Eski bir arkadaşa… Ateş düştüğü yeri yakıyor

Çoğunun umurunda bile değil bazı olup bitenler…Örneğin Salda Gölü tamamen gitti. Bir şey yapılabildi mi? Kazdağları, Kuzey Ormanları, Marmara Denizi… İnsan başına 130 ton beton düşüyormuş ülkemizde. Ne kadarını sayayım sana.

HAYRETTİN GEÇKİN

Sana anlatacaktım buralarda bir yerlerde olsaydın/sözcükleri neden yeni anlamlara zorladığımı…

Biliyorsun tam olarak hiçbir düşünceye bağlı değilim. Çünkü ben de değişiyorum düşüncelerim de… Böylelikle yeni  dertler alıyorum başıma her gün. Anlayacağın yeni kendime doğru git ha git. Yolların yorgun düşmediğine şaşırıyorum.

Hayır, sana yaralı anılarımdan söz edeceğimi sanma. İmdadıma edebiyatın iyileştirici gücü gelip yetişmeseydi, belki ne anlatsam arabesk kokacaktı. Sen de sıkılacaktın haliyle.

Dünyayı anlamaya çalışıyorum, bitiremedim bu işi hâlâ… İnsan kendini anlamadan da hiçbir şeyi anlayamıyor doğrusu. Bu yüzden bende ikisi bir arada.

Bir de can yakıcı bir şey var: Kendi ülkende azınlığa düşmek. Sözgelimi demokrasi varmış gibi seçimler yapılıyor, oy veriyorsun, sonuçta ortaya bir hükümet çıkıyor. Sonra da hükümet uygulamalarının karşısına geçiyor, tacize uğramasınlar diye çocukları korumaya çalışıyorsun, dağın taşın kevgire dönüşmemesi, kurdun kuşun yuvasının bozulmaması için gözünü altın bürümüş madencilere karşı mücadeleye giriyorsun. Hayvan haklarını savunmak için kendini bir takım ilişkilerin içinde buluyorsun… Buna seni zorlayan yok hem de… Yaşam biçimin bu çünkü…Çoğunluğa  göre de akılsızlık yaptıkların…

Bir zamanlar insan hakları derdim. İnsana yapılana karşı çıkardım. İnsana yapılan baskıya, zulme, düşünmesinin önüne çıkan engele, insanın insanı sömürmesine… Yetersizmiş meğer. Bencilceymiş biraz da…

Hayvanlar üzerindeki sömürüyü düşünmemişiz yeterince, doğadaki canlılara yönelik yok edici faaliyetler üzerinde de öyle… Kuru kuruya ağaçların, kurdun, kuşun, börtü böceğin imdadına koşmaya hazırım demekle de olmuyormuş anlayacağın. Köklü bir çevre ve ekosistem bilinci edinmek; insanı, diğer canlıları, doğayı ve geleceğimizi bir bütünlük içinde savunmak gerekiyormuş. Anlamak, bilmek ve mücadele etmek mecburiyeti diyelim buna. Bazen bir ömrün bunlar için yetersiz olduğunu düşünmedim değil açıkçası, bunları düşünmeden, bunlar üzerine kafa yormadan, gerektiği gibi  mücadele etmeden de yaşamın hiçbir şeye değmeyeceğini de….

Kaldı ki ateş düştüğü yeri yakıyor çoğunlukla. Çoğunun umurunda bile değil bazı olup bitenler…Örneğin Salda Gölü tamamen gitti. Bir şey yapılabildi mi? Kazdağları, Kuzey Ormanları, Marmara Denizi… Ne kadarını sayayım sana. İnsan başına 130 ton beton düşüyormuş ülkemizde. Demokrasinin, hukukun, özgürlüklerin adı ve hayali var hiç olmasa.

Hayır, her şeyi bugüne yıkmıyorum. Dönüp baktığında temiz bir şeye rastlayamıyorsun ki geçmişte de.

İnsanın kendi körlüğüne karşı kör olması büyük bir sorun bence.

Geçenlerde bir dergide okumuştum. Cumhuriyet döneminden önce iş başına gelen bir yönetimin eski düzenle özdeş tuttuğu  köpeklerden şehri nasıl temizlemiş dersin? Sokaktaki yavru köpeklerin toplanmasıyla başlanmış işe. Sonra ücret karşılığında yetişkin köpekler toplatılmış. Toplanan köpekler Sivriada olarak da bilinen Hayırsızada’ya götürülmüş. Çok sayıda köpek bitki örtüsü zayıf olan adada açlığa, susuzluğa ve  güneş altında kavrulmaya bırakılmış. İstanbul dışında da benzer uygulamalar yapılmıştır büyük olasılıkla.

Bu kafalar ileride insanları tek tipleştirecek, çok kültürlü toplum yapısını bozacak kafalardı kuşkusuz. Bunların karşısında en zor şey de barışı savunmak. Kime ne diyebilirsin ki! 6-7 olayları, Varlık Vergisi, Kahramanmaraş, Sivas, Roboski, Suruç, Ankara Gar Katliamı gibi bir sürü katliam bakıldığında bu mantığın devamı gibi aslında. Komşu ülkelerle girilen çatışmalar da öyle.

Toplumun tamamen kontrol altında tutulması, soygun ve sömürü çarkının sorunsuz hale gelebilmesi, bir biçimde halkın cemaat ilişkilerine sokulması, dinci, ırkçı milliyetçi ideolojilerin yaygınlaştırılması; IŞİD ve Taliban karışımı bir toplum yaratma çabası günümüz egemenlerinin ve iktidar sahiplerinin kolay kolay vazgeçmeyecekleri projeler.

Ve karşısında bizler…

Bugün görev biraz daha zor bizim açımızdan. İnsan kalmak ve insan gibi yaşamak için bu görevden kaçmamız olası değil. Üstelik bu görev kendimiz için bir görev. Yani insan hakları, demokratikleşme, ekonomik haklar ve özgürlüklerle birlikte dağları, dereleri, cadde ve sokakları tüm canlılığıyla savunmak. Geleceğimize sahip çıkmak.

Yaşamın onurlu tarafında duracaksak bu zoru seçmekten başka yol yok gördüğüm kadarıyla. Yaşamaya değecek olan da bu bence.

Yazıya, sana anlatacaktım buralarda bir yerde olsaydın/sözcükleri neden yeni anlamlara zorladığımı diye başlamıştım… Aşk olsun, barış olsun diye be dostum… Ama sözcüklerin de inadı üstünde bugünlerde.

Az daha unutacaktım: Fransa’dan Ermeni kökenli biri şöyle bir mesaj yazmış bana. Hayır tanıdığım biri değil, sosyal medyadaki paylaşımlarımdan ya da düşünce açıklamalarımdan gözüne kestirmiş beni. Diyor ki: “Burdan kalktım ta sizin memleketiniz olan Artvin’e kadar gittim. Orda Ermeni sözcüğünün küfür anlamında kullanıldığını öğrendim. Ne yaptık biz size?”

Mesaja karşılık; Artvin Türkiye’nin okuma yazma oranı yüksek, çok kültürlü ve demokrat yapılı insanlardan oluşan bir ilidir, Hrant Dink’le tanışırdık, Ermeni asıllı Ünlü Duduk ve klarnet sanatçısı Suren Asaduryan ve Şair Kirkor Yeteroğlu gibi dostlarım da var diye yazdım önce, sonra tutup sildim… İçimden ne gülmek geldi, ne ağlamak…Bir an bütün şarkılar yüzüme kapandı…

Başka dünyalar keşfetmeye çabalayan dünyalılar olarak bu dünyada birarada yaşamayı becerememiş insanlar olmak gücüme gitti doğrusu.

Sahi seninle para bulabilirsek şiir bahçeleri, öykü evleri kuracaktık ve çekilecektik kenara. Orda herkes kendi hızında ilerleyecekti. Düşünce derslerine alınacaktı çocuklar. Kurt kuş kendi işinde…Aşkça, suca, toprakça şarkılar karışacaktı evrenin bitimsiz senfonisine.

Demek ki dünya bizim çok şeyi başaramadığımız bir yerdir. Neyse çok uzatmayım. Yine de umudunu kavi tut, iyi bak kendine.

PAYLAŞMAK İÇİN