Belki böylece hayatımıza biraz tevazu katabiliriz. Bitkiler görebilir, koku alabilir, teması algılayabilir, hareket edebilir, hatırlayabilir… Ama bildiğimiz anlamda değil. Çünkü sinir sistemleri ve beyinleri bulunmaz. Zaten bildiğimiz, insana uygun bulduğumuz anlamda bunları yapmalarına gerek yoktur. Bitkiler doğadaki uyaranları bambaşka yöntemlerle ama tam da işlerine yarayacak şekilde duyumsar ve her defasında gereken tepkiyi verir.
LEYLA TUNÇ YELTİN
Yine bir kitap tanıtımı (ve biraz daha fazlası) ile sizlerleyim. Bugün bitki genetiği alanında uzman Profesör Daniel Chamovizt’in “Bitkilerin Bildikleri: Dünyaya Bitkilerin Gözünden Bakmak” adlı kitabını ele alacağız.
Bitkilerin duyusal canlılar olduğunu anlayacak, dış dünyadaki uyaranları algılama mekanizmalarının muhteşemliğine tanık olacağız. Bu mekanizmaların bizdekilerden hem çok farklı hem de çok benzer olduğunu göreceğiz.
‘Bitkilerin Bildikleri’ adlı kitabı okumak benim için farklı alanlarda küçük aydınlanmalar yaşadığım hoş bir yolculuk oldu. Umarım siz de kitabı okur ve kendinizi saksıdaki begonyaya veya kırdaki papatyaya şimdi olduğundan biraz daha yakın hissedersiniz.
Kitabın Künyesi
Yazar: Daniel Chamovitz
1963 yılında Pennsylvania, ABD’de doğmuş. Öğrenimini Columbia Üniversitesi ve Kudüs İbrani Üniversitesi’nde biyoloji ve genetik bilimleri üzerine yapmış. Yale Üniversitesi’nde ve Fred Hutchinson Kanser Araştırma Merkezi’nde çalışmış. Bitkiler ve meyve sinekleri üzerine çeşitli araştırmalar yapmış, yayınlar çıkarmış. Halen Tel Aviv Üniversitesi Yaşam Bilimleri Fakültesi Dekanı. Çok sayıda makalesi, ödülü ve kitabı var.
Yazarımız bu kitabı 2012 yılında yazmış ve 2017 yılında gözden geçirerek güncellemiş. Bu eser, yazarın diğer bilimsel makale ve yayınlarından farklı tabii. Böylelerine“popüler bilim kitabı” deniyor. Bizim için, bize göre yazılmış. Hafif ve anlaşılabilir bilim var içinde. “Biz” dedim ama yanlış anlaşılmak da istemem. Ben demek istiyorum aslında. Fen, matematik ve bilime eğitim ve meslek altyapısı olarak uzak; kalben yakın, sıradan, meraklı insan.
Kitabın orijinal adı: What a Plant Knows: A Field Guide to the Senses
Çeviren: Gürol Koca
1964 Bursa doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Biyoloji ve Marmara Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği mezunu. 1989 yılından bu yana çeviriler yapıyor.
Gürol Koca ile ilgili internette yaptığım kısa araştırmada bulduğum bilgi bu kadar. Yazımın ihtiyaçları için yeterli. Kitabın dili sade ve anlaşılır. İyi bir çeviri var elimizde.
Metis Yayınevi çevirmenin ismini kitabın ön kapağına almamış. İçeride de tek cümle dahi olsun bir özgeçmişe yer vermemiş. Keşke böyle olmasaydı. Çevirmenler çok önemli bir iş yapıyor. Kitabı okuyup adeta yeniden yazıyor. İki satır bilgi iyi olurdu.
Metis Yayınevi, Ağustos 2020, altıncı basım.
Burada da küçük bir parantez açayım. Hemen yukarıda eleştirdiğim Metis Yayınevi’ni şimdi övme zamanı. Yayınevi 2004 yılında Metis Bilim adlı bir yan yayına başladı. Bilimsel kitapları basitleştirmeden ama anlaşılabilir şekilde daha geniş kitlelere ulaştırmak için cesur ve özverili bir girişim. Kutluyorum.
Kapak resmi: J. J. Grandville, “Les Fleurs Animees”, 1847
Kitabın orijinal dili olan İngilizce de dahil bazı kopyalarının kapaklarını gördüm. Sizlerle de paylaşıyorum. Benim en sevdiğim kapak Türkçe baskınınki oldu. Siz ne dersiniz? Eğer aynı fikirdeyseniz, kapak tasarımından sorumlu Emine Bora’ya teşekkür borçluyuz sanıyorum.
Başlarken Değinmek İstediğim İki Husus
1) İnternette dolaşan bir yazı var. “Bitkilerin Gizli Yaşamı” adlı bir kitaptan alıntı.
Bitkilerin acı, sevinç, korku hissettiğini anlatan, hatta düşünce okuduklarının deneylerle kanıtlandığını söyleyen bir kitap bu. Dünyadaki tüm bitkilerin birbirine bağlı olduğunu (Avatar filmindeki gibi) ve birinin hissettiğini diğerinin de hissettiğini söyleyen bir kitap.
Kitabı okumadıysanız bile, bahsettiğim kısa alıntı yazısı internette, özellikle de Facebook’ta zaman zaman karşınıza çıkmıştır sanıyorum.
Yazarımız bu kitabın basılır basılmaz, aynı alanda çalışan bilim insanları tarafından kıyasıya eleştirildiğini, farklı laboratuvarlarda tekrarlanan deneylerin hep başarısızlıkla sonuçlandığını, kitabın bilim dünyasında hiç bir inanılırlığı olmadığını belirtiyor.
Ancak sosyal medyada kitap ve kitaptan yapılan alıntılar hala dolaşırken, kitabın bilim dünyası açısından yok hükmüne dönüştüğüne dair bir bilgiye rastlanmıyor. Hep heyecan ve olağanüstülük peşindeyiz. Hâlbuki konu doğa olunca en sıradan bilgi dahi olağanüstüdür.
Chamovitz, bitki biyoloğu Arthur Galston’un 1974 yılında “yeterli kanıtlarla desteklenmeden ileri sürülen tuhaf iddialar” dediği bu popülist ve bilimsellikten uzak kitabın sadece okuru yanlış yönlendirmekle kalmadığını söylüyor. Diyor ki; “daha kötüsünü yapmış, bilim insanlarının hayvan duyularıyla bitki duyuları arasında paralellikler olduğuna işaret eden her araştırmaya ihtiyatla yaklaşmalarına, dolayısıyla önemli araştırmaların önünün tıkanmasına yol açmıştı.”
2) Charles Darwin ve muhteşem öngörüleri
Evrim teorisini geliştiren ünlü Charles Darwin, kitabın pek çok sayfasında kendine yer bulmuş. Neredeyse yüz elli yıl önce bahçesinde ve serasında bitkilerle yaptığı deneyler bugün genetik biliminin ışığında kanıtlanan pek çok teorinin doğmasına yol açmış.
Bitkilerin yerçekimini nasıl duyumsadığı, etçil bitkilerin avlarının varlığını nasıl anladığı gibi pek çok sorunun cevaplanması için sağlam başlangıç noktaları yaratmış.
Bitkilerin Yapabildikleri
Bitkiler görebilir, koku alabilir, teması algılayabilir, hareket edebilir, hatırlayabilir… Ama bildiğimiz anlamda değil. Çünkü sinir sistemleri ve beyinleri bulunmaz. Zaten bildiğimiz, insana uygun bulduğumuz anlamda bunları yapmalarına gerek yoktur. Bitkiler doğadaki uyaranları bambaşka yöntemlerle ama tam da işlerine yarayacak şekilde duyumsar ve her defasında gereken tepkiyi verir.
Daniel Chamovitz okuyucuya bitkilerin dünyasında ilişkin kanıtlanmış bilimsel verilerin yanı sıra gözlemsel, kimyasal ve genetik deneyler anlatıyor. Sonra da sonuçları yorumlayarak bizlere bitkilerin neler yapabildiğini söylüyor.
Görmek ne demek? Etraftaki elektromanyetik dalgaları algılamak ve bu dalgalara tepki vermek demek. Bitkilerin algıladığı ışık dalga boyu, yani renk spektrumu insandan daha geniş. Ama bitkilerde merkezi sinir sistemi ve beyin olmadığı için “görmek” hayvanda ve insanda olduğu gibi resimler şeklinde gerçekleşmiyor. Onun yerine ışık sinyallerini büyümek için faydalandıkları farklı ipuçlarına dönüştürüyorlar.
Bitkiler ışığın dalga boyuna yani rengine göre tepki veriyor. Hangi yöne doğru eğileceklerini anlamak için mavi ışıktan, gecenin uzunluğunu ve bitip bitmediğini de kırmızı ışıktan anlıyorlar. Bitkiler ışığı algılıyor, ona tepki veriyor ve çiçeklenme veya yapraklanma, açılma veya kapanma gibi hareketlerini ışığın dalga boyuna göre ayarlıyor. Ben buna bir nevi “görmek” derim doğrusu.
Bitkiler koku salgılar, bunu hepimiz biliyoruz. Güller ve yaseminler, portakal çiçekleri ve hanımelleri, hepsi mis gibi kokar. Ama bitkiler koku da alır. Tabii bunu bizim gibi burunları ile yapmazlar. İşleyebildikleri görsel girdiler kadar geniş olmasa da kokuları ayırt etme, buna göre davranış biçimleri geliştirme kapasiteleri vardır.
Lima fasulyeleri ile yapılan deneylerde böcek istilasına uğrayan bitkinin yaydığı feromonların diğer lima fasulyelerinde böceklerin hoşuna gitmeyen kimyasalların üretimini artırdığı gözlenmiş. İstilaya uğrayan bunu komşusunu uyarmak için yapmıyor. Yaydığı kimyasalın işlevi verilen zararla mücadele edebilmek ve saldırıya uğrayan bölümünü sınırlayabilmek.
Komşu fasulyeler ise bu kimyasal maddeden kaynaklanan uçucu kokuyu algılıyor ve karşılık olarak böcekleri rahatsız eden kokular üretiyor. İstilaya uğrayan bitkinin uyarıda bulunması ve diğerinin o uyarıyı anlayıp önlem alması gibi karmaşık ve zeki bir davranış değil… ama sonuç aynı.
Bir de hepimizin uyguladığı bir meyve olgunlaştırma yöntemi vardır hani. Mesela Trabzon hurmalarını olgunlaştırmak için yanlarına elma koymak. Bu yöntem elmanın salgıladığı etilen gazının hurmalar tarafından algılanarak olgunlaşma süreçlerini hızlandıran bir kimyasalı tetiklemesinden ibaret. Çok eski çağlardan bu yana, deneylerden ve genetik çalışmalardan çok önce bilinen bir yöntem.
Yirminci yüzyılın başlarında ABD’deki narenciye üreticileri meyveleri çabuk olgunlaştırmak için sıcaklığa ihtiyaç olduğunu düşünüp bahçelerde gaz sobası yakarmış. Meyveler buna tepki gösterir, hızla olgunlaşırmış. Sonra elektrikli ısıtıcılar kullanmaya başlamışlar. Ama erken olgunlaşma gerçekleşmemiş. Yapılan deneylerde meyvelerin olgunlaşma sürecini hızlandıran unsurun ısı değil, gazyağının yanması sırasında ortaya çıkan eser miktardaki etilen gazı olduğu anlaşılmış.
Bitkilerin bu yaptıklarına koklama diyebilir miyiz? Yazarımız bizi şöyle ikna ediyor: “Bitkiler havada uçucu bir kimyasal tespit eder ve bu sinyali (sinirleri olmasa da) fizyolojik bir tepkiye dönüştürür. Bu da koklama olarak kabul edilebilir elbette.”
Peki bitkiler teması hissedebilir mi Bu sorunun cevabının evet olduğunu hepimiz biliyoruz. Nereden biliyoruz? Tabii ki küstüm otundan (hani dokunduğumuz an yapraklarını kapatan ot) ve sarmaşıklardan.
Sarmaşıklar çit benzeri bir nesne ile temas edince hızla büyümeye başlayıp çite sarılabilirler. Bu da bitkilerin teması hissettiğinin ve bu hisse tepki verdiğinin en basit örneklerinden biri.
Örneğin itdolanbacı (yayılmacı ve zararlı bir bitki türü) isimli bir sarmaşık, sarılma organı üzerindeki 0,25 gramlık bir teması hissedebiliyor ve bu hafiflikte bir dokunuşun ardından yanındaki nesneye sarılmak için harekete geçebiliyor. Pek çok insan ise parmağına dokunan bir cismi ancak 2 gram ağırlığında ise hissedebilir.
Hissetmek derken temastan bahsediyorum tabii. Bitkiler duygu anlamında hissetmezler. Örneğin nefret etmezler, pişman olmazlar, zihinsel veya duygusal bir durumla ilgili içgüdüsel bir farkındalıkları yoktur. Ama dokunmayı algılarlar ve bazıları bu açıdan bakılınca bizden daha iyi hisseder.
Peki bitkiler duyar mı? Bilimsel araştırmaların verileri bu konudaki cevabın günümüzde ‘evet’ten ziyade ‘hayır’a yakın olduğuna işaret ediyor.
Bitkilerin duyabildiğine veya titreşimleri algılayabildiğine dair çeşitli teoriler mevcut ama bugüne kadar yapılan deneylerde henüz bitkilerin duyabildiğine dair bir kanıt gözlenmiş değil. Bu nedenle yazarımız; yeni veriler elde edilene kadar evrimsel açıdan bitkilerin sağır olduğu fikrine sahip çıkmamız lazım diyor.
Ya konum bilgisi ve hareket? Bitkiler bu konuda nasıl acaba? İnsanda beş duyuya ek olarak bir de iç algı (propripsepsiyon) vardır. Yani vücudumuzun farklı bölümlerinin birbirine göre nerede bulunduğunu onlara bakmadan bilmemizi sağlayan duyu. Tüm beş duyumuz dışa yönelimli iken iç algımız tümüyle vücudumuzun iç durumu ile ilgili bilgi verir bize.
İç algımız sayesinde topa vururken ayağımıza bakmak zorunda kalmayız veya sırtımızdaki kaşınan yere görmeden uzanabiliriz. İç algı konusunda şüphesi olan varsa biraz sarhoş olmuş bir insanın hareketlerini izlemesi yeterlidir sanırım.
Bitkilerde de konum bilgisi vardır. Köklerinin yerçekimine doğru, filiz ve çiçeklerinin ise yukarı doğru ilerlemesi gerektiğini bilirler. İnsandaki yer çekimi reseptörleri sadece iç kulaktayken, bitkilerde hem kök uçlarında hem de saplarındadır.
Zaten hepimiz tüm bitkilerin güneşe doğru döndüğünü, çoğunun gece kapanıp gündüz açtığını biliriz.
Yapılan deneylerde dünyada çimlendirilip, uzaya yerçekiminin yok denecek kadar az olduğu ortama götürülen ay çiçeğinin, hareketli büyüme sürecini aynı dünyadaki gibi sergilediği görülmüş.
Uzay istasyonunda çimlendirilenler ise aynı büyümeyi çok daha küçük hareketlerle yapmış. Çok sayıda deney sonucunda, yerçekiminin bitkilerin içsel hareketleri için şart olmadığı ancak bu hareketleri güçlendirdiği sonucuna varılmış. Darwin ise bu teoriyi türümüz henüz uzaya çıkmadan önce dile getirmiş.
Bitkiler farklı yönlere farklı sebeplerle hareket ederler. Bazen bu hareketler birbirleriyle çelişir bile. Ama bitkinin temel hedefi daima içinde bulunduğu ortama göre optimal bir pozisyona ulaşmaktır. Bitki açısından değerlendirildiğinde çelişki yoktur.
Peki bitkilerin hafızası var mı? Bitkiler hatırlıyor mu? İnsanda çeşitli bellek türleri olduğunu biliyoruz. Duyusal, zihinsel, zamansal, yöntemsel gibi çeşitli bellek türlerinin bir arada çalışması ile biz, biz oluyoruz. Biri hariç tüm bellek türleri beyin fonksiyonlarına bağlı.
Beyin fonksiyonlarına bağlı olmayan bellek ise -bugünlerde pandemi aşılaması nedeniyle hepimizin ilgi gösterdiği- bağışıklık belleğimiz. Bağışıklık belleğimiz akyuvarlar ile antikorların işleyişine bağlı. Hastalıklara karşı bağışıklık kazanmak için onları tanıyor ve ikinci karşılaşmasında bunu hatırlayarak daha güçlü ve uygun tepkiler veriyor.
Venüs sinekkapanı deneyi: Etçil bir bitki olan venüs sinekkapanı, yaprağının iki dilimi üzerindeki tüylerle temas eden avının üzerine kapanarak avlanır. Ancak kapanmak yüksek enerji gerektirdiği için bir kapanmadan sonra uzun süre bir daha bu hareketi tekrarlayamaz. Bu nedenle üzerine kapanacağı avın yeterli büyüklükte ve yenebilir olduğunu bilmesi lazımdır.
Böcek yalnızca tek bir tüye dokunduğunda kapan hareket etmez. Eğer yirmi saniye içinde ikinci bir tüye de dokunursa kapan aktive olur. Üzerinde yürüyen böcek ya ikinci tüye dokunamayacak kadar küçüktür ve önemsizdir. Veya yirmi saniye içinde ikinci tüye dokunur ve bitki için yeterli büyüklükte bir besin kaynağıdır. Yani venüs sinek kapanının hafızası yirmi saniyeliktir. Bilim insanları bu sistemi kısa süreli belleğe ve bağışıklık belleğine benzetiyor.
Bu bir elektriksel mekanizmadır ve sayesinde yağmur damlalarının veya bir yaprağın bitkinin üzerine düşmesi ile oluşabilecek yanlış alarm önlenmiş olur.
Yapılan çeşitli deneyler bitkilerde hücresel temelde nesilden nesle aktarılan epigenetik belleğin varlığına da işaret etmiş. Epigenetik bellek bitki bilimi için çığır açan bir gelişme. Bir nesil bitki çevresel bir stres altında bırakılınca, stres nedeniyle geliştirilen yeni özelliklerin sadece bir sonraki nesle değil, stres faktörü ortadan kalktıktan sonra yetiştirilen nesillere de aktarıldığı gözlemlenmiş.
Bitkilerin gördüğü, kokladığı, fark ettiği ve hatırladığı bunca örneği anlattıktan sonra Chamovitz soruyor: “Peki tüm bu yapabildikleri ışığında bitkileri zeki mi saymalıyız?”
Yazarımız kendi sorduğu bu soruyu cevaplamaktan kaçınıyor. Çünkü ona göre “zekâ nedir?” tartışması bile asırlar sürebilir. O yüzden diyor ki “bence sormamız gereken soru bitkilerin çevrelerinin farkında olup olmadığıdır. Ve evet bitkiler çevrelerinin farkındadır. Bitkiler çevrelerindeki dünyanın son derece farkındadır.”
Mutluluk Nedir?
Yazıda buraya kadar geldiyseniz, bitkilerle ilgili bir kitap değerlendirmesinde bu başlığın ne işi var diye düşünebilirsiniz.
Ben bitkilerimi suladığım zaman, onların gür yeşil yapraklarına, parlak çiçeklerine bakar, ıslak toprak kokusunu içime çeker ve mutlu olurum. Bitkilerimin arasında durur, tüm o canlılığın ve bereketin keyfini çıkarır, adeta bana teşekkür ettiklerini, neşelenip mutlu olduklarını hissederim.
Yani çevremdeki güzellikten duyduğum heyecanı, kendi heyecanımı, bitkilere yansıtırım. Yoksa tabii bilirim; mutluluk bir duygudur ve sinir sistemi ile beyni olmayan canlılar acı hissedemedikleri gibi, sevgi, nefret, mutluluk, mutsuzluk gibi duyguları da deneyimleyemezler.
Yazarımız da benim bu hissettiklerime benzer durumlardan bahsediyor ve diyor ki “bunlar, bir bitkinin duygu içermeyen fizyolojik durumuyla ilgili öznel değerlendirmelerimizin örnekleridir. Bitkilerle insanların algıladığı bütün o zengin girdileri yalnızca insanlar duygusal bir atmosfer içinde değerlendirir.”
Yine de şöyle devam ediyor: “ ‘Mutlu’ sözcüğü ‘optimal bir fizyolojik durum’ olarak tarif edilebilirse, o zaman belki de bu sözcük uygun sayılabilir.” Ama yazarımız da biz de böyle olmadığını biliyoruz. İnsanlar için mutluluk kavramı sağlıklı olmanın çok ötesinde ve bambaşka anlamlara sahip.
Kaldı ki antropomorfizm; yani insanlaştırmak, (insan biçimcilik) kolay düşülebilecek bir hata olur. Bu hataya düşünce de hayvan ya da bitki, anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığımız insan dışındaki canlı ile ilgili olarak –nihayetinde ona zararı dokunabilecek- yanlış değerlendirmelerde bulunabiliriz.
Bilimin bugün geldiği nokta itibariyle bitkilerin bildikleri ve yapabildikleri böyle. Ama bilim insanları araştırıyor, inceliyor, deneyler yapıyor. Yarın ne söyleyeceklerini kim bilebilir!
Sonsöz
Geçenlerde Oksijen Gazetesi’nde Çağrı Mert Bakırcı imzası ile yayımlanan bir yazıda; bundan 35 sene önce uzayda zeki yaşam belirtileri arayan Galileo uydusunun biyo-sensörlerinin Carl Sagan’ın önerisiyle dünyaya çevrildiğinden bahsediliyor. Çevrilmiş ve biyolojik ölçümler yapmış.
2017 yılında bu sefer de OSIRIS-REx adlı uzay aracı dünyamızın biyo-imzasını ölçmek için biyo-sensörlerini dünyaya çevirmiş.
Galileo’nun ölçümlerinden beri, yani 30 yıl içinde, metan seviyesinin %12, karbondioksit seviyesinin %14 oranında arttığı görülmüş.
Bu, bitki ve hayvanlarla paylaştığımız dünyamıza tür olarak ne büyük kötülükler yaptığımızın çok net bir kanıtı.
Bitkilerin ve hayvanların yaşamlarını sürdürebilmek için insana ihtiyaçları yok. Ama insanların hayvanlara -belki tam olarak farkında değiliz ama- en çok da bitkilere ihtiyacı var.
Doğanın sahibi değil parçası olduğumuzu anladığımız zaman; hangi canlı daha zeki hangisi değil diye düşünmeden hepsine kendi türümüzde olduğuna inanmak istediğimiz onur çerçevesinde davrandığımız zaman, işte ancak o zaman, yeniden bu dünyanın öz evladı olabileceğiz.
Havanın, suyun, toprağın ve tüm canlıların “mutlu” olabildiği günler diliyorum.