Farenin kahramanı kedilere yem olur mesele farelikten kurtulmak

Türkiye’deki sosyalist fikirsel yapı bol miktarda duygusal tonlamalar taşıyan, özü gereği simgelere sıkışmış bir fikirsel sığlığa mahkûm olmuştur. Simgesel yaklaşımlar ise dinsel düşüncenin yeşerme alanıdır ve sosyalist fikirlerin bu denli duygusal-simgesel alanda sıkışıp kalması da onu ancak dinlere yaraşır bir çeşit dogma olma yoluna sokmuştur.

KAAN POLATLAR

 

AVRUPA’DA SOSYALİZMİN KÜLTÜREL KODLARI

Sosyalizm fikri, Avrupalı için, her zaman bilinçaltlarının bir yerinde duran dost bir fikirden, tanıdık bir limandan başka bir şey değildir. Onun ülkemizdeki serüveninin bambaşka bir seyir izlediği ve bilinçli olarak şeytanlaştırıldığı göz önünde bulundurulduğunda, bu saldırgan siyasetin ülkemiz açısından, fikirsel çölleşmeden başka bir işe yaramadığı anlaşılacaktır. Ne yazık ki ülkemizde bu konu, asla duygulardan arî, mantık çerçevesinde konuşulabilecek bir olgunluğa erememiştir. Aslında dışarıdan gelen her fikirsel akım gibi bunun da iç koşullara ve halk algısına uyarlanması için çok ciddi fikirsel süreçler yaşaması gerekirken buna fırsat bulunamamıştır. Türkiye’deki sosyalist fikirsel yapı bol miktarda duygusal tonlamalar taşıyan, özü gereği simgelere sıkışmış bir fikirsel sığlığa mahkûm olmuştur. Simgesel yaklaşımlar ise dinsel düşüncenin yeşerme alanıdır ve sosyalist fikirlerin bu denli duygusal-simgesel alanda sıkışıp kalması da onu ancak dinlere yaraşır bir çeşit dogma olma yoluna sokmuştur. Oysa Avrupa’da bu süreç tam tersi bir seyir izler. Avrupa kültüründe sosyalizm fikrinin ilk nüveleri tamamen dini içerikli yazılar ve dini atıflar arasında doğmuştur ama Marx’la birlikte bu eski dinsel simgesellikten büyük ölçüde kurtulmuştur.

TEK ZAHMET MEYVELERİ DALINDAN KOPARTMAK

Geçen haftaki yazımda Don Kişot romanını incelerken, başkahramanın neden gezginci şövalyeliği seçtiğine ilişkin şöyle bir ifadeyi alıntılamıştım:

“Eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İçinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı.”

Bu çağda herkesin tek zahmeti doğanın kendilerine sunduğu meyveleri dalından kopartmaktan ibaretti.

“O zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret edememişti. (Yani henüz tarım başlamamıştı.) O kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı. O zamanlar, saf, güzel bakireler vadiden vadiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan gezerlerdi. (…) Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. (…) O zamanlar yargılanmaya gerek yoktu, yargılanacak kimse yoktu. Bakireler ve namus, söylediğim gibi, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmadan dolaşırlardı. (…) Oysa şimdi, iğrenç çağımızda hiçbiri emniyette değil. (…) Onların emniyeti için, zaman geçtikçe ve kötülük arttıkça gezgin şövalye tarikatları kuruldu; bakireleri kollamak, dulları korumak, yetim ve muhtaçlara yardım etmek için.” [1]

KAPİTALİZMİN ŞAFAĞINDA “ALTIN ÇAĞ” RÜYASI

1605 yılında, burjuvazinin henüz yeni yeni ekonomik ilişkilerde ağırlığını hissettirmeye başladığı, kapitalizmin şafağı sayılabilecek bir dönemde bu ifadeler gerçekten de Avrupalının kendilik algısı için önemlidir. Avrupalı, çok eski bir çağda insanların rahat ve mutlu bir dönem yaşadıklarını düşünüyor ya da inanıyordu. Cervantes’e ulaşana kadar bu “Altın Çağ” kavramının yaklaşık iki bin yıl boyunca Avrupalı aydınların fikir dünyasında unutulmadığını vurgulayalım. Çünkü bu “Altın Çağ” kavramının yaratıcısı Eski Yunanlı Hesiodos’tur ve M.Ö. 8.-7. yüzyıllar arasında yaşadığı düşünülmektedir. O, “Altın Çağ”ı, yaratılan ilk insan neslinin dünyadaki varoluş süresi sayar. İşler ve Günler adlı eserinde bu soyu şöyle tanımlar:

Kronos göklerin hâkimiyken ölümlüler altından yaratıldı.

İnsanların hiçbir sıkıntıları yoktu, aynı tanrılar gibi.

Acıları, dertleri yoktu, uğursuz yaşlılık da gelmiyordu.

Kollarıyla bacakları aynı gençliklerindeki gibiydi.

Sofralarda keyiflenip duruyorlardı.

 

Ölümleri tatlı bir uyku gibiydi.

Dünyadaki her şey insanlara aitti.

Topraktan bir sürü şey alınıyor

İnsanlar da tarlalarında oturup

Bunlardan faydalanarak yaşıyorlardı.

 

İnsanlar ölmeye başladıklarında

Ve toprağa karıştıklarında

Zeus’un isteğiyle iyi bir cine dönüştüler.

Toprakları ve

Yaşayan insanları koruyorlardı. [2]

Hesiodos’un ve tabii ki bizim de mensubu olduğumuz Demir Soyu.

MENSUP OLDUĞUMUZ DEMİR SOY

Söz konusu eserde anlatılan “Altın Soy” ya da “Altın Çağ” kavramı günümüze kadar gelmiştir. Hatta o kadar sevilmiştir ki Fethullah Gülen bile 15 Temmuz kalkışması sırasında yenilip tasfiye edilmeden önce kendince bir “Altın Nesil” yaratma iddiasındaydı. Hesiodos’a göre bu “Altın Soy”dan sonra Zeus, Gümüş, Tunç ve Yarı Kahramanlar Soyu ve en nihayet Demir Soyu yarattı. Hesiodos’un ve tabii ki bizim de mensubu olduğumuz soy bu sonuncusudur. Hesiodos bu soyu şöyle tanımlar:

Beşinci soy demir soyudur.

Gündüzleri çalışır, geceleri üzülürler.

Tanrıların verdikleri sıkıntılarla karışık bir şekilde

Birkaç ufak tefek zevk tadabilirler.

Ancak zamanı gelince Kronos’un oğlu Zeus

Bu soyu da ortadan kaldıracak.

Bu soy da zamanını doldurduktan sonra Hesiodos’a göre Beyaz Saçlıların Soyu gelecek.

O zaman babalar ve oğulları birbirine benzemeyecekler.

Misafir, ev sahibi ilişkisi olmayacak.

Dostlar ve kardeşler bugünkü ilişkilerini sürdüremeyecekler.

Anneler ve babalar yaşlanır yaşlanmaz sokağa atılacak. (…)

Kendilerini besleyenleri beslemeyecekler,

Yeminlerin de doğruluğun da iyiliğin de değeri kalmayacak.

 

Tüm saygılarını kötülere ve adaletsiz davrananlara yöneltecekler.

Adaleti güçlüler yönlendirecek, kötüler iyilere saldıracaklar.

Yalan söyleyerek yeminlerini bozacaklar.

Zavallı insanlar da kıskançlıkların kötü bakışları altında ezilecek. [3]

ALTIN ÇAĞI GERİ GETİRMEK

Bu son mısraları okuyunca insan neredeyse bu öngörülen Beyaz Saçlılar Soyu’nun bir süredir başladığını düşünmeden edemiyor. Ama Cervantes’in romanının başkahramanı Don Kişot, kesinlikle Hesiodos’un kavramlaştırdığı bu “Demir Çağı”nda yaşadığını düşünüyordu. Zaten kendi de misyonunu şöyle ifade eder:

“Dostum Sancho, şunu bilmen gerekir ki, Tanrı beni bu demir çağında, altın çağı dediğimiz çağı geri getirmem için yarattı. Benim kaderim tehlikeler, büyük kahramanlıklar, yiğitliklerdir.” [4]

Eski Yunan uygarlığının kültürel yaratılarının bütün Avrupa toplumlarında bu şekilde biliniyor olması ve hiçbir açıklamaya gerek kalmadan okuyucunun da bu ifadelerden neyin kastedildiğini anlayabilmesi, kültürel bir devamlılık yarattı. Böylece aradan geçen iki bin küsur yıl sonra bile 1600’lü yılların başındaki bir İspanyol okuyucu, Hesiodos’un Grekleriyle aynı çağda yaşadığını, ama bundan önce de başka aşamalardaki insan topluluklarının yeryüzüne hâkim olduğunu varsayabiliyordu. İşin ilginci, insanoğlunun ilk dönemlerindeki yaşantının kesinlikle şimdikiyle kıyas kabul etmeyecek kadar iyi olduğunu düşünmeleriydi. Her şey zamanla kötüye gitmişti ve daha da beteri gelecekti.

Bu arada, Hesiodos’un sınıflandırmasının, bugün arkeolojide aynı adla anılan iki çağa (Tunç ve Demir Çağları) ilham kaynağı olabileceğini ayrımsamak da ilginçtir. Bugünün arkeoloji literatüründe, bu iki çağı kullanmadan bir kronoloji yapmak hayal bile edilemez. Böylece Avrupalının zihninde birbirini takip eden kültürel ve hatta evrimsel aşamaların varlığı kendiliğinden belirmiş olur.

ASIL MESELE FARELİKTEN KURTULMAK

Günümüzün, şimdiye kadar yaşanan çağların en beteri olduğuna ilişkin kanı, Hıristiyanlık inancıyla da başka bir damar bulmuştur. Hıristiyanlığın kurucusu Yahudiler, bıkmadan usanmadan birbiri ardınca gelen kuşaklar boyunca insanlığın son kuşağına rehberlik edecek olan Mesih’i bekleyip durmuşlar, nihayet kendi döneminin en son Mesih adayı Hz. İsa ortaya çıkıp Mesihliğini ilan edince de ona inanmayıp, yalancılıkla suçlamışlardı. Her ne kadar Hz. İsa’nın Mesihliğini, tebliğe memur hissettiği kendi öz kavmi reddetse bile, sonuçta Yahudilerin dışındaki pek çok kavim kabul etmişti. Böylece bütün toplumlarda görülen bu karamsar görüş ancak peygamberler sayesinde aydınlanıyor, ama takvim zamanı, bu noktadan uzaklaştıkça insanlar yine umutlarını yitirmeye, giderek daha kötü bir çağa geçtiklerini düşünmeye başlıyorlardı.

Bu dini Mesih beklentilerinin sonunda, gerçek bir dini karakter ya da önceden geleceği müjdelenmiş bir mübarek insan yerine sıradan biri, “Don” unvanı taşımaya yetecek kadar bir serveti olmasa dâhi şatosunda ya da malikânesinde, ömrünün sonuna kadar rahat yaşamaya yetecek orta halli bir senyör (Don Kişot), eski güzel günleri yeniden dünyaya getirme cüretini göstermeyi başarabilmiştir. Nitekim giriştiği birtakım saçma ve gülünç maceralardan dolayı asayişi bozduğu için kendisini yakalamaya çalışan Santa Hermandad adındaki bugünün jandarmasının öncülü olabilecek kolluk kuvvetlerine karşı, Don Kişot şöyle meydan okuyabilmektedir:

“Söyler misiniz, aşağılık, soysuz herifler: Siz zincire vurulmuş insanları hürriyete kavuşturmaya, esirleri kurtarmaya, zavallılara yardım etmeye, düşeni ayağa kaldırmaya, çaresizlere çare bulmaya, yol kesmek mi diyorsunuz? Ey reziller, aşağılık, kıt zekânız yüzünden Tanrı’nın sizi aydınlatmamasına layıksınız; gezgin şövalyeliğin değerini anlayamazsınız; herhangi bir gezgin şövalyenin değil şahsına, gölgesine bile saygı göstermemekle ne büyük bir günah ve cehalet içine düştüğünüzü kavrayamazsınız!” [5]

Doğrusu Cervantes, sıradan bir kişiden işte böyle bir devrimci yaratıyordu. Ama haksızlıklarla savaşan devrimcisini de daha en başından aptallıkla malûl etmişti. İlk devrimci, Don Kişot gibi bir kahraman karikatüründen doğmuştu. Doğrusu onun bu prematüre ve sakat doğumu da sistemin sahiplerinin çok işine gelmiştir. Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi düzenin sahipleri de karşılarında hep böyle bir “devrimci” istemişlerdir. Nihayetinde, farenin kahramanı, kedilere kolay bir yem olur, asıl mesele farelikten kurtulmaktır.

Don Kişot romanında, bunca dinsel atfa rağmen kahramanın din adamları sınıfından olmaması aslında sistem hakkında seküler çözüm önerileri getirmenin, dolayısıyla sekülerliğin de başlangıcıdır. Üstelik Don Kişot’un orta düzey bir soylu ve mülk sahibi olması da 19. yüzyılın devrimci önderlerini hatırlatır.

Don Kişot karakteriyle Cervantes, bilmeden ilkel komünal toplumu tarif etmektedir.

CERVANTES İLKEL KOMÜNAL TOPLUMU TARİF EDİYOR.

Tekrar en başa dönecek olursak, Cervantes’in Don Kişot’a söylettiği garip bir tespit vardır. Hesiodos’un “Altın Soyu”nun insanları, aslında tarlalarında çalışan, fakat rahat ve bol ürün alan kişilerdir. Ama Cervantes’in “Altın Soyu” tarımı bile bilmiyordu. Bütün ihtiyaçlarını ağaçların dallarından kopararak sağlayabiliyorlardı. Tabi böyle bir tasvirin gerisinde gerçek bir bilgi kaynağının mı yoksa doğrudan cennet inancının mı olduğu sorgulanabilir. Bunun kestirmeden cevabı, elbette cennet yaşantısının tasviri olabilir. Çünkü Tevrat’ta (Eski Ahit) yazıldığı şekliyle ilk insan olan Âdem ve Havva cennette sadece meyvelerle besleniyorlardı. Ancak cennetten kovulduktan sonra, “elinin emeğiyle” topraktan besinlerini kazanma cezaları dünyada infaz edilmiştir. Oysa Cervantes’in, Hesiodos’tan aldığı şekliyle bu “Altın Soy” cezaya çarptırılmış değildir. Onun tanımlamasından anlaşıldığı kadarıyla, ilkel kabilelerde görüldüğü gibi ata ruhlarına dönüşmüşlerdir. Cervantes, bilmeden ilkel komünal toplumu tarif etmektedir. Daha doğrusu bu tanım daha sonra Sovyet tarihçileri tarafından yapılmıştır ve sosyalizm literatürüne tam anlamıyla yerleşmiştir. Bunun hikâyesi ise başka bir yazıyı gerektirecek kadar uzun olduğu için şimdilik burada kesiyorum.


[1] Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote I, Yapı Kredi Yayınları, 31. Baskı, s. 101-102

[2] Hesiodos, İşler ve Günler – Tanrıların Doğuşu, Say Yayınları, 18-19

[3] Agy, s. 21-22

[4] Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote I, Yapı Kredi Yayınları, 31. Baskı, s. 160

[5] Agy, s. 393