Hep susardım az sözle anlatmak mümkün olsaydı seni

Uzaklardan gelenlerin cebine bakardık çocukken hep onunla. Şeker beklerdik. Olmadı kar yerdik en olmuş yerinden seçerek. Nasıl olsa ikisi de beyaz. Tahta atımıza, taş arabamıza da verirdik. Hiç bencil değildik.

HAYRETTİN GEÇKİN 

(Bazı anılar anlatılmak ister/
Bir şiir etkinliğinin açılış konuşması:

Ayhan Genç’e)

 

hep susardım
az sözle anlatmak
mümkün olsaydı seni

 

Kafam karışık. Çünkü, kitaplar yetmez anlatmaya. Çünkü, bazen bir sözcük bile fazla geliyor. İşte yine o an! Anlamın boşluğundayım. Keşke susmanın bir dili olsa da o dille konuşabilsem. Sözsüz konuşmayı bilir misiniz? Ne çok biriktirdim onlardan…

Çocukluğuma yakın durarak denesem diyorum yine de. Bir yolu olmalı. Babasız çocukların donuk gülüşlerinden alıp karşınıza çıkarabilsem onu.

Bu toplumsal sistem, az da olsa bazı insanların yeteneklerini mezarlığına almayı başaramadığı gibi onun yeteneklerini de almaya yetmediğini ve bir bahar yeşertisi olarak insanlara iyi davranan hikayelere karıştığını duyurabilsem sizlere. Yan yana iki ırmak gibi aktığımızı da onunla. Yaşanmamış aşklara, kurulmamış dünyalara…

Kimi sözcükleri ters tutuşundan, kimi aykırı büyüyüşünden anımsıyorum onu daha çok. Sezdiğim bir saklısı vardı. Onunla denerdi sonsuza dokunmayı, sonrayla buluşmayı… Yıldızlara kurardı hep kendisini. Su sesine uzanıp yürüyüşünü, ondan uzak kaldığım zamanlarda bir şiirin içinden geçirirdim. İtiraf etmeliyim ki o şiiri henüz yazamadım. Ya sözcükler çıkışmadı, ya benim boyum yetişmedi.

Kim mi o? Halkların oğlu. Otların, böceklerin, suyun ve güneşin kardeşi. Sesini dağların yalnızlığından, ovaların öfkesinden doldurmuş. Sözü kesilenlerin dili. İşkencelerden, Diyarbekir zindanlarından sarkmış hayata. Uslanmamış. Onun uslanmayacağını avucumun içi gibi biliyordum. Dinlerin en büyüğü olan aşkla, insanlıkla seveceğini de herkesi…

Sırası mı bilmiyorum; bir gündüşümü onu kazıklı humma teşhisiyle Erzurum’da bir hastahaneye yatırdıklarını duyduğumda, sözcüklerin dilimin ucuna yığılıp taş kesildiğinden söz açmanın? Kekemeliğim biraz da ondan mıdır ne! Çocuk yaşta sayılırdık daha. 7- 8 saatlik yol. Ve parasızlık… Görüşmecisi olabilseydim eğer biriktirdiğim rüyalardan götürecektim ona. Kurduğum düşlerden… Belki bir mendil içinde, bir dilim şiir ve olanca sıcaklığım. İyileşsin niyetine…

İkimiz de “Rüyamda bir kitap dile geldi ve bana şöyle seslendi: Ben okundukça kitap, sen okudukça insan olursun.” diyen Enver Karagöz’den, mümkün bir hayatı ve mümkün insan ilişkilerini öğrenmeye başlamıştık… İkimiz de şiire sığınmıştık daha sonra. Öğretmen okulunun son sınıfındayken onun başka bir okula sürgün edilmesi toplumsallık adına hissettiğim ilk ve derin acıdır. Bu acı daha sonra pek çok acıyla tanıştı. Bilirsiniz acı acıyı tanır. Şimdi hepsi birarada eriyik halde… Bal eylemek üzere kim bilir! Emzirmek üzere umudu ve aşkı… Ve okşamak için saçlarını yenilgilerimizin, babasız çocukların saçlarını okşar gibi.

Nerde kalmıştık? Hayır olmuyor. Vazgeçiyorum. O bir yerlerden söze karışmalı. Ona bırakmalıyım sözü; Ayhan’a… Çocukluk arkadaşıma, gençlik arkadaşıma. Daha güzel bir dünya düşü yüzünden her daim arkadaşıma.

Belki bize şiir getirmiştir. Olur ya! Çünkü, uzaklardan gelenlerin cebine bakardık çocukken hep onunla. Şeker beklerdik. Olmadı kar yerdik en olmuş yerinden seçerek. Nasıl olsa ikisi de beyaz. Tahta atımıza, taş arabamıza da verirdik. Hiç bencil değildik.

Onu anlatabilmeyi isterdim size. Onu anlatabilmeyi… Az sözle, çok sözle; ya da sözsüz… Rüyalarıma çivileme inip bir tutam düş, bir dilim şiir ve acı bir gülüş bırakan dostumu. Yeryüzülü en iyi hemşerilerimden birini…

Ayhan’ı,

Kardeşimi.

 

ona desem şimdi:
yakın tut sözcükleri birbirine
aşkın, ateşin ve suyun dilinden geçir
bir yıldıza bağlayacaktır onlar seni
belki de bir boşluğa

paylaşmak için