizler, yemek yapar. Atina örneğinde kadın, erkek egemen köle düzeninin flütçü kızıdır. Eşitsizliğin, yönetici sınıf lehine her geçen gün arttığı düzende kadınlar, zevk ve eğlence aracıdır. Sappho da bunlardan biridir. Ne var ki, özgürlükçü düşünceleri, ödünsüz yaşam tarzı sürgüne gitmesine ve Lesbos kayalıklarından kendini atarak intihar etmesine sebep olur. Tarihte kadın özgürlüğünün simgesi bir şair olarak anılacaktır.

Çok kültürlü Anadolu’da kadın, farklı iki uygulamanın öznesi olarak çıkar karşımıza:

Erkek egemen gücün kölesi kadın, öte yanda tam tersi, erkekle onun eşiti olarak yaşayan, yaşatılan kadın… Kıymet Erzincan Kına, kadın sorununu ve kadının tarih içindeki yerini araştırdığı çalışmasında, “üretimi ve bilgi”yi elinde tutan erkek egemen gücün belirleyici olduğu gerçeğini, diyalektik bir bakışla ele alıyor. Araştırmasını, bu evrensel bakışta temellendirirken insanlık tarihinin kadim uygarlıklarında kadının kutsal tanrıça olarak toplum yaşamına egemen dönemlerine götürüyor bizi.

“Anadolu’da Kibele, Babil’de İştar, Sümerler’de İnanna, Mısır’da İsis, Musevilerde Astarte; Yunan’da Gaia, Afrodit, Demeter; Roma’da Diana, Venüs; Hint kültüründe Uma ya da Parvati, Kolombiya’da İnkalar’da Pachamama, Orta Asya Türk Şaman kültüründe Ak Ana, Ötügen/Etügen Ana, Ayıtıs ve daha niceleri beraber Umay Ana ya da ‘Al Ruhu’ gibi kadının, çok sonraları; cadı ilan edilmediği, günahkâr sayılmadığı, ‘Al Karısı’na  büründürülüp şeytanlaştırılmadığı, kutsal dönemleriydi kadının.” Orta Asya Türk kültürlerinden “Anadolu, Kürt Arap, Mısır ve daha nice başka kültürlerde de kadınlarala eşleştirilen cinler, periler, şeytanlar demir ile ürkütülüp kaçırıldığını”[2] yani eril gücün belirleyiciliğine dikkat çeker ön yazısında kitabın.

Çözümsüzlüğüyle devam eden iki sorun: İnsan hakları ve kadın hakları

Geçmişten günümüze, tarım toplumundan bilgi toplumuna insanlığın; değişip gelişmesi, kimi zaman geriye düşmesinin temel iki sorunu, güncelliğini korumaktadır hâlâ. Birincisi “insan hakları”, ikincisi ve en can alıcı olanı “kadın sorunu”dur. Bu iki temel sorunun, bileşik kaplar misali birbiriyle canlı, dirimbilimsel (biyolojik) bağı vardır. Bugün, istisnaları bir kenara bırakırsak, gelişmiş toplumlarda bile “insan hakları ve kadın  sorunları”, tam anlamıyla bir çözüme kavuşturulmuş değildir. Günümüz bağlamında “demirin pasını” sildiren kuzey komşularımız arasındaki savaşı düşünelim! Eril bir güç gösterisi. Yenen ya da yenilenin, kazanan hiç olmadığı bir vahşet. Sonuçta, her iki durumda insanlığa yaşattığı yıkımlar ortada.

Bağlamlarıyla böyle gördüğüm, bu anlamıyla düşündüğüm “Atla Gelip Yaya Kalanlar”da, Kıymet Erzincan Kına, evrensel bir sorun olan “kadın sorunu”nu insan hakları sorunundan soyutlamadan, hatta bizzat “insan hakları” sorununun ancak, insan hakları bağlamında yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir gelişme ve değişmeyle “kadın sorununa” eğilip çözüme kavuşturulduğunda çözülebileceğini gösteriyor bize. Can alıcı gerçeğe bir çağrı bu. Alanında yeni, özgün, çağdaş bir bakış getiren çalışma olmuş. Bu bağlamda okunması gerektiğini düşündüğüm bir kitap “Atlı Gelip Yaya Kalanlar”.

Bir kazıbilim çalışması

Vedat Günyol’dan duymuştum evindeki bir sohbet anımızda. “Kitabın iyisi, seni başka kitaplara götürendir” demişti. Kitap okumayı tutkuya dönüştürenler için yazmak, kaçınılmazdır. İnsanlığın yüzlerce yıl geçmişine yapılan ve beş yıl gibi uzun süren, ince elenip sık dokunan bir alan araştırmasının yolculuğudur “Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar”…

Yazarı, daha çok yaptığı çevirileri ve bu alandaki çalışmalarıyla tanıyoruz. Yayımlanan ilk yapıtı bu. Beş uzun yıla yayılan bir çalışma süresi. Yerinde alan araştırmaları. Yüz elli kaynakça, yirmiye yakın internet sitesi araştırması, doksan beş kişiyle yapılan yüz yüze sözlü görüşmeler. Uzun erimli bu çalışma disiplini, alanında örnek ve özgün anlatı dili, yormayan biçem ustalığıyla, Orta Asya’dan Anadolu’ya, aslında tüm uygarlıklarda “eril güçlerin” ya da eril yönetimlerin “kadın”a bakışlarına itirazın bir kazıbilim çalışması olmuş.

Son olarak

Geri kalmış toplumların en temel sorunudur kadın. Çünkü eril bir güç, eril bir yönetim, gericiliği kullanır. Bilimi dine teslim etmiş bir yönetim erki, aklını inanca teslim etmiş bir ümmet yığını ister. Öteden beri, doğanın eşdeşi “kadın”ı toplumsal yaşamın ve hayatın merkezine koyan anlayışları kendisine düşman bellemiştir. Bunun temelinde de kadının yaşam içindeki belirleyiciliğine tahammülsüzlüğü yatmaktadır çünkü. Geçmişte olduğu gibi çağımızda da hâlâ etkisini sürdüren ve dayatılan hastalıklı bir anlayış. Geçmişten bir örnek güncelleyelim durumu.

Hacı Bektaş Tekkesi’nin, o dönem postnişin’i[3] Hamdullah Çelebi’dir. İdamla yargılanıp sürgüne gönderilir. Yargılanma sebebi de Alevi-Bektaşi inancı gereği, dergâhta yürütülen kadınlı erkekli Cem törenlerinin, İslam’a ve İslami usullere aykırı bir uygulama olmasıdır. Kadı’nın sorduğu soruya Hamdullah Çelebi şu cevabı verir:

“Efendim Kadı Hazretleri, Sünnet Ehli Cemaati’nin bilginlerinin uyguladıklarını duymuşum, düşünmüşüz. Bizim… dergâhta, Kuran’da sık sık geçen “Ya Eyyube’illezine Amenü” ayeti Allah’ın kadın erkek ayırt etmeden ettiği kitabı olarak bilinir. Ayrıca tarihten gelen Hacı Bektaş Veli’nin ‘Erkek Arslan arslan da Dişi Arslan, arslan değil mi? Kadınlar sizin bir parçanızdır, onları cemaatinizden ayırt etmeyin. Şereflice hürmet edin, değer verin,’ dediği sözüne inanarak kadınla erkeğin eşitliğine alışılmıştır. O tarihten beri bizler, Müslümanlar, kadın boşayan erkeği düşkün yaparız işte.”[4]

5 Mayıs 2022/Kartal


[1] Eduardo Galeano, Aynalar, Sel Yayıncılık, 13. Baskı, s.14.
[2] Önsöz yazısı, sayfa: 9
[3] Postnişin, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş dergâhlarında posta oturan, yani o dergâhın başında bulunan Derviş’e verilen ad. Postnişin olan kişi o dergahta, bilgisinden, görgüsünden ötürü kabul gören sözü dinlenilen kişidir.
[4] Kıymet Erzincan Kına, a.g.y. s. 183. “Dipnot: Serçeme’nin Savunması Pir Hamdullah Çelebi, Kaynak: Yunus Koçak, sev. Dr. A. Çağlar Deniz, Yayına Hazırlayanlar: Rıza Aydın, Aydın Şimşek, (Eskişehir, Dorlion Yayınları, Nisan 2021), s. 64, 65.

 

paylaşmak için