İyi kitap başka kitaplara götürür

Kıskançlıkla hayranlık arasında ince bir ayrım vardır. Bıçak sırtı bir durum. Hayranlık duyayım derken, kıskançlığın sizi kıskıvrak yakaladığını kaçırabilirsiniz. Bu yanılsama size hayal kırıklığından çok daha fazla acı yaşatır, öfkenizi bala keser. Kendi özbenliğinizi kaybettirir, tekrarın tekrarı ya da kötü bir kopyası yapar.

ALİ EKBER ATAŞ

 

Derinleşmeyi aradığım konular, olaylar, kitaplar başkaydı benim için. Herkes için bu böyle midir, bilmiyorum. Kitaplara daldığımda dünya dışı bir mekanda ilerliyordum. Dünden getirip bugünde biriktirdiklerimi gelecek zamanlara, çağlara götürmek içindi, yazmak ve okumak benim dünyamda. Okur yazarlıktan yazar okura varmak için epeyce bir yol yürümem gerekti. Yürüdüm. Okurluğu; Abece’yi sökmekten, bir kitabı bitirmekten çok daha ayrıntılı boyutlarının olduğunu keşfettim. Kendi olmuşluğumuzun ya da bizdeki insanı oluşturmanın ilk adımıydı  insanı okumak. Canlı cansız varlıklarıyla doğayı okumaksa insanlığımızın büyük yürüyüşüydü.

Yazarlığın ise, her kalemi tutan elden başka bir şey olduğunu öğrendim. Yazmak bir düşünce üretmektir. Düşünce üretmek için de soru sormak gerekti:

Ben niçin yazıyorum?

Beni başkalarından ayıran bu yazma eyleminin, ediminin temelinde yatan şey neydi?

Herkes her istediğini yapmakta özgür nasılsa. Bunca yazanın içinde “seni” başkalarından değerli kılacak olan neydi?

Sırf bir tatmin duygusunu gidermek midir yazmak?

Su içersen susamışlığını gidermek, yemek yiyerek acıkmışlığını doyurmak, yalnızlığından uzaklaşmak için de kendine türkü söylemeye mi benzer?

Yoksa bunların bütününde başka bir şey midir ya da bunları ve daha başkalarını da içine alan bir şey midir yazmak?

Üzerine düşünmekte yarar var, en azından benim için…

***

11 Nisan’daki (2022 pazartesi), trenle yaptığım Ankara yolculuğumu bir öykü kitabıyla geçirdim. Beni alıp çocukluğuma götürdü.

Öyküler ve romanlara ilgi duyduğum, beni onlarsız bırakmayan gençlik zamanlarımı çok gerilerde bıraktım. Reşat Nuri’yi, Ömer Seyfettin’i, Yakup Kadri’yi, Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Rıfat Ilgaz’ı Sait Faik’i, Talip Apaydın’ı, Mehmet Başaran’ı, Mahmut Makal’ı, hele Fakir Bayburt’u, elimden düşürmezdim. Fakir Baykurt’un; Irazca’nın Dirliği, Tırpan, Yılanların Öcü romanlarını okuduğumda, roman yazmaya karar vermiştim. Nâzım Hikmet’i okuyup, Enver Gökçe ile karşılaşınca vazgeçip şairliğe soyundum.

Ormanları bilerek ve hınçla ateşe verilen Muğla Yatağan hayatımın dönüm kavşağı oldu. Milas Ören’e kurulan termik santralinin inşaatında çalıştım, abimle. O kepçe operatörüydü, ben de, toprak taşıyan kamyonların seferlerini takip edip, onlara adisyon kesiyorum. Tahtakurularının zaman zaman istilasına uğrayan işçi yatakhanelerinin birindeyim. İki katlı ranzaların üst katında ben alt katında abim kalırdı. Gorki’nin Ana’sı, Dimitır Dimov’un Tütünü’nü burada okudum. Balzak’ı, köyümde daha yedi sekiz yaşlarında, radyodan dinleyerek öğrendim. Radyo Tiyatrosu’ndan, tiyatronun ne olduğunu da. Uzun bir zaman radyoda konuşan insanların o ufacık kutuya nasıl sığdıklarını anlamakla geçti çocukluğum.

Arkası Yarın programında Balzac’ın “Vadideki Zambak”ının radyodan okunduğu akşamları sabırsızlıkla beklerdim. Haftada bir yayımlanırdı. Okuma yazmayı söktüğümde ilk okuduğum Hiedi kitabı oldu. Onu Dede Korkut masalları, bizden resimli çizgi romanlar Tarkan, Kara Murat, Tolga; Tomris, Teksas, Zagor, Teks, Kızıl Maske, Mandrake vb Amerikan çizgi romanları izledi. Kitap okuma işini bende sevdaya dönüştüren radyo oldu. Akşamı iple çekerdim. Radyo Toyatrosu ve Arkası yarın birer okuldu, kütüphaneydi, gitmediğim görmediğim şehirlerde gezdirilmekti benim için…

Radyo beni, kitaplar beni, babam beni, öğretmenlerim beni, ağabeylerim, kardeşlerim, en önemlisi de okuduğum kitaplar beni çocukluğumdan alıp gurbetlerde büyüttüler. Çocukluğuma dokunmadılar ama. Büyümesin istediler. İçimde olabildiğince çocuk bıraktılar.

Vedat Günyol’un Bostancı Şaşkınbakkal Çatalçeşme çıkmazındaki evinde, masasının hemen yanı başında duran sehpası, çilingir sofrasız boş kalmazdı. Biriyle sözleşmişçesine her zaman hazır ve nazır. Bu sefer, gittiğimde de hazırdı. Gözlükleri, burnunun ucundan neredeyse, ha düştü ha düşecek halde karşılaşılanırdım her seferinde kapıda. Çantamdan Brendiyi çıkarıp koydum sehpaya. Masasının üstünde kitaplar yığılı. Üst üste, yan yana onlarca. Roman yarışmaları için gönderilenler, yeni çıkan kitaplar, eski yazı, Fransızca, Almanca, İngilizce kitaplar. Önünde küçük küçük kağıtlara eski yazı alınmış notlar. Bir eve değil de büyükcene bir sahafa, bir kitapçıya ya da bir kütüphaneye girdiğiniz sanısıyla iç içesiniz.

Böyle sohbetlerimizin birinde kendisinden duyduğum ve belleğime ilmek ilmek nakışladığım bir sözünü anımsadım:

Kitabın iyisi seni bir başka kitaba götürendir,

demişti, kitaplar ve okuma üstüne sohbetimizde. O gün bugündür bu söz benimle dolaşıp durdu, beynimin bütün kıvrımlarına sızarak. Bir sözünü daha anımsıyorum. Şöyleydi yanılmıyorsam:

Görmek istemeyen kadar kör, öğrenmek istemeyen kadar cahil, duymak istemeyen kadar sağır olamaz hiç kimse.

Bu cehaletin vardığı en son sınır olsa gerek. Dogma, kalıplaşmış, değişmeyen katılaşıp donmuş kafaya sahip olanları anlatır. Bana kendisini okutamamamın dışında hiçbir yararı olmayan kitaplardan uzak durdum. İnsanı gerçek dünyadan / dünyasından alıp kendi dünyasına götüren kitapların içinden çıkmak istemedim hiç. Çünkü kitaplar size kendilerini okutmakla kalmıyorlar, Jorge Amado’nun söylediğince sizi alıp “insanın anayurdu çocukluğunuza” götürüyorlar. Orada geçmişimizi, üzüntülerimizi, kayıplarımızın acıları, hayallerimizin sınırsızlaştırıldığı o dünyada yaşatıyorlar.

Pazartesi (11 Nisan 2022) günu Ankara’ya gitmek üzere erkenden istasyondaydım. Saat 07:57’de kalkacak treni bekliyordum. Yaklaşık kırk beş dakika öncesinden istasyona geldim. Beni Ankara’ya götürecek trene biner binmez, yerimi bulup oturdum. Yanıma aldığım Mehmet Doğan Karakuş’un Dingiş adlı öykü kitabını açıp okumaya daldım. Ağır ağır, sindire sindire, avuç avuç su içercesine, yudumlayarak yudumlanarak okudum, trenin hızına inat kaplumbağa hızında. Yolculuğun nasıl geçtiğini, kitaba daldığımdan ötürü hiç anlamadım. Tren görevlisinin, sesli bildirimini duyunca Ankara’ya geldiğimizi farkettim.

Okudum sevindim, sevindim kıskandım, “ben neden böyle öyküler yazamıyorum” diye. Bu kıskanma meselesi Peyami Safa’nın bir sözünü anımsattı. Ona geçmeden önce şunu diyeyim istedim:

Kıskançlıkla hayranlık arasında ince bir ayrım vardır. Bıçak sırtı bir durum. Hayranlık duyayım derken, kıskançlığın sizi kıskıvrak yakaladığını kaçırabilirsiniz. Bu yanılsama size hayal kırıklığından çok daha fazla acı yaşatır, öfkenizi bala keser. Kendi özbenliğinizi kaybettirir, tekrarın tekrarı ya da kötü bir kopyası yapar.

Peyami Safa’ya dönersem, onun sözünden esinle şöyle diyeyim:

Hayranlık duyduğunuzu kıskanıyor; kıskandığına hayranlık duyuyor olabilirsiniz.

Kendi adıma Mehmet Doğan Karakuş Abinin Dingiş adlı öykü kitabını hem kıskandım hem  de bu kitaba hayran kaldım. Kendim yazmışçasına, beni çocukluğuma, anavatanıma alıp götürdü, İstanbul Ankara – Ankara İstanbul yolculuklarımda.

Mehmet Doğan Karakuş.

Yazımın yüklemi olsun, Dingiş‘in Eylemci öyküsünün son iki paragrafı:

Tekmeler indi sıska bedene. Kıpırdamıyordu, Yetim Celal. Gözleri elmas parıltısına büründü, gökyüzü balkıdı siyah ışıltılarla.

“Celaliiiim!” diye haykırdı Boşnak kızı;

“Yetimiiimmm!”

Dağıldı kalabalık. Malta taşları üstünde bir beden yatıyordu; üstünden Boşnak kızının çığlığı geçti rüzgârcasına, duvarlara vurup caddelerden saptı, ovaya yayıldı. Anavarza kalasına çarptı, Toroslar’a vurdu. Gökyüzüne yükseldi, asılı kaldı.” (Mehmet Doğan Karakuş, Dingiş, s. 34. SONE Yayınları, Aralık 2012, İstanbul.)

 

paylaşmak için