İNSAN DOĞA ve HAYVAN SEVGİSİ ÜSTÜNE

Bir insan aşk bilgisini, yurt bilgisini, düş ve düşünce bilgisini nasıl kazanır çocukken bir hayvana dokunmamışsa, bir fidana el uzatmamış, bir çiçeği okşamamış; toprağa, çamura bulanmamışsa… saçlarına masal kokusu bulaşmamış ve şarkılar dolmamışsa kulağına? Bu saydığım şeyler, bir harç gibi karılmamışsa duyarlıklarına?

HAYRETTİN GEÇKİN

“Güvercin beslemek, yetiştirmek (Güvercincilik) bir hobidir. İnsanı mutlu kılar, pozitif enerji verir. Doğayı ve diğer canlıları anlamayı ve sevmeyi öğretir, hem de hiç karşılık beklemeden. Güvercincilik bir insanın diğer insanlara meydan okuması değildir, başkalarına ya da arkadaşlarına üstünlük kurmayı sağlamaz, kişi böyle düşünse bile!

Kuşlar, hatta ziyaret ettiğiniz bir güvercin kümesi kendini gösterir, sizin konuşmanız gerekmez çoğu zaman.”

Sevgili dostum Murat Türkeş bir iki gün önce böyle bir paylaşımda bulunmuştu sayfasında. Bu paylaşımdan bir gün önce buluştuğumuzda güvercinlerinden söz etmiş, Kaz Dağları’ndaki ağaç kırımının ve genel anlamda ülkedeki doğa talanının önüne nasıl geçileceği üzerine konuşmuş, ülkemizin daha başka sorunları üzerine kafa yormuştuk. Dünya ve ülkemizde doğa katliamların yol açacağı felaketleri anlatırken üzüldüğümü, adeta acı sağanağına yakalandığımı görünce, “ikimizin de elimizden gelenin ötesinde bir şey yapamayacağımızı” vurgulayarak sözü, edebiyata ve şiire teyelleyip   bana bıraktı. “Çocuk yaştan beri  güvercinlerle ilgilenmem, beni şiire ve edebiyata  yakınlaştırmış olabilir mi” diye  de bir soru attı ortaya.

Kitaplarının ve sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlarının dışında, her bir araya gelişimizde derin birikiminden beni yararlandıran, bana sürdürülebilir bir yaşam konusunda doğanın korunmasının zorunluluğu ve gerekliliği üzerine farkındalıklar kazandıran dostumun ortaya attığı soruya halâ yanıt aramaya çalışıyorum açıkçası Sorunun yanıtını bulabilmek için  YouTube’den, onun  katıldığı TV programları  yeni baştan izlemeyi  bile denedim açıkçası. 

Bunlar olurken aklıma yıllar önce aynı okulda çalıştığımız, öğretmenlik mesleğinden de öğrencilerinden de pek hazzetmeyen ve mesleği zoraki yapan bir arkadaşla; aramızda günler, hatta aylar süren diyalogu anımsadım birden bire. Sorunun yanıtına biraz olsun yaklaştım diye düşünüp sevince kapıldım.O arkadaş; benim mesleğime, öğrencilerime olan düşkünlüğüme ve  gösterdiğim özene şaşırırken, ben de aynı şaşkınlığı onun mesleğini sevmeyişine, öğrencilerini baş belası olarak görmesine karşı göstermiştim. Bereket arkadaşın bana olan sempatisi nedeniyle aramızdaki diyalog hiç kopmadı. Ben de ona, bildiğimce bir şeyler anlatabilmek, mesleğine ve öğrencilerine karşı edindiği olumsuz düşünceleri zayıflatmak için gösterdiğim çabadan  asla vazgeçmedim.

Tuhaf biçimde şu tespitleri yapmıştım arkadaş hakkında: Küçük bir kentte doğup büyümüş. Arabaları ve silahları olmuş oyuncak olarak. Hayvanları; kedi köpeği görmüş ama annesi yaklaştırmamış onlara. Bir arkadaşının sapanıyla kuş avlamayı denemiş bir iki kez. Bir fidanın yanına uğramamış; dalından bir elma koparmamış örneğin, papatyadan fal bakmamış…Kitap okumaktan  başı hoş değildi. “Başkalarının ne yaptığından bana  ne” derdi hep. Kimse için mücadeleyi doğru bulmadığını da söylerdi. Emindi bundan. Hatta ben ona seni kötülük teslim almış diye takılırdım. Başlarda arkadaşı asi, isyankâr sanmıştım her nedense. Hayır; tam tersine silik, güvensiz, düşündüklerinden emin olmayan,  edilgen ve itaatkâr biriydi aslında. Arkadaş üzerinde edindiğim düşüncelerin sonucunda kendisine  şunları söylediğimi de anımsıyorum: Keşke kırlarda, bayırlarda düşüp kalksaydın, toprağa dokunsaydın, bir çiçeğin kokusunu içine çekseydin, derin derin solusaydın her uyandığında gökyüzünü… Bir kedinin, bir köpeğin farkına varsaydın. Tohum gürültülerine karsaydın kalbinin güm güm atışlarını. Bir ninen olsaydı örneğin, sana masal anlatsaydı her gece, kitaplarda arasaydın sende uyanan merakı…Bir şarkıya baş koysaydın…Ay’’a salıncak kurup sallanmayı hayal etseydin…

Bilmiyorum ki sevgili dostum Murat Türkeş’e sorusunun yanıtı olarak bunları mı söylesem; ve yanına  Nazım’ın Yaşamaya Dair şiirinden; “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin/, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil..“ dizelerini de mi eklesem.Olmadı, “Hayvanlarla bağ kurmak,beslemek, bakmak, ya da onların yaşam hakkı için mücadele etmek; doğanın bir parçası olma duygusunun en yoğun yaşanma biçimidir. Bir sevgili yakınlığı kurmaktır doğayla… İnsanın kendisini anlamasıdır; başkalarını anlamasıdır… En azından bu yönlü bir etkinliktir..Eşitlenmektir her şeyle aslında….Büyüklenmekten, böbürlenmekten kurtulmaktır. Tıpkı türküleri yakanlar gibi, hayvanlarla yakınlık kuranlar da kimseye zarar vermez, veremez…” diye yazının giriş paragrafında yer verdiğim paylaşımına yaptığım yorumumu mu anımsatsam?

Diyelim ikna edemedim, bu kez soruyu ben sorsam kendisine: Desem ki sevgili dostum, bizde yeterince değerin bilinmese de sen dünyanın önem verdiği, hatta yararlandığı, iklim bilim ve coğrafya alanlarında kendini derinleştirmiş,  birikimini de doğanın ve insanlığın  hizmetine sunmuş profesör adamsın. Kurtların, kuşların, böceklerin yuvasız kalmaması, suların zehirlenmemesi, ağaçlara kıyılmaması konusunda gösterdiğin çabanın da az çok tanığıyım. Eğitime tamam, insanın kendini yetiştirmek için girdiği çabaya ve bunun sonucunda edindiği birikime sözüm yok, merhamet duygusu ve şefkate de eyvallah. Ama hepsi bu değil. Bunların ışığında soruyorum, düşünme sırası sende, lütfen sen söyle: Bir insan aşk bilgisini, yurt bilgisini, düş ve düşünce bilgisini nasıl kazanır çocukken bir hayvana dokunmamışsa, bir fidana el uzatmamış, bir çiçeği okşamamış; toprağa, çamura bulanmamışsa… saçlarına masal kokusu bulaşmamış ve şarkılar dolmamışsa kulağına? Bu saydığım şeyler, bir harç gibi karılmamışsa duyarlıklarına?

Son çarem, kendi yüreğini bir kez daha yokla diyeceğim: Seni insanlığın oğlu yapan değerleri nasıl kazandın, neden yaşamından vaz geçmeyi göze alabiliyor, hatta onu tehlikeye sokabiliyorsun da adil, demokratik, özgürlükçü bir ülke ve  barış içinde bir yeryüzü düşünden asla vazgeçmiyorsun? Ve neden Kaz Dağları’ndaki kırıma karşı yazılmış şiirlerimi sana okuduğumda ışıl ışıl oluyor gözlerin? Ve neden o şiirlerde “ağaçlar yurdumuzdur” , “sincapların öfkesine büründüm” gibi dizeler geçtiğinde düşlerine doğru fırlayıveriyorsun birden bire?