Halikarnas’ta çağları kucağında taşıyan balıkçı

Cevat Şakir, Bodrum’a “Mavi Sürgün” olduktan sonra deniz insanlarını tanımaya başlar. Deniz insanları yaşamının odağına yerleşir. Dostlukları, arkadaşlıkları, denizden topladığı balıklara benzeyen öyküleriyle şiirdir.  Bu yalnızca denizlere güzelleme biçiminde ortaya çıkan bir şiir değil gerçekçi, denizle haşır neşir olan insanların, umutlarını denize bağlayan süngercilerin, deniz kıyılarında ufukların ötesinden gelecek sevdiklerini bekleyen kadınların, annelerin şiiridir.

 HİDAYET KARAKUŞ

Orhan Kemal, Halikarnas Balıkçısı’yla nasıl tanıştığını anlatırken Nazım’ın onun için söylediği şu sözleri anar:

“Deniz ve deniz şiirini onun kadar kudretli verebilen ikinci bir yazarımız yok.”

Orhan Kemal, sürdürür yazısını:

“Neler anlatmıyor, neler bilmiyordu! Onu dinlerken insan ister istemez bir iki bin yıl öncesine gider. Bu adam, bu koca adam sanki Sokrat’lar, Eflatun’lar devrinden beri yaşıyor. O devirlerde, bütün o ünlü kişilerle arkadaşlık ediyordu da Balıkçı’ya kalleşlik edip öldüler. Hem de bu kalleşlik dün ya da evvelki gün oldu.”

“Ey Güney’in büyük ozanı, taşları çizen ayaklarından öğrendim

O büyük dünya sıkıntısını

Bir deniz fenerinin dibinde

Sorma bana nereden geldim, neyim diye

Anlaştık işte seninle, konuşmasak da

Sevgiler tutkular devrimidir benim tarihim de.               

Edip Cansever de böyle sesleniyor Güney’in büyük ozanına.

Halikarnas Balıkçısı, Cevat Şakir Kabaağaçlı. “Deniz ve deniz şiirini onun kadar kudretli verebilen ikinci bir yazarımız yok.”/Nâzım Hikmet.

VURGUNLARLA SÖNEN YAŞAMLARIN ŞİİRİ

Halikarnas Balıkçısı, Bodrum’a “Mavi Sürgün” olduktan sonra deniz insanlarını tanımaya başlar. Deniz insanları yaşamının odağına yerleşir. Dostlukları, arkadaşlıkları, denizden topladığı balıklara benzeyen öyküleriyle şiirdir.  Bu yalnızca denizlere güzelleme biçiminde ortaya çıkan bir şiir değil gerçekçi, denizle haşır neşir olan insanların, umutlarını denize bağlayan süngercilerin, deniz kıyılarında ufukların ötesinden gelecek sevdiklerini bekleyen kadınların, annelerin şiiridir. Özlemlerin, denize kaptırılan, vurgunlarla sönen yaşamların şiiridir.

Deniz Gurbetçileri’ne şöyle başlar Balıkçı:

Şafağın müjdecisi, güneşin önderi, sabah rüzgârı serin serin yelpazeleniyordu. Geceyi de karanlıkları da uzağa üfürüyordu. Ama yıldızlar üfürüldükçe tutuşuyorlar mıydı ne, bayağı çatırdıyorlardı. Gün doğumuna daha epeyce vardı. Sabah yıldızı doğuda, şafağın koynunda çınlayan bir gülüştü. Belli belirsiz ağaran gökte Yedi Ülkerleri kovalıyordu. Deniz cam gibi durgundu ama ara sıra gelen ufacık kırışıklar, sabah yıldızını, ağaran evlerin ayak ucuna getiriyordu. “

“Dünyada varlıklı olanların yolcularını lavantalı mendillerle, uzun boylu selamlamalarına bol bol boş vakitleri olur. Ama fukara denizcilerin durumları, onlara bu gibi lüks elvedaları yasak eder. Onların ayrılışları, lastik çekercesine arşın arşın uzamaz. Ayrılış onlarda kısa ve kesin bir kopuştur. Çünkü deniz aralıksız dikkat ve iş ister.”

DENİZ İNSANLARININ TUTKULARI

Balıkçı, denizlerin şiirini denizler için değil insan için söyler. Çalışan insana sevgisi büyüktür. Onların sorunları, açmazları, acıları, özlemleri, aşkları romanlarının konusudur.

İnsan denilen varlığın tutkuları vardır. Deniz kıyılarında yaşayan insanların da tutkuları denizdir.

Aganta Burina Burinata’da anlattığı Mahmut karayla deniz arasındaki ikilemi yaşar. Karada, güven içinde bir iş kurup çalışmak mı; denizlerin engin maviliğinde, ufuklardan ufuklara kocaman bir evreni kucaklarcasına özgürlükle dolup taşmak mı?  Mahmut’un babası “sakın denizci olayım deme ha” demiştir oğluna. O yüzden Kirpici Hali Usta’ya eskici çırağı olarak verilir. Böylece denizden uzak olacaktır.  Ne ki Kirpici Halil usta da eski bir denizcidir.

Mahmut’un deniz tutkusunu görünce ona denizle ilgili bildiklerini öğretir.

BU TUTKUNUN TEK İLACI DENİZE AÇILMAK

Mahmut’un aklı denizdedir. Eskici çıraklığından mahalle mektebine, mahalle mektebinden Ateşoğlu’yla balık tutmaya derken annesini razı edip amcasının kayığına tayfa yazılır.  Sonra da kayıktan kayığa, gemiden gemiye geçer.  Balıkçı burada özgür anlatımlarından birine geçer, romanın akışını bir yana bırakır küçücük bir bilgi verir. “İşin tersliğine bakın ki o zaman İtalya bize Trablusgarp savaşını açtığı için Türk gemileri Akdeniz’de gezemiyorlardı. Kala kala yabancı yolcu gemilerinde iş bulmak kaldı.”     

Daha sonra  çocukluk arkadaşı Ayşe’yle evlenip karaya yerleşir ama mal mülk ilişkileri bunaltır onu, karada boğulduğunu sanır. Oysa deniz onu durmadan çağırmaktadır:

“Gel! Gel, koynuma gir! Öpüşümle sana can vereceğim. Seni kuvvetli kanatlarım üzerinde uçuracağım; niçin orada cansız bir küme kereste gibi yatıyorsun? Ormanda ağaçken bir ömür sürmekten hâlâ usanmadın mı? Yazıklar olsun sana! Açık hava, açık deniz ve ışığa fırla! Gel de dalgalarımla savaş, kılıç pruvanla onları biçip yenerek zaferinle mağrur, üzerlerine bin, rüzgârın gözüne işle, fırtınaları paçavralar gibi yırtarak ileri geç! Deniz ejderinin rakibi, yunus balığının gururu, denizcinin türküsü ol! Gel benim beyaz sevgilim, gel!”

Orhan Kemal’in dediği gibi çağları kucağında taşıyan bir adamdır sanki Balıkçı.

Balıkçı’nın Agana Burina Burinata’daki Mahmut için yazdığı bu çağrı gerçekte bütün deniz tutkunlarının uykularında, düşlerinde işittikleri denizin çağrısıdır. Bu tutkunun tek ilacı vardır denize açılmak, denizle boğuşmak, ölümleri, vurgunları göze alıp ekmeğini denizden çıkarmaktır.

Denizcinin, denizden ekmeğini çıkaranların önünde tek engel denizin vahşeti, fırtınası, büyük gemileri bile kabardığında ceviz kabuğuna çeviren denizin gücü değildir. Teknesi olanlar, teknelerine tayfa aldıkları süngercileri, deniz insanlarını iliklerine dek sömürürler. Canlarına pahasına deniz diplerinden çıkardıkları süngerler onları mutlu etmez;  Karakulaklar vardır tekne sahipleri, Ateşoğulları vardır.

Deniz Gurbetçileri’nin aralarında birlik de yoktur. Ne dernekleri, ne sendikaları vardır o yıllarda. Yirminci yüzyılın başlarında tam anlamıyla kölece çalıştırılırlar.

ANLATILAN İNSAN MI, DOĞADAN BİR PARÇA MI

Balıkçı, deniz insanlarının geride bıraktığı karıları, anaları, çocuklarına da çokça düşürür ışığını. Onların günlerce ufuklara baka baka sevdiklerini beklemelerini, kimi zaman sonu acıyla biten gerçekle karşılaşmalarını anlatır öykülerinde romanlarında.

Orhan Kemal’in dediği gibi çağları kucağında taşıyan bir adamdır sanki Balıkçı. Anadolu’nun uygarlıkların beşiği olduğunun altını çizer her yapıtında. Anlattığı insanların birlerce yıllık uygarlık kalıtından nasiplendiği, inceliğini, aşkını, çalışkanlığını geçmiş uygarlıkları bıraktığı akılla, bilgiyle beslediğini sezdirir.

Öykülerinde, romanlarında çevresinde gördüğü, özellikle Bodrum’da, Bodrum dolaylarında tanıdığı emekçileri, insan tiplerini gerçekçi gözlemlerle ama şiirli bir dille anlatır.  Doğanın insanı, insanın doğayı nasıl kendilerine benzettiğini gösterir bize.

Bazen öyle betimlemelerle karşılaşır ki okur anlatılanın insan mı doğadan bir parça mı olduğunu karıştırır:

“Bir renk yıkılışıyla güneş battı. Koca koca renk parçaları bir ateş uçurumunun içine paldır küldür devrildi. Gemide yemekler yenildi. Ağaçlar uykuyla ağırlaştılar. Uzun sessizlik süresinden sonra, bir serin esintinin geçişiyle orman içini çekiyor gibi hiii ediyordu.”