Gelecek yıldan itibaren halk kutlasın, var mısınız?

HALDUN ÇUBUKÇU


Niye yıllarca İstanbul’a gelmedi sanıyorsunuz; bozkır ortasında pırıl pırıl, mütevazı, tertemiz bir başkent yaratırken, hiç mi özlemedi denizlerin turkuvazını, mavisini, Boğaz kıyısında rakı içmeyi, Doğu’daki en Avrupa atmosferli şehrin “Cadde-i Kebir”indeki Avrupa tarzı meyhanelerinde iki tek atmayı… Pera Palas’ta Haliç’e akşam kızıllığı çökmüşken kahvesini yudumlamayı… Onca yıl hiç mi özlemedi o Makedonya – Selanik çocuğu geçmişinde ne varsa en çok o şehirde duruyor olduğu halde… Ve o şehir O’na bunca borçlu, bunca minnet duyarken?
Neden

12 Eylül 1924 tarihinde Karadeniz seyahatine çıkan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl, beraberinde eşi Latife Hanım olduğu halde Mudanya’ya gelmiş. Buradan hareketle Hamidiye Kruvazörü ile İstanbul’a gelerek kendisini karşılamaya çıkmış olan belediye reisi, resmi heyetler ve her iki kıyıda alkış tutan on binlerce halka rağmen yine de durmamış öylece Boğaz’dan çıkıp gitmişti. İstanbul halkını birazda üzen bu anlaşılmaz seyahat üzerinde o dönemde gazetelerde sert tenkitler yazılmıştı. Sonra, 1927’de muazzam bir coşkuyla karşılanmış, İstanbul’a kırgınlığı bitmişti. Ertuğrul yatından kendini selamlayan gemiler, vapurlar, takalar, kayıklar dolusu İstanbullu’ya mendil sallayarak selam veriyor

BU ÖYLE BİR EŞSİZ ELE GEÇİRİŞ HİKAYESİDİR Kİ!

Ama her şeyden önce şunu hiç düşündük mü: Ülkenin en büyük kentini, başkentini işgalden kurtarmayı ikinci kenti üzerine yaptığı askeri eylemle başaran biri, böyle bir olay daha var mı dünyada?
Yok! İşte benzersiz olan budur.
Yani düşünün İstanbul başkenttir ve işgal altındadır.
İzmir en önemli ikinci kenttir ve işgal altındadır. ( Selanik, Bağdat, Beyrut, Üsküp, Şam… artık elden çıkmıştır ve yapılacak bir şey kalmamıştır.) Diğer bütün ülkelerin tarihinde ana hedef başkent – en büyük kent olurdu. Öyle de olmuştur. Ama bizim tarihimiz spesifik bir başkalık içerir. Düşünün: “Kemal’in askerleri” İstanbul’a yoğunlaşsaydılar; önceliği başkenti işgalden kurtarmaya verselerdi ve başarsalardı İzmir de kurtulmuş olur muydu?Bence, kesinlikle hayır!
Bu zaman zarfında Yunanlar İzmir ve Ege’de çok daha kalıcı yerleşecekler, Türk ahaliyi kıracak ya da sürecek; nüfusta Rumlaştırma asıl olarak sağlanacak ve askeri olarak daha da tahkim, takviye edilmiş bir cephede bekleyeceklerdi. İstanbul’u kurtarmış ordu ise yeniden bir İzmir cephesi savaşı için çok fena halde yorgun, yıpranmış ve bitkin olacaktı. Aynı dönemde iç savaşın ve işgalin en korkunç evresini yaşayan Sovyetler Birliği’nin de daha fazla bir destekte bulunması beklenemezdi.
İşte bu koşullar altında Ankara İzmir’i kurtarmayı “kavranacak esas halka” olarak saptadı. Düşmana İzmir üzerinden vurulacak darbe ile İstanbul da alınacaktı ya da alınması kolaylaşacaktı. Benzersiz olan buydu işte; ikinci şehri alarak birincisini de almak.

İzmir’den sonra ordu elbette İstanbul’a ve Boğazlar’a yönelecekti, öyle de oldu. İngiliz silahları doğrultulmuştu Çanakkale mevzilerinde, İzmir’den gelen ordu Çanakkale ve İzmit üzerinden İstanbul’a yönelmiş durumda yoğun psikolojik gerilim içinde bekleyişe girildi. Asıl düşmanla karşı karşıya kalınmıştı. Güçler deneniyor, sınanıyor… İngilizlerin savaşı göze alamayacağı öylesine netlikle ortaya çıktı ki; bütün sömürgeleri tutuşabilir, İmparatorluk genel grevlerle, işçi eylemleriyle sarsılabilirdi. Savaş diplomasiyi beklemeye başladı. Lozan’ı.

1923 ve 6 Ekim, son İngiliz – Fransız İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti. 6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal ya da Hıristiyan devletlerin İstanbul’u yeniden fethi böylece sonlandırıldı. 23 gün sonra da Cumhuriyet ilan edilecek ve İstanbul artık bir Cumhuriyet kenti olacak.

PEKİ ŞİMDİ ŞU FOTOĞRAFA DİKKATLE BAKAR MISINIZ

Onlar ki İstiklâl Savaşı denilen mucizeyi gerçekleştirmiş askerler. En özenli üniformaları giydirilmiş, en güzel geçit düzenini almışlar, bando takımı ihmal edilmemiş, süvari subayları vakar içinde atları üzerinde, İstanbul’u işgalcilerden kurtarıyorlar; peki İstanbullular nerede?

Galata Köprüsü üstünde mütevazıdan da mütevazı bir mızıka birliği, süvariler, piyadeler, İzmir’i almış, başaracağına hemen hemen hiç şans tanınmayan o muzaffer ordu İstanbul’a giriyor. Köprünün iki yanında Müslüman Türk unsur, bir alkış, bir coşku, tezahürat… yok! Kayıtlarda da yok!
Neden?
Oysa işgal ordusu Fransızlar ve İngilizler İstanbul’u ayrı ayrı işgal ederken, her geçit törenlerinde ekalliyet Osmanlı unsurunun dışa taşan büyük coşkusu, sevinç gösterileri, heyecanları… neden İstanbul Türklerinde yok?Her bir askeri kucaklamaları, öpmeleri, alkışlamaları, sevinçten ağlamaları gerekmez miydi? Neden bu yaşanmadı?
Gazi hazretleri bunun için mi küstü İstanbul’a?
Bence bunun için.
1919’dan 1927’ye kadar İstanbul’a bunun için gitmedi.
O, kahraman askerlerinin karşılanmasında en azından bir İzmir coşkusu bekliyordu. En azından ekalliyetin sevinci gibi bir sevinç…
Hayır; ruhu donmuştu Payitaht insanının. Sevinç kaynakları yüzlerce yıldır tüketilmişti. En devrimci, kurtuluşa kendini adamış insanları Ankara’ya geçmişti Dersaadet’in… Karşılamadan anladıkları şey sonuçta Cuma selamlığında “Padişahım çok yaşa!”dan ibaretti. Geriliğin, çürümenin bilinçlerdeki tahribatı; sarayın borçları kadar ağırlıkla çökmüştü Asitane insanın ruhuna. Mecalleri kalmamıştı, ödlekleşmişti, yarı ölüydü.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Utanmaz Adam” romanı Cumhuriyetin ilk evrelerindeki İstanbul’da geçer. Aynı dönemdeki Ankara’yı anlatan, hatta en eleştirel anlatan betiklerdeki coşku, tazelik, hürlük, kendine güven havasının zerresi yoktur İstanbul’da, her şey kokuşmuş ve çürümüştür; Galata köprüsünün iki yanındaki o kalabalık onların içindeki en iyisidir.

( Ama biz şimdilerde bile alkışlamayı, sevinci, coşkuyu yaşamayı hödükçe olmayan yollardan yansıtmayı bilmeyiz. Yollarda koşan sporcuları alkışlayan kaç kişi gördünüz? Mesela maratoncuları, bisikletçileri alkışlayan… şevklendiren… Bir de başkalarındaki aynı etkinliklere bakın… Bu da hikayeye dahil ama ayrı bir derkenar notu olarak kalsın.)


İSTANBUL NE KADAR KÜÇÜKMÜŞ, İŞGAL FİLOSU NE KADAR DEVASA
İşgal donanmasının Dolmabahçe önünde demirlemiş, İmparatorluğu esir almış cesametinin havadan alınmış fotoğrafına bakar mısınız? Dev zırhlıların bir ucu Köprü’de, Sarayburnu önünden Feriye saraylarına kadar uzanmış…

İstanbul bu kadar, ya işgal filosu ne kadar?

Bakın… bütün İstanbul o kadar; bir o kadar Üsküdar yakası, bir o kadar da Sultanahmet taraflarını ekleyin, işte ancak o kadar.
O kentin büyüklüğüne göre İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan ve hatta Amerikan gemilerinin cüssesine, sayısına, heybetine bakın.
İşte o zaman bütün bu çelik, kömür, ateş, top, mermi yığınını gördüğünde “Geldikleri gibi giderler” diyen adamdaki aklın almayacağı dirayeti, umudu ve ölçülemez büyüklüğü görün.
Görebildik mi?

ÇAĞRI
Bu yazı bir çağrı olsun , gelecek yıldan itibaren İstanbul’un Kurtuluşu’nu biz, halk olarak kutlayalım.
Devlet kutlamalarının ya da rejimin kutlamamalarının içi geçmişliğinden, isteksizliğinden, sahteliğinden kurtaralım Kurtuluş’u.
Eminönü’den Galata Köprüsü’ne, oradan İstiklal Caddesi’ne ve Anıt’a yürüyelim marşlarla, türkülerle…
Gece de her yerde, her semtte fener alayı ve şenlikler düzenleyelim.
İstanbul için…
Bir karanfil, büyük Rönesans sultanı Fatih Sultan Mehmet Han için…
Bir buket gül, Kurtuluş Ordusu ve o inanılmaz dehâ Büyük Gazi için.
Götürüp Anıt’a bırakalım.
Var mısınız?