İnsanın ölüme karşı bulabildiği tek çare…

Okumanın erdemine, yüceliğine, gücüne inanmış kaç milli eğitim bakanı gelip geçti acaba? Bugün Türkçe-Edebiyat öğretmenlerinin bile okumadığı, benim diyen pek çok okumuşun dilekçe bile yazamadığı görülüyor. Bu okumamaktan, yazının gücünü keşfedememekten, bu nedenle de özgüvenden yoksun bir beyinden kaynaklanıyor. Bilmeyen insan kendisine güvenemez ki!

Hidayet KARAKUŞ
karakushdyt@gmail.com

Biliyorum ki bu konuda daha çok yazacağız. Her birey, kendi bilinç düzeyini geliştirme, dünyayıalgılama, yorumlama, dönüştürme konusundaki yerini beğenmeyi sürdürecek, kimselerin aklına gereksinmesi olmadığını düşünmeyi yaşamının en onurlu tutumu bilecektir. Bizim gibi okumayı külfet sayan, gereksiz, zaman kaybı gören insanların oluşturduğu bir toplumun uygarlık niteliğini de bu yapı belirleyecektir.

BİLMENİN YOLU

Bilmek düşünmenin öncesidir. Düşünmek bir üretim, düşünce bir üründür. Bu ürünü sağlamanın yolu bilerek düşünmekten geçmez mi? Peki bilmenin yolu?

Bilmenin yolu pek çok: Televizyonlar, radyolar, gazeteler, köşe yazarları, beğendiğimiz beğenmediğimiz parti önderleri, hayran olduğumuz tarihsel kişilikler… Ancak yüzeysel bilgilendirir, ayrımında olmasak da bizi etkiler, yönlendirmeyi sürdürürler. Onların söylediklerini, yazdıklarını gerçeğin tümünü öğrendiğimizi sanırız.  Öğrendiklerimizden yola çıkarak ilginç düşünceler üretir, bu ilginçliklerin altında gerçek bir bilginin yatıp yatmadığını düşünmeyiz. Önemli olan ilginçliğidir, düşüncenin sağlamlığı, gerçeği yeterince kavrayışı değildir.

1968’de Adana’da öğretmendim. Ara seçimlerle birlikte yerel seçimler yapılacaktı. Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni o yıl yayımlanmış, yayımlandığı günden başlayarak pek çok aydının ilgisini çekmiş, pek çok kişi tarafından okunmuş, tartışılmıştı. Aydınların yüzeysel bilgilerini derinlemesine genişleten bir kitaptı Türkiye’nin Düzeni. Hâlâ önemini koruyan, üstelik benzeri kitapların yolunu açan bir kitap olarak önemli bir işlev üstlendi o dönemde Doğan Avcıoğlu’nun bu değerli çalışması.

O yıl seçimlerde CHP’den aday olan bir öğretmen arkadaşa TÖS’te;

“Madem aday olacaksın, meclise gitmek istiyorsun, Türkiye’nin Düzeni’ni oku” dediklerinde;

“Ne gerek var, zaten o düzenin içinde yaşıyoruz” yanıtını vermişti.

Oradakilerin güldüklerini anımsıyorum. Herkesin yeni bir kitaba saldırdığı, okumak için gecelerini verdiği yıllardı o yıllar. Hele öğretmenlerin çok okuduğu, yeni bilgilerle sınıflarda öğrencilerini yetiştirmeye çalıştığı yıllardı.

Milletvekilliğine aday olan öğretmenin yanıtı bir ‘buluş’ gibi zekiceydi kendince ama nasıl bir yanıttı acaba? Boş bir özgüvenin, milletvekilliğine soyunan birinin her şeyi bilivereceğini sanan birinin kofluğu sırıtmıyor muydu yanıtında?

OKUMADAN MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ

İzmir’de de belediye meclis üyeliklerine seçilip şık kılıklar içinde başkanların yanında poz verenlerden biri de;

“Yazarlar, hep yazarlar ama politika onların yazdıkları gibi yapılmıyor” diyerek zavallı bir buluş yapmıştı. Okumakla bir yere varılamayacağını imlemeye çalışıyordu belli ki…

Bugün bu koflukları devletin, hükümetin, meclisin koltuklarını doldurduklarını sananlarda da görmüyor muyuz? Yetkiyle bilgi bir araya geldiğinde bir iş üretir. Kof birini, bilisiz birini yetkilerle donattığınızda o kişi, hem üretim yollarını tıkar hem hizmet etmekle görevli olduğu topluma zarar verir. Bilgisiyle değil yetkisiyle konuşur böyleleri. Okumayı da gereksiz görür; çünkü kendisine sunulan koltuğun, makamın okumamaktan doğan bilisizliğini örttüğünü sanır.

Yine yıllar önce Karşıyaka’da Milli Eğitim Müdürlüğü’ne getirilen bir arkadaşın bir kütüphanede kitap okumakla ilgili bizim söyleşimizi dinledikten sonra;

“Kitap okumak da her şey değil; ben okumadan da Milli Eğitim Müdürü oldum” deyişini unutamam.

En çok canımı sıkan da o gün orada “Müdürlüğünüzü bir yazıyla elinizden alırlar ama okuduklarınızı asla” diye yanıtlamamak olmuştur müdürümüzü! O müdür eskisi, hâlâ birtakım partilerin kapısını çalarak aday olmaya çalışıyor. Acaba Türkiye’nin Düzeni’ni okumasını ona da önersek mi!

“ŞARTLAR NE OLURSA OLSUN…”

Devlet adamları içinde kitap okuma konusunda Mustafa Kemal Atatürk’ten daha çok okuyan var mıdır; merak ederim. Merak ederim çünkü bugünkülerin dünyanın neresinde olursa olsun çoğunca incelikten yoksun, kabalaşan tutumlarına, neredeyse küfre yaklaşan söylemlerine, uluslararası gaflarına bakınca Mustafa Kemal’imizin bu konuda da en önde olduğunu düşünürüm. Onun hazır cevaplığının, bilgeliğinin altında zekası kadar o zekayı kullanmayı öğreten kitaplar vardır. Daha öğrenciyken ‘eline geçen beş kuruşun yarısını kitaba verdiğini’ söyleyen, Trablusgarp’tan Suriye çöllerine, oradan Çanakkale’ye, Kurtuluş Savaşı cephelerine dek her an elinin altında bir kitap sandığı taşıyan bu büyük insanın gökten inmediğini, okuduklarıyla dehası birleşince büyük işler başardığını tarih söylüyor.

Bugünlerde Köy Enstitüleri’nde okuma alışkanlığı konusunda küçük bir araştırma yapıyorum. Araştırma sırasında zamanın İlköğretim Genel Müdürü, Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un 4.12.1944 tarihli bir genelgesine rastladım. Bu genelge, Dr. Niyazi Altunya’nın Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış kitabında karşıma çıktı.

Tüm Köy Enstitüsü Müdürlerine gönderilen yedi maddelik bu genelgenin 6. maddesi şöyle:

“Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim bulunursa bulunsun, öğrencilere her gün serbest okuma yaptırılacak ve kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır.”                

Genç Cumhuriyet’in yüzde 80’i köylerde yaşayan insanımızı okutma konusundaki, çağcıl bilgilerle donatma konusundaki kararlılığının bir belirtisidir bu. Bunun sonucu Köy Enstitülerini bitiren, bugün de çok azı tarihsel birer anıt gibi aramızda yaşayan öğretmenlerimizin hâlâ okuyup araştırdıklarını görüyoruz. Köy Enstitülü yazarları, ozanları saymıyorum; onları bütün dünya tanıyor. Asıl güzel olan sıradan birer öğretmen olarak büyük bir yurtseverlikle yıllarca köylerde çalışan bu altın kuşağın her bireyi, yaşadıklarını kitaplaştırıyor, bir eğitim imecesinin sonuçlarını tarihsel birer belge diye ortaya koyuyor.

ZEKANIN FOTOĞRAFI

Okumanın erdemine, yüceliğine, gücüne inanmış kaç milli eğitim bakanı gelip geçti acaba? Bugün Türkçe-Edebiyat öğretmenlerinin bile okumadığı, benim diyen pek çok okumuşun dilekçe bile yazamadığı görülüyor. Bu okumamaktan, yazının gücünü keşfedememekten, bu nedenle de özgüvenden yoksun bir beyinden kaynaklanıyor. Bilmeyen insan kendisine güvenemez ki!

Köy Enstitüleri’nin kurucu bakanı, bilge insan Hasan Âli Yücel, Pazartesi Konuşmaları’nda Okumak başlıklı yazısında; yazının gücünü, kitabın insana kattıklarını

okurla dostça, alçak gönüllüce paylaşır:

“Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insan oğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı zekanın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.  

.…

 “İyi bilmeliyiz ki okuduğumuz her satır, kafamızın içinde yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır, ya yeni bir düşünce ile varımızı arttırır.  

….

“Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahkûmlardır.”

Okuma alışkanlığının bir anlamda insanın kendisini tanımak olduğunu söyleyen Köy Enstitüleri’nin kurucusu Hasan Âli Yücel’in, kitapla, okumaya verdiği değerle eğitimi bir tuttuğunu görmüyor muyuz? Bugün eğitimimiz çocuklarımıza okuma alışkanlığını ne kadar kazandırabiliyor dersiniz? Bakanlığın göstermelik çabalarının neye yaradığı da ayrıca incelenmeye değer…