Fantastik bir korku atmosferi içinde

İhsan Oktay Anar ülkemizin kült yazarlarından. Sahne ışıklarından uzak duruşu, kitaplarının reklamını hiç yapmayışı ve çok ender röportaj verişi, kendisini okurlarının gözünde daha gizemli, hatta belki daha değerli kılıyor. Ben de sadık bir Anar okuruyum. Yeni kitap yazsın da okuyayım diye hevesle bekleyenlerdenim. Tiamat da çıkar çıkmaz aldım okudum. Sizler için sıcağı sıcağına kısa bir tanıtım yapayım dedim.

LEYLA TUNÇ YELTİN

“Allah için, mürettebatın dini bütün olan neredeyse tamamı, ölümden sonra dirilişe ve meleklere kamilen iman ettiklerinden, yani inanılması en zor ve hatta imkansız şeylere bir kez inandıklarından, tabiatüstü görülen diğer şeyleri, mesela altın sandığın demire dönüşmesini ve içinden çıkan canavarı alelade sayıp hayatın ve hayatlarının olağan akışı içine zaten çoktan yerleştirmişlerdi.

İhsan Oktay Anar yeni bir kitap yazmış. Sekiz sene bekletti okurlarını. Bu bekleyiş bize reva mı? Değil, hiç değil. Peki yeni bir İhsan Oktay Anar kitabı için sekiz yıl beklemeye değdi mi? Değdi tabii, hem de nasıl değdi.

İhsan Oktay Anar ülkemizin kült yazarlarından. Sahne ışıklarından uzak duruşu, kitaplarının reklamını hiç yapmayışı ve çok ender röportaj verişi, kendisini okurlarının gözünde daha gizemli, hatta belki daha değerli kılıyor.

Ben de sadık bir Anar okuruyum. Yeni kitap yazsın da okuyayım diye hevesle bekleyenlerdenim.

Tiamat da çıkar çıkmaz aldım okudum. Sizler için sıcağı sıcağına kısa bir tanıtım yapayım dedim.

Önce kitabın künyesi

Kitabın adı: TİAMAT
T1AMAT (t1 amat) romanın ana iskeletini oluşturan Osmanlı tahtelbahir gemisinin (denizaltısının) telsiz çağrı kodu.

Tiamat kelimesini internette araştırdım. Kadim Sümer (Babil) inanışında yeni tanrılar oluşturmak için tatlı su tanrısı ile çiftleşen ilkel tuzlu su tanrıçasının adı olduğunu buldum.

Mitolojiye göre, zaman zaman deniz yılanı veya ejderha olarak da tasvir edilen ilkel kaosun, canavarca bir tezahürü imiş. Roman ilerledikçe kitabın isminin, neden bu vahşi tuzlu su tanrıçasının ismi ile aynı olduğunu anlıyoruz. Aşağıda ‘deviantart.com’dan aldığım tanrıça Tiamat görselini paylaşıyorum.

Bir yandan da bu isim İhsan Oktay Anar’ın önceki eserlerinden olan ve yine denizde geçen korkunç olayları anlatan AMAT adlı romanına atıftır. Tiamat’da bir Uzun İhsan yok (evet, maalesef yok) ama hiç değilse Amat’ın adı, ruhu var. Romandan romana zincir bir şekilde devam ediyor diyebiliriz.

Yazar: İhsan Oktay Anar

Yazarımız Yozgat’ta 1960 yılında dünyaya gelmiş. Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde lisans, lisansüstü ve doktora eğitimini tamamlamış. 2011 yılında emekli olana kadar da aynı bölümde öğretim görevlisi olarak çalışmış. Ender verdiği röportajlardan birinde neden akşam lisesinden mezun olduğunu anlatırken, gündüz lisesinden devamsızlıktan dolayı atıldığını söylüyor; okuldan kaçıp kaçıp milli kütüphaneye gider ve orada kitap okurmuş.

Daha önceki romanları: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996) (İngilizce’ye çevrilmiş “the book of devices), Efrasiyab’ın Hikayeleri (1997) (tiyatro oyunu haline gelmiş), Amat (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012), Galiz Kahraman (2014)

Everest yayınları (Alfa Yayınevi), Şubat 2022, birinci basım

Kapak Resmi: Ali Yaycıoğlu

(Profesör, Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü) Prof. Yaycıoğlu, Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi konusunda uzman. Çok sayıda araştırması, yayını var. Resim sanatıyla da ilgileniyor. Romanın kapak resmini özellikle Tiamat için yapmış.

Tipik bir İhsan Oktay Anar romanı ile birlikteyiz. Anar alıştığımız masalsı havası, uzun cümleleri, eski kelimelerle süslenmiş dili ve en korkunç imgeleri bile hafifletebilen oyuncu anlatımı ile selamlıyor bizi.

Mistik, korkutucu, gerçeküstü bir öykü var elimizde. Ve tam İhsan Oktay Anar’a yakışır şekilde, en ince detaylarıyla anlatılan hem teknolojik hem fantastik bir yaratık.

Yazarımız, bizleri bekleyen meşum olayların ve felsefi derinliklerin ipucunu hemen kitabın başında veriyor. Denizin dibinde bir batığın arasında dolaşıyoruz:

Derken fener balığının ışığı ölü bir denizcinin karanlık ve bomboş göz yuvalarını doldurdu. İkisi o an yüz yüzeyken biri canlı olup bilmemenin, diğeri ise bilebilme ama ölü olmanın birer örneği idiler.

Kitapta hiç bölüm başı yok. Anlaşılan o ki Anar anlatımını kesintiye uğratmak istemiyor. Okumayı kolaylaştırarak okuyucuyu rahatlatmak gibi bir niyeti de yok. Tüm romanın yekpare bir yapıda olması, bir yandan da yazarın kendine ve eserine olan güvenini gösteriyor.

Masal başladığı gibi hiç mola vermeden soluksuz devam ediyor. Baştan sona tek bir cümle gibi ilerliyor.

Roman Osmanlı tahtelbahir gemisinde (denizaltı) geçiyor. İhsan Oktay Anar denize ve denizcilik terimlerine ne denli hakim olduğunu daha önceki eserlerinde zaten göstermişti. Yazarımız bize geminin bölümleri, denizaltı gemiciliği, mürettebatın çalışma koşulları ve yöntemleri hakkında teknik terimlerle dolu bilgiler veriyor.

Başta bu bilgiler biraz fazla detay gibi görünebilir. Ama denizaltının kendisi de romanın ana karakterlerinden biri. Bu nedenle denizaltıyı ve işleyişini de diğer karakterleri tanıttığı gibi tanıtıyor diyebiliriz. Zaten roman ilerledikçe bu detaylar, tahtelbahir gemisini çepeçevre kuşatan denizin ve mürettebat ile birlikte içine düştüğümüz kaosun ritmi ile uyumlu bir akış içine girip yerli yerine oturuyor.

Gerçek, gerçeküstü ile buluşuyor. Roman, denizaltının karşılaştığı başıboş bir gemiden elde ettiği ganimetle başlıyor. Altın bir sandık tüm mürettebatın sevinmesine neden oluyor. Bir süre sonra bu ganimetin korkunç bir sır taşıdığı anlaşılıyor. Böylece Anar okuyucuyu; kötülüklerle dolu dört boyutlu bir sandıktan, zombivari ölümcül istilacılara, neredeyse yapay zeka benzeri bir öğrenme ve gelişme kapasitesine sahip kötücül bir yaratığa doğru savuruyor.

Bir yandan da aylar boyunca denizaltı içinde hapis yaşayan denizcilerin ruh hallerine, dostluk ve düşmanlıklarına tanıklık ediyoruz:

Kumandan matbaada basılmış bir kutsal kitap kadar sabit, alaylı Kral (çavuş) ise üstünde hesaplar yapılan bir karatahta kadar değişken ve her an yeniydi ve belki Ademoğlunun, olmayana ergi ile ere ere ermiş olmuş haliydi.”

Mürettebatın bir savaş denizaltısının neredeyse ezbere bildikleri yaşamından, en korkunç kabuslardan fırlamış bir hayata evrilmeleri sırasındaki ruh hallerini de veriyor bize yazarımız. İnsanın, olağanüstü karşısında ümitsiz bir çabayla sıradana tutunmaya çalışması ve mutlak ölümün yüzüne bakınca hissettiklerini, kendi diliyle anlatırken konunun felsefi boyutlarını da unutmuyor:

Allah için, mürettebatın dini bütün olan neredeyse tamamı, ölümden sonra dirilişe ve meleklere kamilen iman ettiklerinden, yani inanılması en zor ve hatta imkansız şeylere bir kez inandıklarından, tabiatüstü görülen diğer şeyleri, mesela altın sandığın demire dönüşmesini ve içinden çıkan canavarı alelade sayıp hayatın ve hayatlarının olağan akışı içine zaten çoktan yerleştirmişlerdi.

Anar, bir yandan da borular, demir kapaklar, hava ve su valfleri ve tıslayan, poflayan, takırdayan bir dolu denizaltı aksamı ile sayfaları sıkış tıkış doldurarak, okuyucunun  o klostrofobik ortamı tam manasıyla deneyimlemesini sağlıyor.

Roman bir solukta okunuyor. Çok akıcı, başlayınca insan bitirene kadar elinden bırakamıyor. Bu sürükleyicilik içinde bazı nüansların, atıfların, güzel betimlemelerin gözden kaçma olasılığı var.

Bu nedenle tavsiyem (aslında bütün İhsan Oktay Anar kitapları için tavsiyem) ikinci kez okumanızdır. Çünkü her cümlenin ilmek ilmek örüldüğü, hiç bir kelimenin yer doldurmak için kullanılmadığı o kadar belli ki, Anar’ın bize tam olarak ne söylemek istediğini anlamak, mesajlarını kaçırmadığımızdan emin olmak için bir kez daha okumak lazım derim.

Tanıtım yazımı bitirirken, incelikle yazılmış korkutucu bir betimleme daha paylaşayım sizlerle. Anar, bizi fantastik bir macera ile sarsa sarsa bir daire içinde gezdirip, yine en başta aldığı durağa bırakıyor. Dilin ve anlatım şeklinin damağımızda ve sonra da hafızamızda bıraktığı tada doyum olmuyor:

Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, kolları yakarır gibi yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından, ölümün nabzı gibi atan tek tük kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu.”

Ben İhsan Oktay Anar’ın rehberliğinde bugüne kadar puslu kıtalarda gezindim, tuhaf mekanizmaların detaylarını gördüm, Ölüm ile Cezzar dededen hikâyeler dinledim, bir korsan gemisiyle denize açıldım, şeytan ile insan arasındaki ezeli savaşta semazenlerle döndüm, zeplin tasarımlarına tanıklık ettim, Kasımpaşalı yavuz bir hırsızla beraber koştum, kaçtım ve tahtelbahirde canavarlarla boğuştum.

Hepsinden sağ salim ve güzelliklerle donanmış şekilde çıktım. Yeni  maceralar için bir sekiz yıl daha beklememek ümidiyle tüm bu kitaplar ve daha niceleri için teşekkürler sevgili Uzun İhsan Efendi.

Kitapsız kalmayın.