Göğün suyu olmasa yeryüzü ne doğururdu?

Mevlânâ’ya göre öfke ve şehvet birbirinden ayrılmaz iki özelliktir. Bir bakıma kızgınlıkla kızışkınlık kelimelerinin aynı kökten türemesinin tesadüfî olmaması gibi… Hatta anlamı tam kestirilemeyen “Öfke baldan tatlıdır,” atasözündeki nüktenin künhüne de bu şekilde ulaşmış olmaktayız.

 KAAN POLATLAR

Türkçede, öfkeden deliye dönmeyi ifade eden “küplere binmek” diye bir deyim vardır. Küp, eskiden içine yağ ve benzeri sıvı gıdaların konduğu toprak kaptır. Yeni kuşak bu deyimi duyduğunda -eğer duymuşlarsa- muhtemelen üç boyutlu geometrik şekil olan küpü akıllarına getireceklerdir.  Bu nedenle de, aşırı sinirlenen birinin; dikdörtgen prizma, koni ya da silindire niçin binmeyip ille de küpü tercih ettiğini sorgulamış olabilirler. Aslında deyimin absürtlüğü bununla da bitmez. Çünkü bugün artık unutulmuş bir inancı da temsil eder. Ben de Mevlânâ’nın, “Ay’dan, apaydın süt sağarlardı; yolculukta da küpe binerlerdi,” mısrasına (Mesnevî III. cilt, 1163. mısra) ve Abdülbâki Gölpınarlı’nın, büyücülerin eskiden küpe bindiklerine inanıldığı notuna rastlamasaydım, söz konusu deyimin neden küpe binmeyi gerektirdiğini asla kavrayamayacaktım. Demek ki bir zamanlar Doğu’da tıpkı şimdi çocuk edebiyatının değişmez simgelerinden biri olan “süpürgeye binen cadı” gibi “küpe binen büyücü” inancı varmış. Fakat acı olan taraf, Batılı imgenin günümüze kadar gelip popülerliğini hâlâ sürdürmesine karşın, Doğulu imgenin bugün tamamen unutulmuş olmasıdır.

SÜPÜRGEYE BİNEN CADILAR

Bu imgenin unutulması sorunu bir yana, aslında konunun en can alıcı noktası, bilimin ilgisini çekebilecek bir değere sahip olmasıdır. Bu imgenin irdelenmesi bizi psikanalize götürecektir. Konuya psikanaliz yöntemiyle bakacak olursak, söz konusu iki imgenin de cinsiyetlere yapışmış bir cinsellik içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Süpürgeye binen cadılar imgesinde, süpürgenin çok açık bir biçimde fallusu temsil ettiği ortadadır. Buna mukabil, küpün de kadın rahmini ve cinselliğini temsil ettiğini varsayabiliriz. Burada bizi asıl şaşırtan husus, “küplere binmek” deyiminin bugün hiçbir cinsel çağrışım taşımamasıdır. Bu deyim günümüzde açıkça öfkeden kendini kaybetmek anlamına gelmektedir. Fakat işin bu tarafı da aslında psikanaliz yönteminin mantığına uygundur. Çünkü bu denli açık bir cinsel anlamın sansüre uğrayıp bastırılması, her kültürün doğasında olan bir durumudur. Kültürlerin temel özelliklerinden biri dürtüsel aşırılıkları, kabul edilebilir noktaya kadar baskılamak ve yüceltmektir. Dünya üzerinde ne kadar kültür varsa, hepsi de sosyal yaşamı düzenleme bakımından bu işlevi yerine getirmek durumundadır. Böylece bütün kültürler, açık cinsel çağrışım taşıyan ifadeleri kamufle etmek için sembollere çevirme yolunu tutmuşlardır. En azından Freud’un görüşü bu yöndedir.

KİMLER BİNER KÜPLERE?

Süpürgeye binen cadılar imgesinde, süpürgenin çok açık bir biçimde fallusu temsil ettiği ortadadır.

Bu durumda “küplere binmek” deyiminin birinci çağrışımının tamamen bastırılıp ya da unutturulup “kızgınlık” anlamına ihtiva edecek şekilde sembolleştirilmesi akla yatkındır. Henüz küpün evin içinde kullanıldığı eski bir toplulukta, sansür mekanizması ile sembolleştirilip sadece öfke anlamı serbest bırakıldığı için, “küplere binen” bir babanın haberi, bu halini rahatlıkla kafasında canlandırabilen bir çocuğu korkutacakken,  evin hanımını istihza ile gülümsetebilecektir.

Deyim halk arasında bu denli alenen kullanılmadan önce küplere sadece büyücülerin binmesinin de sorgulanmaya ihtiyacı vardır. Büyü dediğimiz fenomen aslında simgelere ihtiyaç duyar ve simgeler de güçlü duyguların kalıp ifadeleridir. Dolayısıyla öfkenin haddi aşan boyutunda, ancak büyücü denilen kutsal insanların bileceği başka bir yön ortaya çıkar. Bu durumda büyücü, bir bakıma bilgedir ve onun yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığına inanılması genel-geçer bir kuraldır. O isterse gökyüzünde bile uçabilir, yani halkın bir kısmı buna inanabilir ama gerçekte gökyüzünde uçma hissi uyandıranın cinsel haz olduğunu, ancak aklı başında olanlar kavrayabilecektir. Bu durumda ortada tam bir mecaz vardır ve bu masallar yeterince sembolleştirilip çocukların anlayamayacağı kadar sansürlendikten sonra rahatlıkla her ortamda anlatılabilir hale geleceklerdir. Fakat büyücülerin olağanüstü yeteneklerinin varlığına inanılmasından dolayı bilge olarak görülmelerinin yanı sıra korkutucu olmaları da boşuna değildir. Çünkü insanları inandırma imkânını ellerinde bulundurduklarına göre sıradan masumları kandırmaları da bir o kadar kolaydır. Dolayısıyla onlara saygı duyulmakla birlikte çekinilmesi, uzak durulması ve hatta korkulması gerekmektedir.

MEVLÂNÂ’YA GÖRE ÖFKE VE ŞEHVET

Kavramın kullanıcısı Mevlânâ, Mesnevî’sinin epey ileriki sayfalarında hiç beklemediğimiz bir bağlamda bu iki kavramı, yani öfke ve cinselliği, birbiriyle bağdaştıran bir dize sunmaktadır. İnsanları, aklını kullanarak meleklerle eşleşenler olarak bir kategoriye ayırdıktan sonra diğer kategoridekileri de şöyle tarif eder:

Öbür bölükse eşeklere katılmıştır; tamamıyla öfke kesilmişlerdir onlar, tamamıyla şehvet. (Mesnevî, IV. Cilt, 1509. Beyit)[1]

Bu mısradan da anlaşılmaktadır ki Mevlânâ’ya göre öfke ve şehvet birbirinden ayrılmaz iki özelliktir. Bir bakıma kızgınlıkla kızışkınlık kelimelerinin aynı kökten türemesinin tesadüfî olmaması gibi… Hatta anlamı tam kestirilemeyen “Öfke baldan tatlıdır,” atasözündeki nüktenin künhüne de bu şekilde ulaşmış olmaktayız. Öfkenin baldan bile tatlı olmasının esriklik haline benzer bir seviyeye gelmesi gerekir. Ama o seviyede gerçekten başka bir hisse dönüştüğünün farkında olunması da ayrı bir bilgeliktir. Aslında Mevlânâ, bir anlamda eski mitolojilerin de peşinden gitmiş olur. Çünkü Mezopotamya mitolojisindeki Sümerli İnanna’dan başlayarak aşk tanrıçasının aynı zamanda savaş tanrıçası da olması boşuna değildir.

Savaş Tanrısı Ares ile Aşk Tanrıçası Afrodit.

Grekler her ne kadar Aşk Tanrıçası Afrodit ile Savaş Tanrısı Ares’in görevlerini birbirinden ayırmış olsa da Ares’in kösnül özellikleri gayet iyi bilinir. Üstelik Ares’in en ünlü sevgilisi de Aşk Tanrıçası Afrodit’tir. Fakat burada bizi daha fazla ilgilendiren kısım, mitoloji ve masalların benzerliklerinden ziyade, bunun düşsel temelini bulgulamak olacaktır. Türkçede; fantastik, gerçeküstü anlamına gelen kavramı “düşsel” kelimesiyle ifade ederiz ama aslında bu tabirin rüyalarla ilgili bir temeli vardır. Bütün düşsel eserler, rüyalarda görülen olgulara tıpa tıp uyar. Başka bir deyişle rüyalar, mantık kurallarından varestedir. Mekân ve zamanda tutarlılık derdi yoktur. Yani ölmüş bir dostumuzu yaşıyor gibi görebiliriz. İki ayrı olayı aynı anda yaşayabiliriz ya da iki ayrı insanı tek bir kişi gibi görebiliriz.  Aynı anda iki ayrı mekânda bulunabiliriz ya da aralarında uzak mesafelerin bulunduğunu bildiğimiz iki yere bir anda gidebiliriz vs. Rüyaların bu tuhaflıklarının, insanlığın en eski edebi eserleri olan mitoslara çok benzediği psikanalizcilerin de dikkatini çekmiştir.[2]

EŞEK İLE FİL

Erich Fromm bu konuda iddialı bir tespitte bulunur: rüya dilinin sembollerden oluştuğunu ve bu sembollerin bütün kültürler tarafından ortak olduğunu savunur.[3] Başka bir deyişle, semboller, anlamını duygulardan alır ve bu da her insanda bulunan hasletlerden biri olduğuna göre mitolojik ya da masalsı pek çok ortak öğeye, birbirinden coğrafi ve kültürel anlamda tamamen farklı topluluklarda rastlamak mümkündür.  Fakat Erich Fromm’un kültürel farklılıklara dikkat etmeden bu denli insanları aynılaştırmasına, sanki bizzat Mevlânâ’dan, üstelik de yüzlerce yıl öncesinden bir itiraz gelir. Mesnevî’sinde şöyle der Mevlânâ:

Fil gerektir ki uyuyunca düşünde Hindistan ülkesini görsün.

Eşek, hiç mi hiç, düşünde Hindistan’ı görmez; çünkü Hindistan’da doğmamış, sonradan oradan ayrılmamış, gurbete düşmemiştir ki.

Fil gibi iri mi iri bir can gerektir ki düşünde, ateş gibi koşsun, Hindistan’a dek gitsin.

Fil uyanıkken de Hindistan’ı ister; geceleyinse bu istek, bu anış, düşünde şekle bürünsün. (Mesnevî IV. Cilt, 3068-3071. mısralar)[4]

Görüldüğü gibi rüyalardaki sembollerin bir kısmı yereldir. Belli bir coğrafyanın nitelikleriyle şekillenmiştir. Öbür yandan, düşlerin oluş sebebi Mevlânâ’nın da fark ettiği gibi ilkel dürtülerden, tatmin edilememiş arzulardan oluşmaktadır.

Hayvanî ruh, uykudan başka bir şey bilmez; bu toplumda birbirine aykırı duygular vardır.

Uyanıklık geldi mi, hayvan uykusu kalmaz; duygusundaki aykırılığı o vakit, gönül levhinden okur.

Uykuya dalmış kişinin, uyanınca rüyada gördüklerinin tersini görmesi gibi hani. (Mesnevî IV. Cilt, 1523-1525. mısralar)[5]

O zamanın tasavvuf terminolojisinde elbette “dürtü” ya da “güdü” kavramı henüz bilimsel bir içerik kazanmamıştı ama sufîler bunun “hayvanî” (biyolojik) bir kökü olduğunun pekâlâ da farkındaydılar. Bu nedenle günümüzün halk kültüründe hâlâ ciddi bir inanırlılığı olan rüyaların tersinin çıkacağı inancı da bu bakımdan önemlidir. Çünkü tasavvufta zaten nefs adı verilen dürtülerin arzuladığı şeyin tam tersini yapmak esastır. Dolayısıyla Mevlânâ tarafından da dile getirildiği gibi uyanınca yapılacak ilk iş, rüyada görülenin tam tersinin çıkacağına inanmaktır, ama buradaki asıl incelik, tam tersine inanmaktan ziyade tam tersini yapmaya teşvik etmekmiş gibi görünmektedir.

Mevlânâ da bütün İslam edebiyatçıları ya da fikir adamları gibi kadın konusunda tutarlı ve mutedil bir tespit yapmaktan uzaktır.

HEM HİÇBİR DEĞERİ YOK HEM DE BAŞ TACI

Bu durumda Erich Fromm’un iddia ettiği gibi masalların ve mitosların rüyalarla ve rüyalarda ortaya çıkan biyolojik dürtülerle bir alakası olsa bile bu, onun iddia ettiği gibi ne coğrafi gerçekliklerden bağımsız olabilir ne de toplum tarafından yasaklanan birtakım ahlaki bariyerleri tamamen delip geçebilir. Dolayısıyla masallara yansıyan semboller, en başta ele alınan deyim gibi, ancak içerisindeki cinsel anlam köreltilerek önce masallara, sonra halk kültürünün bütün unsurlarına teşmil edilebilir. Aslında her kültürün kendine özgü dürtülerle baş etme yolları, aynı zamanda sadece o kültüre özgü tuhaflıkları da beraberinde getirir. Nitekim İslamiyet’in cinsel dürtülerle baş etme konusundaki katı tutumu da evrensel değil ancak İslamiyet’e özgü kültürel fenomenler yaratır. İşte bu nedenle Mevlânâ üzerine araştırma yapan kişilerin ilk dikkatlerine çarpan olgulardan birinin, kadın hakkındaki düşüncelerindeki çelişkiler olması boşuna değildir. Mevlânâ da bütün İslam edebiyatçıları ya da fikir adamları gibi kadın konusunda tutarlı ve mutedil bir tespit yapmaktan uzaktır. Kadını ya yerin dibine batırmakta ya da başının tacı bir tanrıça mertebesine yükseltmektedir. Ondaki veya tüm Doğulu şair ve fikir adamlarındaki bu çelişik ifadeleri Nâzım Hikmet, bu defa bilinçli bir biçimde şu dizelerle ifade eder:

Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

Ve soframızdaki yeri

                     Öküzümüzden sonra gelen

Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

dizelerindeki “bizim kadınlarımız”dır onlar. Yani hiçbir değerleri olmadığı halde uğruna hapis yatacak kadar değerli olanlardır. Aslında bu garip kadın algısı, neredeyse bütün İslam toplumları için ortaktır.

GÖĞÜN SUYU OLMASA…

Mevlânâ, kadın hakkındaki onca çelişik ifadelerine rağmen yine de felsefi erillik-dişillik kavramına ulaşabilmiştir. Cinsiyetin felsefi boyutunu anlatmanın ne kadar uzun ve zahmetli olduğunu bildiğim için burada kısa kesmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Ama Mevlânâ’dan bu felsefi algı için bir örnek gerekirse şu dizeler yerinde olacaktır:

Gökyüzü, yeryüzüne merhaba der; yeryüzü kadın… O, buna ne attı, ne verdiyse bu, onu besler, yetiştirir.

Sıcaklığı kalmayınca yollar o; ıslaklığı kalmayınca verir o. (…)

Gökyüzü, kadınını beslemek için kazanç peşine düşen erkekler gibi yeryüzünün çevresinde döner durur.

Bu yeryüzü de ev hanımlığı yapar, ondan çocuklar doğurmaya, onları emzirmeye girişir. (…)

Bu iki güzel, birbirinin sevgisini emmeselerdi, emişmeselerdi, nasıl olur da karı-koca gibi birbirlerinin dileğine uyarlardı?

Yeryüzü olmasaydı nerden gül biterdi, erguvan boy atardı? Göğün de suyu, harareti olmasaydı yeryüzü ne doğururdu? (Mesnevî III. cilt, 4404-4414. mısralar)[6]

Bu toprağın nice şaşılacak çocukları var; fakat Ahmed (Peygamber –y.n.) hepsinden de üstün.

Yeryüzüyle gökyüzü bizim gibi çiftten böylesine bir padişah doğdu diye gülmekte, sevinmekte. (Mesnevî IV. cilt, 1017-1018. mısralar)[7]

Mevlânâ, aslında bütün paganların ve eski dinlere mensup ilkellerin açık seçik bildiği ya da inandığı bir gerçekliğin farkındadır. Dindarlığı her ne kadar sorgulanamayacak kadar samimiyse de hiçbir dinsel dogma, onu bu en eski inanışı ifade etmekten alıkoyamamıştır.


KAYNAKÇA

[1] Mevlânâ, Mesnevî, Abdülbâki Gölpınarlı tercümesi, İnkılâp yayınları III.-IV. Cilt, İnkılâp Yayınları, s. 474

[2] Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, Arıtan Yayınları, s. 16

[3] A.g.y., s. 18

[4] Mevlânâ, Mesnevî, Abdülbâki Gölpınarlı tercümesi, İnkılâp yayınları III.-IV. Cilt, İnkılâp Yayınları, s. 592

[5] A.g.y., s. 475

[6] A.g.y., s. 299-300

[7] A.g.y., s. 431