Kurtuluş Savaşı’nı da yazdı, Şeyh Bedreddin’i de, Vehbi Koç’u da. Toplumumuzun temelini irdeleyen Erol Toy’un tüm yapıtlarını okuyabilenler, onun tarih ve felsefe bilgisiyle birçok akademisyeni cebinden çıkaracak donanıma sahip olduğunu kolayca anlayabileceklerdir.
BEYAZIT KAHRAMAN
Ortaokul öğrencisi olduğu yıllarda kazandığı okuma alışkanlığı sayesinde edindiği tarih ve felsefe bilgisini çalışkanlığı ve azmiyle birleştirerek toplumsal yapımızı ve tarihsel gelişimimizi romanlaştıran çok değerli bir edebiyatçımızı yitirdik.
Bütün yazdıklarının aslında tek bir romanın bölümleri olduğunu düşündüğüm Erol Toy, sağlığı bozulmasaydı toplumsal tarihimizin ve yapımızın daha hangi evresini romanlaştırmak isterdi acaba? Yeni roman tasarıları var mıydı? Bunu, en yakınları bilebilir kuşkusuz; fakat böyle birikimli, donanımlı, çalışkan, üretken bir edebiyatçımızın yeni roman hazırlıklarının olabileceğini tahmin etmek için çok yakınında olmak gerekmez kanımca. Onun bu özelliklerini biraz bilen biri de bu tahminlerde bulunabilir.
Üniversitedeki derslerime konuk yazar olarak birçok kez katılma inceliğini gösterip bana ve öğrencilerime çok yararlı bilgiler vermişti. Öğrencilerim onun görüş ve deneyimlerinden çok etkilenmişlerdi. Bir okuma grubunda yapıtlarını tartışıp yorumlarken de toplantımıza gelmiş, sorularımızı içtenlikle yanıtlamıştı. Bu vesilelerle ben de kendisiyle epey konuşma fırsatı bulmuş, onun basında yer almayan yönlerine de tanık olmuştum. Edebiyat ve kültür dünyama ilk kez 1973’te okuduğum “İmparator” adlı romanıyla giren, yaşamının son elli yılında yalnızca yazarlıkla uğraşan ve geçimini yazdığı yapıtlarından sağlayan Erol Toy kimdi?
ÜZÜMLERE NİŞAN DÜŞTÜĞÜNDE
“1936’da, üzümlere nişan düştüğü tarihte, Manisa/Alaşehir’de dünyaya gelmişim” diyordu bir söyleşide kendisine yöneltilen soruya yanıt olarak. Ben de çocukluğumda anneme doğum tarihimi sorduğumda, “Mısır kırımında…” derdi annem. Erol Toy’un da benim de nüfus kâğıtlarımızda yalnızca yıl vardı çünkü; ay ve gün yazılmamıştı. Biz eskilerin bir özelliği de budur işte; kimimiz üzümlere nişan düştüğünde kimimiz mısır kırımında kimimiz harman vakti kimimiz leylekler göçerken kimimiz koyunlar kuzuladığında doğmuşuzdur kimimiz ayva ağaçları çiçek açtığında. Belli bir günü ve ayı yoktur dünyaya geldiğimiz zamanın, fakat yine de yaşayan bilir mısır kırımının ne zaman yapıldığını, üzümlere ne zaman nişan düştüğünü. “Üzümlere nişan düşmek…” deyimini de herkes bilemez. Yöresel bir dil kullanımı olabilir bu. Yaşayarak öğreniriz bunları ve bu yaşanmışlıkların bir bölümü bizim kültürümüzü oluşturur, kişiliğimizi etkiler, geleceğimize yön verir.
Kendisine, Kenan Evren’in de Alaşehirli olduğunu söylediğimde, “Biraz akrabam olur…” demişti fakat ayrıntıya girmek istemedi; ben de bu konuda ısrar etmedim. Dünya görüşlerinin çok farklı olduğunu herkes biliyordu.
Babası Alaşehir’in yerlisi bir aşçıymış. Annesi Karakeçili Yörüklerinden… Onun çocukluk ve gençlik yıllarında ülkemizin birçok ilçesinde, kasabasında halkevleri, halkodaları varmış. Yüzyıllarca eğitimsiz bırakılmış, bu nedenle bilinçlenememiş; eğitimsiz ve bilinçsiz olduğu için sürekli olarak aldatılmış, kullanılmış; Osmanlı hanedanı ve yöneticileri tarafından iliğine kadar sömürülmüş halkımızın eğitilmesi, çağdaşlaşması, kültürlenmesi için Cumhuriyet Devrimlerimiz doğrultusunda kurulmuş ve muhakkak bir kütüphanesi olan halkevlerinden biri de Alaşehir’deymiş. Erol Toy’un ortaokul öğrencisi olduğu yıllarda, okul saatleri dışında ve okulların kapalı olduğu yaz aylarında çocuklar, gençler, Alaşehir Halkevi’nin avlusunda buluşup voleybol oynarlarmış. Erol Toy da arkadaşlarıyla voleybol oynamaktan hoşlanırmış.
KİTAPLIKTA TEK BAŞINA
“Top oynamamı istemiyordu babam. Arkadaşlarımla voleybol oynamama engel olmak için öğretmenlerime ricada bulunmuş, öğretmenlerim de babamın hatırını kıramamışlar; beni halkevindeki kitaplıkta görevlendirmişlerdi. Herkes dışarıda heyecanla, sevinçle, coşkuyla, hırsla voleybol oynar, çocukluğunun tadını çıkarırken kitaplığa kapatılmış bir çocuk orada tek başına ne yapar? Okumaktan başka bir uğraşı yok ki. Numaralanmış kitapların birincisinden başlayıp sırayla okudum, okudum, okudum. Halkevinin kitaplığında kayıtlı 3284 kitap vardı. Tümünü okumam yedi yıl sürdü” diye anlatmıştı bir sohbetimizde. Günde kaç kitap okumuştur acaba diye düşündüm? Aslında, “Günde kaç sayfa?” diye sormak daha doğru olacak çünkü kitap var 100 sayfa; kitap var 600 yüz, 700 yüz, 800 yüz sayfa.
Anladığım kadarıyla bu okuma birikimi yalnızca ortaokulu bitirinceye kadar olan yıllarını kapsıyor. Alaşehir’de lise olmadığı için İzmir’e gitmiş, Namık Kemal Lisesi’nde öğrenimini sürdürmeye çalışmış. İzmir’deki bir akrabasının evinde kalmış. Yaz aylarında Ege’nin kıyılarını, kış aylarında kasabalarını, kentlerini gezmiş. Bu arada fırıncılık, banka memurluğu gibi işlerde çalışmış. Ege’nin denizlerinde sünger avcılığı yaparken vurgun yiyen deniz işçilerini sigortalamak da bu işlerden biri. Denizin bilmem kaç metre altında sünger avlarken “vurgun yemek” ne demek, bilir misiniz? Vurgun yiyen sünger avcısının sonraki yaşamı nasıl sürer? Vurgun yiyince yaşama dönememek, yaşama döndürülse bile felç olmak ya da sakat kalmak… Bir daha sünger avcılığı yapamamak… Turan Seyfioğlu ve Sezer Sezin’in başrollerini oynadığı Sünger Avcıları adlı filmi anımsar mısınız? O filmde de çok iyi anlatılıyordu “vurgun yemek” kavramı. İzlemiş midir bu filmi Erol Toy?
Erol Toy çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken ben de kimileyin Maksim Gorki’nin özyaşamöyküsünü kapsayan Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Ana adlı romanlarında anlattıklarını anımsadım. Bir karşılaştırma yapmak için değil kuşkusuz, fakat anımsadım işte. Bir benzerlik aramak için de değil. Farklı zaman, coğrafya ve kültürlerde yaşanmışlıklar arasında sağlıklı karşılaştırmalar yapılamaz. Erol Toy’un anlattıklarını dinlerken Maksim Gorki’yi anımsamak neden öyleyse? Birinin özyaşamöyküsünün diğerini çağrıştırması ya da diğeriyle kimi evrelerinde benzeşmesi nereden kaynaklanıyor? Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenleri bu soruları daha ayrıntılı irdeleyebilirler kanısındayım.
SARI YAPRAKLI DEFTERLER
18 yaşındayken yazmaya başlamış Erol Toy. İzmir’deki lise öğrenciliği yıllarında bir akrabasının evinde kalırken bir taraftan da Kurtuluş Savaşı’na katılmış olan 33 savaşçıyla konuşma olanağı bulmuş, onların anılarını dinlemiş. Sarı yapraklı defterlere not etmiş Kurtuluş Savaşı’nda canlarını ortaya koyup yurdumuzu yayılmacılara karşı savunmuş o savaşçıların anlattıklarını.
“Tam yedi defter…” diyordu Erol Toy. Defterler kaçar sayfalıktı acaba? Her biri dört ortalı (orta=forma; bir forma 16 sayfa) olsa, 64 sayfa eder. Bir defter 6 formalı olsa… Erol Toy’un sarı sayfalı defterlere yazdıklarının çokluğunu hesaplamaya çalıştım ve bu notları kaynak olarak alıp yazdığı Toprak Acıkınca adlı romanını nasıl bir birikime ve gözleme dayandırdığını düşündüm. Demek istediğim, hemencecik yazar olunmuyor. Okuma alışkanlığı, okuduğunu doğru anlayabilmek, bilgi birikimi, toplumsal yaşamı ayrıntılarıyla gözlemlemek, insanların davranışlarının ardında yatan nedenleri anlayabilmek, içinde yaşadığı toplumun tarihsel süreçlerini gerçekçi saptamalarla kavramak, kusursuz bir dilbilincine sahip olmak, yazdığı dilin sözvarlığında çok güçlü olmak, sınır tanımaz bir hayal gücü, okurun düşsel dünyasını varsıllaştıran betimlemeler yapabilmek, ustalıkla düzenlenmiş bir kurgu, roman kahramanları ve ilginç tipler yaratmak, nitelikli bir toplumcu yazarın olmazsa olmaz özellikleri arasında sayılabilir.
Yapıtlarını okuduğunuz hangi yazarda bu özelliklerin tümünü görebiliyorsunuz?
Bu özelliklerin tümünü görebiliyorum Erol Toy’da fakat bu yetileri ve becerileri nasıl kazandığı konusunda kesin bir fikrim yok. Okuma birikimlerinin ve yaşamsal deneyimlerinin, onun yaratıcı yazarlığını beslediği kanısındayım. Kendi kendini yetiştirmek de Erol Toy’un en belirgin özelliklerinden biri olsa gerek. Yükseköğrenim görmemiş olmak onun bir eksikliği değil çünkü çalışmak ve ekmeğini kazanmak zorundaydı. Yükseköğrenim görmemiş olmasına karşın yapıtları, akademik unvanı olan birçok edebiyatçının ürettiklerine birkaç tur bindirir. Erol Toy’un tüm yapıtlarını okuyabilenler, onun tarih ve felsefe bilgisiyle birçok akademisyeni cebinden çıkaracak donanıma sahip olduğunu kolayca anlayabileceklerdir. Lise mezunu Ali Püsküllüoğlu’nun da çok önemli sözlükler yazdığını unutmayalım.
Hele bir de yumurtladıkları herzeleri işittiğimizde, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” diye düşündürten kimi profesörleri düşününce… Erol Toy’un bu tür sözde profesörlerden çoğunu cebinden çıkarabilecek bilgi birikimine sahip olduğunu kolaylıkla anlarız.
Günümüzün gençlerinin hiç karşılaşmadıkların sandığım sarı yapraklı defterleri de açıklamalıyım. Şimdi “z kuşağı” dedikleri torunlarım yaştaki gençler hatta bizim çocuklarımız bile sarı yapraklı defterleri tanımadılar; bilemezler. Ben de son olarak 1969-70 yıllarında arkadaşlarıma mektuplar yazmıştım, sarı yapraklı defterlerden birer sayfa kopararak. Öyle ilkel defterler üretilmiyor artık fakat o yıllarda “kaymak kâğıtlı” defterlere yazan birkaç arkadaşımız da vardı. Erol Toy gibi ben de o kaymak kâğıtlı defterlere yazamadım. Sınıflı toplumduk çünkü. Ayrıcalıklı olanlar vardı aramızda. Ayrıcalıklıydılar fakat yine de aramızdaydılar; bizimle birlikteydiler. Özel okullara, kolejlere gitmiyorlardı. Bizi aşağılamıyorlardı, küçümsemiyorlardı çünkü zaman olmuş, sarı yapraklı defterleri onlar da kullanmışlardı. Her sabah coşkuyla söylerken “Andımız”ı kimin Türk, kimin Kürt, kimin Laz, kimin Arnavut, kimin Arap, kimin Çerkez, kimin Boşnak olduğunu düşünmezdik. Böyle düşmanlaştırıcı ve aptalca kavramlar yoktu çünkü sözvarlığımızda. Uluslaşma sürecinin doruğundaydık çünkü. Yayılmacılar aramıza nifak sokuncaya kadar…
Nasıl özlemem sarı yapraklı defterleri!
Erol Toy da sarı yapraklı defterlerin özlemiyle mi verdi son nefesini? “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle”nin ütopyasıyla mı?
SÖZVARLIĞININ GÜCÜ
Erol Toy’un yapıtlarını okuyan gençlerden kimileri, “Kullandığı sözcükler arasında anlamadıklarımız var. Anlamak için kimileyin sözlüğe bakmamız gerekiyor” diye yazmışlar sosyal medyada. Çok olağan bir durum bu. Sözlü dildeki sözvarlığıyla yazılı dildeki sözvarlığı çok farklı olabilir. Erol Toy’un yapıtlarında kullandığı ayrı ayrı sözcük sayısı, diyelim, on bin kadarsa ve buna karşın okurlarının sözvarlığı yalnızca beş bin kadarsa çok zorlu bir iletişimsizlik çıkacaktır ortaya ve sözvarlığı yetersiz olan okur kaçınılmaz olarak sözlüğe bakacaktır. Kuşkusuz, sözlük kullanma alışkanlığı varsa… Hatta, “Evinde, kitaplığında geçerli bir sözlük varsa…” demem daha doğru olacak.
Bu durumla çok karşılaşılıyor. Yetkin yazarların sözvarlıkları, üyesi oldukları toplumların sözvarlıklarının her zaman üstündedir. Öyle olması gerekir. Zaten yazarları yazar yapan bir özellik de budur. Sözgelimi dünyaca ünlü Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe yapıtlarında birbirinden ayrı otuz bin kadar Almanca sözcük kullanabilmiş. Bu, onun sözvarlığının yüksekliğini, dili kullanma gücünü, anlatabilme becerisini gösterir. Peki, Goethe’nin yapıtlarını okuyup anlamaya çalışan Almanların sözvarlığı onun sözvarlığının düzeyinde değilse… Ki değildir, olamaz. Goethe’nin Goethe olmasının bir nedeni de budur zaten. Şunu da unutmayalım: Almanca sözlükte yaklaşık olarak altı yüz bin kadar sözcük vardır. Türkçe sözlükte ne kadar sözcük var? Erol Toy’un yapıtlarında (yazılı dilde) kullanabildiği birbirinden farklı sözcük sayısı ne kadardır? Erol Toy’un yapıtlarını okuyanların sözvarlıkları kaç sözcükten oluşuyor? Bu durumda iletişimsizlik ya da en azından kimi sözcükleri anlayamamak kaçınılmaz. Okurlar da kendi sözvarlıklarını böyle yazarların yapıtlarını okuyarak geliştirebilirler zaten.
DURDUK YERDE YAZAR OLUNMUYOR
Belki Yaşar Kemal’in yapıtlarında kullandığı sözvarlığı (günlük konuşma dilinde değil) dikkatleri çekmişti, özellikle İstanbul ağzında olmayan birçok sözcük kullanmıştı ve Ali Püsküllüoğlu da Yaşar Kemal’in bu özelliğini dikkate alarak bir “Yaşar Kemal Sözlüğü” yazmıştı. Çok da iyi oldu ve dilimize büyük katkı sağladı. Ali Püsküllüoğlu’nun ömrü vefa etseydi, Erol Toy’un sözvarlığını inceleyerek bir “Erol Toy Sözlüğü” de yazar mıydı acaba? Bir başka dilcimiz de yapabilir bunu. Yapmalı.
Bu konuyu kendisine açtığımda, Derleme Sözlüğü’nden ve Tarama Sözlüğü’nden çok yararlandığını, bu sözlüklerdeki Türkçe sözcükleri kullanmaya özen gösterdiğini, ayrıca Manisa’dan Çorum’a kadar halkın arasında uzun bir yolculuğa katıldığını ve bu sırada insanlarımızın günlük kullanımındaki birçok sözcüğü de not ettiğini anlatmıştı bana. Halkın içinde, halkla beraber olmak bu olsa gerek. Durduk yerde yazar olunmuyor.
“Dili halk yapar” derler dilciler. Erol Toy, halkımızın yaptığı dili kullandı aslında. Anlamayacak ne var? Erol Toy’un yapıtlarında kullandığı sözcükleri anlayamayanların, eksikliği kendilerinde aramaları gerekmez mi?
Erol Toy’un kendini yetiştirmesinin bir başka kanıtı da Fransızca öğrenmesidir. Kendi çabasıyla… Bir dil kursuna gitmeden… Pir Sultan Abdal adlı oyunun çevirisini üstlenen ve Türkçesini geliştirmek amacıyla Türkiye’ye gelen Prof. Dr. Irene Melikov’un dünyalar güzeli doktora öğrencisi Geneviéve Bourggeois ile tanışıp ona âşık olunca Fransızca öğrenmek daha da kolaylaşmış olabilir. Hele bir de o güzel hanımefendiyle evlenince…
Erol Toy ödül peşinde koşmadı. Ödül almak için yazmadı. Edebiyat piyasasındaki ödül ağaları da onun değerini bilemediler.
Yazdıklarının 40-45 ciltlik tek bir roman olduğunu savlıyordu Erol Toy. Birbirinin devamı olan yapıtlarının tümünü tek ciltte toplayamazdı çünkü.
Öner Yağcı, Metin Turan, Halit Payza, Cengiz Özgün ve Mustafa Pala çeşitli yönleriyle ve elbette kendi gözlemleriyle, incelemeleriyle anlatmışlar Erol Toy’u Berfin Bahar dergisinin Ekim 2020 sayısında. Ben de kendi gözlemlerimle yorumlamaya çalıştım. Daha da yazılmalı. Öner Yağcı’nın “toplumsal yapımızın temelini irdeleyen romancı” sözleriyle tanımladığı Erol Toy, bir akademisyenin doktora çalışması için az bulunur bir edebiyatçımızdır.
***
1936’da Manisa-Alaşehir’de doğan Erol Toy, çocukluğundan itibaren çalışmaya başladı. Fırıncılık, bankacılık, vurgun yiyen süngercileri sigortalama gibi işlerde çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Bank-İş sendikasanın kurucuları arasında yer aldı. İlk öyküsü 1952 yılında Çınar dergisinde yayımlanan Erol Toy kendi kendini yetiştiren edebiyatçılarımızdan biriydi. Toplumcu-gerçekçi bir edebiyat çizgisi izleyen Erol Toy, ilk romanını 1968’de yayımladı: Toprak Acıkınca. 1973’te yayımlanan İmparator ise adının duyulmasında etkili oldu. Öykü, roman, deneme ve eleştiri yazıları dışında sahnelenmiş tiyatro oyunları da bulunan Erol Toy çok sayıda 13 Mart’ta (2021) arkasında çok sayıda eser bırakarak aramızdan ayrıldı.
ESERLERİ:
Toprak Acıkınca
Acı Para
Azap Ortakları
İmparator
Kördüğüm
Son Seçim
Gözbağı
Doruktaki Adam
Kuzgunlar ve Leşler
Zor Oyunu
Kilittaşı
Yitik Ülkü Cilt-1
Pir sultan Abdal
Parti Pehlivan
Meddah
İzmir’in İçinde
İpteki
Altın Saray
Fareler Cumhuriyeti
Son Çağrı
Avcı Kekliği
Arinna’nın Gölgesi
Aydınımız İnsanımız Devletimiz
Yitik Ülkü Cilt -2
Yitik Ülkü Cilt -3
Türk Gerilla Tarihi
O’na Katılmak
Bal Tutanlar
PAYLAŞMAK İÇİN