Emperyalizm, ırklar ve Türkiye’de etnik istismar GÖRÜNÜR OLMASI İSTENMEYEN GERÇEK

2003 yılında bilim adamları nihayet “İnsan Genom Projesi”ni tamamladılar ve bu da sonunda atalarımızı ve tarih öncesi çağlardan kalma geçmişimizi, nereden nereye gelmiş olduğumuzu hatta örtük de olsa bize genetik olarak “kim” olduğumuzu öğrenmenin yollarını açmış oldu.

SULEYMA MURAT DİNÇER

1969 yılında Ankara da doğdu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Bölümü mezunudur. Avustralya da Enformasyon Sistemleri mastırı yaptıktan sonra bir süre çeşitli ülkelerde yasadı. Su anda Kanada da çalışmalarına devam ediyor.

O günlerden bugünlere artık yüz dolara hemen herkesin yaptırabildiği bu test o kadar popüler olmuştu ki sosyal medya test socunucunu canlı yayın haline getirerek heyecanını ve şaşkınlığını dünyayla paylaşan binlerce insanın videosuyla dolmuştu.

Her ne kadar bu videolar beklenmedik sonuçlarla dolu görünse de asıl şaşkınlık çok daha derin katmanlarıyla bilimsel ve akademik çevrelerde yaşanmıştı.

Bilim adamlarının modern genetiğin inandığı ve bu ucuz testlerde kullanılan 5 farklı ırk havuzundan (Afrika, Asya, Avrupa, Yerli Amerika ve Okyanusya ırkları) geldiği sonucuna varılan bireyler arasında, onları diğer ırklardan ayıran farkları çıkarmaya çalıştığında söz konusu ırklar arasında hemen hiç bir fark bulamamış olmaları herkesi genetik ve ırklar hakkındaki inançlarını yeniden gözden geçirmeye yöneltmişti. Öyle ki bu araştırmaların sonucunda dünyanın hiçbir yerinde kendi aralarındaki genetik ortaklık nedeniyle diğerlerinden farklı olan bir “ırk”ın varlığına ilişkin hiçbir kanıt bulunamamıştı.(1)

Bir örnek vereyim: Avrupa kökenli iki beyaz insanın birbirleriyle karşılaştırıldığında genetik olarak birbirlerine benzemek yerine Afrikalı hiç tanımadıkları siyah bir insana daha çok benziyor olma ihtimali en az beyaz birine benzemeleri kadar yüksek. Bir diğer deyişle, her ne kadar Avrupa kökenli insanın teni beyaz ve saçları sarı, diğeri -Afrikalı olanı, siyah derili ve kıvırcık saçlı olsa da bu iki insanın saç ve ten geni birbirine özdeş iki genin  maksimum % 0,1 ya da daha az farklı bir varyasyonundan başka bir şey değil aslında.

Bu sürpriz sonuç, genom projesinin erken başkanlarından biri olan Craig Venter’in şu sözleriyle dünyaya duyurulmuştu, “Irk”, bilimsel olarak geçerli bir olgu değildir”. (2)

Etnik Kimlik

Aslında ırklar yerine her biri yaşadıkları coğrafya ve tarihin organik ürünü olan topluluklarla karşı karşıya olduğumuzu söylemek içindi bu girizgah. Böylesi birlikteliklerin organik olmasının nedeni ise sosyal yaşamın sunduğu birliktelikten doğan kolaylığın ve gücün bir şekilde organize edilmesi gerekliliğinden kaynaklanıyordu. Öyle ki bu “organizasyon” gerekliliği  toplumsal evrim anlamında tarımın, hayvancılığın, ticaretin ve giderek yerleşik hale gelen söz konusu toplulukların bölgesel başarılarıyla doğru orantılı olarak ilerleyen yüzyıllarda “ulus devlet” olgusunu ve yapısını doğuracak bir oluşumdu.

Elbette böylesi uzun soluklu birliktelikler bölgesel dillerin, farklı dinsel inanışların ve kültürlerin oluşmasının da ana nedeniydi. Kısacası modern anlamda “etnik kimlik” dediğimiz ve kökleri tarih öncesi zamanlara dek ulaşan bu toplumsal yapılanmalar, kökensel anlamda tarımsal üretimin ve hayvancılığın iktisadi organizasyonunun yaratmış olduğu olgulardı.

Bütün bu bilgi ve önermeler ışığında Türkiye özelinde yakın tarihe baktığımızda insanın başını döndürecek kadar karmaşık ve çok katmanlı ve üstelik kasıtlı olarak sürekli birbiri ile geçişken hale getirilen bir “ırk” ve “etnik farklılık” olgusu ile karşı karşıya bırakılıyoruz. Üstelik Türkiye gibi coğrafyaların emperyalizm tarafından söz konusu olguların kökenlerinden tümüyle koparılmış ve ırksal kimliğe dönüştürülmüş halleriyle “çoğunluk” olan etnik topluluğun “azınlık” olan diğer etnik topluluğu bastıran, yok sayan tanımlanmaları aracılığıyla yaratılmış, az sonra değineceğim yapay çatışmalar üzerinden  defalarca istismar edilmiş olduğunu görüyoruz.

Bu istismarların doruğa çıktığı 20. yüzyılın başı gibi sonu da yazık ki yüzbinlerce insanın kanı dökülerek biçimlendirilmiştir. Emperyalizmin çok kültürlü coğrafyalarda bir silah olarak kullandığı etnik köken istismarı planlı olarak yaratılan bölgesel kaos aracılığıyla emperyalizmin modern dünyayı yeniden biçimlemek için tekrar tekrar kullandığı en verimli stratejisi olmuştur.

1900’lerin başında Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların, Türklerin ve hatta Arap, Çerkes, Asuri ve Gürcülerin kanı dökülerek biçimlenen bu yeni dünya 1900’lerin sonunda bu kez Boşnakların, Hırvatların, Sırp ve Arnavutların kanıyla yoluna devam etmiştir.

Bir diğer deyişle tarihsel kökeni siyasal, kültürel ve ticari ortaklık üzerine kurulu ‘ulus devlet’lerin kuruluşundan bu yana ulusal kimlikler ile etnik kimlikler arasındaki bu kırılgan, muğlak ilişki modern emperyalizmin erken dönemlerinden bugüne kullana geldiği en önemli savaş ve kontrol stratejilerinden biri olmuştur.

Bu acımasız ve insani hiçbir kural tanımayan ideolojinin Osmanlı ve Ortadoğu ayağında Kürtlerin ve Ermenilerin, hem batı emperyalizmi hem de Ruslar tarafından nasıl kullanıldığını Ermeniler özelinde onların adım adım nasıl Millet-i Sadıka’dan “Rus işbirlikçisi” haline getirildiğini ve o günden bu yana modern Türkiye Cumhuriyeti de dahil olmak üzere yüzlerce yıllık barışıklığımızın, kardeşliğimizin nasıl bir bataklığa sürüklendiğini hepimiz biliyoruz artık.

Öyle sanıyorum ki emperyalizmin bu çok katmanlı stratejisinin en iki yüzlü, en kanlı etnik istismarlarından biri de Kurtuluş Savaşı’nın  1.Dünya Savaşını takip eden ilk yıllarında İngiliz hükümetinin uluslararası kamuoyu önünde  bir yandan “insan hakları savunuculuğu” ve “mazlum halkların kurtarıcısı’’ rolünü oynarken diğer yandan bine yakın insanın ölümüyle sonuçlanacak olan Koçgiri ayaklanmasını tezgahlamış olmasıydı. Oyle ki Sivas’ta binlerce Kürdü bağımsızlık vaadiyle ayaklandıran aynı emperyalizm bu provakasyondan sadece bir yıl sonra  bu kez dönemin bir diğer kürt lideri Mahmut Barzani’nin Süleymaniye’de İngilizler’in olurunu almadan ilan ettiği bağımsız Kürdistan Krallığı’nı sırf diğer savaş ağalarına ve etnik topluluklara da örnek olup asıl emperyal planı bozmasın diye iki bin beşyüz kürt askeriyle birlikte yok etmişti.

Binlerce Kürt’ün canına malolan bu girişimler emperyalizmin kirli emellerini bir tokat gibi bölgedeki etnik toplulukların yüzüne çarpmış ve Şeyh  Barzani’yi 1934’te İngiliz mandası altında kurulan bağımsız Irak yönetimini tanıyana kadar dağlarda kalmaya mecbur edilmiştir.

ÖNCE DÜŞMAN YARAT SONRA KAPIŞTIR

İngiliz hükümetinin liderliğindeki İtilaf Devletleri bir yandan Kürt’leri Türkiye’ye karşı kışkırtmaya çalışırken diğer yandan da Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki Asuri ve Ermeni toplulukların dini ve etnik farklılıklarını sonuna kadar kullanarak iki şey başarıyordu:

Birincisi bu stratejiyle hem Kürtlerin hem de bölgedeki diğer etnik toplulukların birleşip daha büyük bir güç haline gelmesini engelliyor;

İkincisi ve daha da önemlisi, uyguladıkları bu ayrılıkçı politikanın sonucu olarak  her bir etnik topluluk bölgede varlığını sürdürebilmek için İngiliz himayesine giderek daha da çok bağımlı hale getirilmiş oluyordu.

Bir başka söyleyişle emperyal güçler, önce her bir etnik topluluk için onlara özel düşmanlar yaratıyor sonra da onları bu düşmanlara karşı koruma vaadiyle kullanıyordu.

Sözün kısası, dün olduğu gibi bugün de emperyalistlerin “etnik farklılık”tan ne anladığı bölgede yaşayan ve bu farklılığın bedelini kanlarıyla canlarıyla ödeyen bütün etnik guruplar için aslında herzaman gayet açıktı.

Aradan yüz yıl geçmesine, yeni ve artık bambaşka değerler üzerine kurulmuş bir ülke -“Türkiye Cumhuriyeti”  olarak yolumuza devam etmemize rağmen emperyalizmin bu tipik ve artık herkes tarafından bilinen yöntemlerini Türkiye ve Ortadoğu’nun bütün Kürt kökenli yurttaşları üzerinde hâlâ kullanıyor olması emperyalistler için savaşın hiç bir zaman bitmediğinin ve bitmeyeceğinin de bir kanıtı olarak görünüyor.

İngiliz haritalarında Kürdistan Krallığı 1923

Barzani’lerin ilk Kürdistan Krallığı

Öte yandan modernliğini, devrimciliğini ve romantik de olsa halkçılığını liberal solun tepeden inmeci diye küçümsediği “toprak reformu” ve onun kültürel ayağı olan “Köy ensitüleri” (4) gibi eşsiz projelerle devam ettirmeye kalkışmışsa da Cumhuriyet Türkiye’si elbette hatalar yapmıştır ve Kürt kökenli yurttaşlarını binlerce yıldır köleleştiren aşiret ilişkilerinden kurtaramamıştır. Öyle ki genç Cumhuriyetin Kürt yurttaşlarının yeni kurulan yapıda temsil ve etkinlik olanaklarını etnik kökenlerinin ötesine geçebilecek türden politika ve stratejilerle içselleştirememiştir. Bu inkar edilemez bir başarısızlık, reel bir politik durumdur.

Ancak, sosyalist devrimler hariç benzeri hiç bir ülkede olmadığı kadar reformist ve halkçı Cumhuriyet rejimini Kürtlere etnik haklarını vermedi diye eleştirmek,  hatta tarihsel olarak mahkum etmek Doğu Cephesinde, Kars’ta, Muş’ta Tunceli’de Antep’te ve Maraş’ta “bağımsız ve özgür” bir Türkiye’de yaşamak için hayatlarını veren binlerce Kürt şehidin hayalini de inkar etmektir. Unutulmamalıdır  ki onlar bağımsız Kürdistan için değil tam bağımsız ve özgür bir Türkiye için savaşmışlardır.

İste tam da burada tarih bizi emperyalizmin hepimize unutturmayı başardığı bir gerçeğin önüne bırakmaktadir.

ULUS VE SINIF: MODERN KİMLİĞİN KATMANLARI

ULUS

Yakın geçmişte akademik çevrelere hakim olan ve Türkiye’yi AKP yönetimine hazırlayan liberal sol perspektif, her ne kadar “iyi niyetli ve eşitlikçi” bir ruhla yola çıkmış olsa da, tıpkı emperyalist odaklar gibi Türkiye’de ‘ulusal kimlik’in politik ve kültürel yapısını farklı etnik gurupların ve azınlıkların eşit yurttaşlar olarak sisteme katılımı ve temsil edilmesinin önünde en büyük engel olarak önümüze koyuyordu.

Özellikle 2000’li yıllarla birlikte sorunu bu şekilde tanımlayan ve Kürt Açılımı, kiliselerin, havraların yeniden eski statükolarıyla devreye sokulması vs… liberal solun bir kazanım, bir sivilleşme olarak gördüğü bütün bu adımlar aslında daha derin bir stratejinin parçaları olarak emperyalizmin dalga dalga pompaladığı etnik kimlik politikası ve böylece bölgenin yeniden biçimlendirilmesi arasındaki ilişkiyi örtmek için yaratılmş mükemmel bir kılıf olmuştu.

Hatırlayalım, 80’lerle birlikte yeniden başlatılan ayrılıkçı Kürt terörü ve emperyalizmin liberal sol için parlattığı anti-ulusalcı, “pseudo çoğulcu” sözde-entellektüel verimleri giderek dinsel azınlıkları da içine alan bir yapıya doğru kasıtlı bir şekilde evriltilmişti.

Yani 80’lerden 2000’lerin başına kadar hemen bütün liberal sol matbuat “sivillikler”den, “mazlum azınlıklar”dan, marjinal sol ile marjinal etnik topluluklar arasında, “sivil, çoğulcu toplum” ile “demokrasi” arasında entellektüel olarak kurdurulan bağdan sınıflar üstü bir kardeşlik devşirmeye başlamıştı. İlerleyen yıllarla birlikte arkasında CIA güdümlü Feto’nun olduğunu gördüğümüz  bu “çoğulcu toplum” postuna sarılmış “ayrılıkcı”  entellektüel seferberlikle temelleri atılan asıl olgunun uluslar arası neoliberal kapitalizm ve onun emperyalist Ortadoğu politikası olduğunu sonradan anlayacaktı Türkiye.

O günlerde bizlere bu kazanımların mimari olarak pazarlanan sivil ve ‘Ilımlı İslam’ın bugün Kürtlerin ağırlıklı olduğu coğrafyalarda halkın seçtiği 60 belediyeden 54’üne kayyum atamış olması liberal sol aracılığıyla bütün ülkeye anlatılan o hikayenin sırlarının pul pul dökülüp çirkin gerçeğin ortaya çıkmasından başka bir şey değil aslında.

SINIF

Bu bağlamda şunu görmek zorundayız, köken olarak özgürlükçü, eşit ve katılımcı sivil toplum örgütlerinin geçmiş başarıları bugün emperyalizmin iştihayla bulandırdığı uluslararası sularda manipulasyon için kullanmaya başladığı en yeni stratejiler arasında yerini almış durumda.

Demokratik kökleriyle hala toplumlara büyük katkılar sunan bu yapılar ile aralarındaki dramatik ideolojik fark birbirine yakın isimler verilerek nerdeyse görünmez kılınan “çoğulcu”, “sivil”, “çok kültürlü” toplum teorileri ve emperyalizmin ngo(non governmental organisations)lar olarak piyasaya sürdüğü “sivil toplum kuruluşları” arasındaki farklar başlı başına incelenmeye, karşılaştırmaya değer bir konu. 

Ancak bu iki “sivil toplum kuruluşu” anlayışı arasındaki karanlık ilişkiler ağı kimi sivil toplum örgütlerini 80’lerden bu yana sadece eşit temsiliyeti ve ırkcı ayrımcılığı ortadan kaldırma iddasıyla değil daha da önemlisi bir ‘Troya atı’ misali bu iddianin açtığı kapıdan “ulusalcılığı”, “ulus” fikrinin  meşruiyetini sorgulayan ve tarihsel kökeninde doğal olarak “metaetnik” olan ‘ulusal kimlik” olgusunu çarpıtıp onu sosyolojik olarak etnik kökenlerin inkarı olarak tanımlayan bir kripto-politik aygıta dönüştürmüştür.  (Burada bir parantez açıp, şu anda Türkiye’de faaliyetlerine devletin izni dahilinde devam eden yaklasik 150 yabancı sivil toplum örgütü olduğunu dikkattlerinize sunmak isterim. (5).

“kamusal alanı zaptetmek”

Burada altını çizmek istediğim en önemli nokta köken olarak neo-marksist olan sivil toplum örgütlerinin, (Gramsci’nin, hatta Weber’in , ama özellikle Frankfurt Okulu, Habermas ve onun ‘modernite ve sivil toplum kuramları’nın bu önermelerin ışığında modern emperyalizm tarafindan nasıl yozlaştırılıp çökertildiğini anlamamız için mükemmel bir fiısat olmalarıdır.

Çoğulcu sivil toplum anlamında bu yeni tanımlamanın kaçınılmaz sonuçlarından dikkate değer bir diğeri de söz konusu liberal tasnif yönteminin “etnik köken”i kitlelerin “sınıfsal konum” ları yerine ikame etmesi ve bir anlamda sol hareketin içeriğini/özünü de boşaltması olmuştur.

Artık “sol” emekçileri, yeni biçimleri de dahil artı değer üreten sınıfları temsil eden siyasal ve ideolojik bir hareket olmaktan çıkarılmış, etnik köken, cinsel kimlik vb üzerinden yaratılan marjinelliklerle benzeşik olarak sosyolojik bir  tür “ayrılıkçık”a indirgenmiştir.

Böylece sosyalist solun “metaetnik” doğası ortadan kaldırılmış, sıradan halkla, çalışan, üreten sınıflarla bağı kopartılmıştır. (Bu önerme dinci ve yandaş medyanın discourse’unun tam da bir özetidir aslında. 21. yüzyılın Türkiye’sinde sınıfsal her hareket etnik ya da dinsel bir ayrılıkçılığa ya bağlanmış ya da doğrudan indirgenmiştir neredeyse.

[ARA YAZI] TRUMP OTOKRASİSİNE HAZIRLANAN NEOLİBERAL SON!

(ABD’ de bir çok eyalete, giderek dünyada bir çok şehre sıçrayan siyahi Amerikalı George Floyd’un Minneapolis şehrinde polis tarafından öldürülmesini protesto gösterileri hem yukarıda sözünü ettiğim “etnik köken/ırk kaynaklı ayrılıkçılık ile sosyalist solun bağlantılandırılması anlamında hem de yasal olarak saydam olmak zorunda olmayan ve protestoların yonlendirilmesinde ne kadar derin bir rol oynadıkları kestirilemeyen karanlık sivil toplum örgütleri anlamında mükemmel bir örnek aslında. Halihazırda Amerikan yasaları sivil toplum örgütlerinin aldığı uluslararası finans desteklerine ilişkin her hangi bir sınırlama getirmemektedir mesela (emin değilim ama sanırım Türkiye’de de benzeri bir durum söz konusu).

Bir yanda Trump ve yanlılarının iddia ettiği ve Amerikan kamuoyuna radikal sol olarak sunulan Antifa (“anti fascist” tamlamasının ilk hecelerinden) adlı sivil toplum örgütünün  haklı bir zeminde bulunduğu kabul gören ırkçılık karşıtı barışçıl protestoları politikleştirdiği iddiaları, diğer yanda Minesota Valisi Tim Valz ve bazı demokratların eldeki bulgulardan yola çıkarak asıl sorumlu gurup olarak Beyaz Suprematistleri (aşırıcıları) gösterdiği çelişkilerle dolu gelişmeler var ortada. Olayı kaynaklarından takip edenler neyin ne olduğu konusunda bir iddiadan diğerine savrulurken aslında durumu en gerçekçi haliyle Minnesota Eyalet Bassavcısı Keith Ellison’un şu sözleri özetliyor:  

“Karanlık, plakasız arabaların ortalıkta dolaşmaya basladığı ve protestocuların çoğunun New York dışında diğer eyaletlerden geldiği de düşünüldüğünde doğrusunu söylemek gerekirse olayları kimin yonlendirdiğine ilişkin kimsenin bir fikri yok” (6).

ABD deki bu ilginç protesto ve arkasındaki esrarengiz güçlerin Trump yönetimini bitirmeye kararlı oldukları gayet açık iken protestoların Amerikan ulusal ruhunun “kabus” terimlerinden biri olan ‘radikal sol’ ve sosyalistler ile ilentilendirilmesi asıl amacın sistem değistirmekle bir ilgisi olmadığının da bir göstergesi bana kalırsa.

Her ne kadar sendika karşıtlığı, zenginden yana vergi politikaları ve sağcı hukukçu atamalarıyla Neoliberal çizgide bir politika izlediyse de uyguladığı küstah uluslararası politikalarla, basit ve arkasına hiç bir şey saklanamayacak sığlıktaki iki yüzlü ulusal siyasetiyle, hem ırkçı hem de azınlıkları köşeye sıkıştıran göçmen retoriğiyle giderek bir otokrasiye donüşen Trump yönetimine neoliberal bir son hazırlandığı düşüncesindeyim ben. Kısaca, değiştirilecek tek şey Trump olacak, ABD ve onun ırkçı, emperyalist sistemi değil.

Söz gelimi bu sivil toplum kuruluşları ve onların uluslararası etkililiğini sağlayan emperyalizm destekli kurum ve kuruluşlar milyonlarca Türk, Kürt, Laz ve Arap kökenli yurttaşın sigortasız, sosyal güvencesiz, sendikasız çalıştırılmasını ve üstüne üstlük açlık sınırının altında yaşatılmasını “insan hakları”na aykırı  bulmazken, aynı aç/istismar edilmiş sınıfın mensubu olduğu gerçeği bir yana bırakılan emekçi bir Kürt’ün, Kürtçe eğitim alamayışını insan haklarına aykırı buluyor; hasta, sigortasız, çaresiz milyonlarca insanın sağlık sorununu çözememesi, kimilerinin en basit insani ihtiyaçları uğruna açıktan açığa organlarını satışa çıkaracak duruma düşmesini insan haklarına aykırı bulmuyor ama Heybeli Ada’da “Ruhban Okulu’nun açtırılmaması”nı Hıristiyan dünyasına yaşatılan en insanlık dışı uygulamalar arasında ilk sıralara koyuyor.

Suriye’den, Afganistan’dan, Irak’tan sürülmüş, evinden yurdundan olmuş, çocuklar dahil milyonlarca insanın çadırlarda yaşayıp, karınlarını doyurmak için “artık yemek” dileniyor olması, Avrupa sınırlarında sokak köpeği gibi dövülüp horlanması insan haklarına aykırı bulunmuyor, ama anayurtlarında etnik kültürlerini yaşayamamaları uluslararası ambargo meselesi olabiliyor…

Emperyalizmin “insan hakları” hikayesi böyle uzayıp gider vesselam….

KİM KİMLE, KİMİN TARAFINDAN NERELERDE BULUŞTURULUYOR

Öte yandan ulusalcı, anti emperyalist sol ile Kürt ayrılıkçılığını aynı kefeye koyan dinci medya ile etnik ayrılıkçılığı ve azınlıkçılığı “çoğulculuk” ile karıştıran liberal sol arasındaki geçişkenlik tam burada biçimleniyor işte. Başka bir söyleyişle liberal sol entellektüeller ile su katılmamış Amerikancı ve dinci kalemşörler, dinler arası diyalog, yeni bir “çok kültürlü devlet” fikri vs etrafında emperyalizm tarafından aynı gazete ve dergilerde böyle buluşturuluyor.

“Çoğulcu”luk anlamında nitelik olarak -üstü örtülü de olsa, en önemli iddia, farklı etnik kökenli gurupların etnik ve kültürel olarak varlıklarının inkar edilmesi ve çoğunluğu oluşturduğu iddia edilen gurup/lar/la eşit görülmediklerie iddiasıdır. Yani etnik farklılıklarının tanınması ve örneğin kendi dillerinde eğitim vs hakların verilmesi sorunun çözümü olarak sunulmaktadır.

Oysa hangi dilde olursa olsun eğitimle bağıntılı sosyal, siyasal, ekonomik ve dolayısıyla sınıfsal etmenler, sağlıklı, güvenli ve yaşanilabilir bir kentsel çevre; uluslararası standartlara uygun okul binaları, derslikler, eğitim programları ve yaşam standartları gibi ulus devleti oluşturan bütün topluluklar için eşit öneme sahip konular;

Yine her toplumsal gurup için eşit derecede önemli ve gerekli olarak o koşullarda eğitilecek çocukların/gençlerin mesleki olarak yönlendirilebilecekleri bir sanayi ya da üretim alanı; ya da en azından uzun erimli ve sağlıklı bir akademik iklimin gerekliliği;

Ve son olarak üretim merkezleri ve iş imkanı; bu alanların güvenliği ve ülkenin geri kalan kısmıyla entegrasyonu ve benzeri meselelerin etnik köken üzerine kurulamayacak kadar geniş ve kapsamlı konular olduğu gerceği asıl sorunun çok daha kapsamlı ve derinde olduğunu bize hatırlatmaktadır.

SORUN SINIFSALDIR

Başka bir söyleyişle bütün bu yapılar ideal bir etnik farklılık üzerine kurulsa dahi ulusun geri kalan etnik guruplarıyla üretimsel ve sınıfsal ne denli bağlaşık olduğu, ülkenin bütünüyle entegre olmak zorunda olduğu ve dolayısıyla ulusun geri kalanıyla aynı kaderi paylaştığı gerçeği biz görmeyi reddetsek de önümüzde durmaktadır.

Belki bütün bunlardan daha da önemlisi etnik köken farkıydı, dil farkıydı, inanç farkıydı, cinsel tercih farkıydı vs bu farkların hiç birinin aslında bağımsızlık savaşı vermiş organik, hetorojen bir bütün olan ulus’un (Türkiye’nin) parçaları durumundaki bu guruplara sembolik haklar verilerek çözülemeyeceği gerçeğidir. Çünkü sorun aslında etnik/dinsel/ya da cinsel bir sorun değil ekonomik, siyasal, kültürel ve bu nedenlerle sınıfsal bir sorundur.

Sorun bütün bir Avrupa kıtasında asgari ücretle çalışan insan sayısı en yüksek ülkenin Türkiye olması;

Ya da bu günlerdeki rakamlarıyla neredeyse 14 milyon işçinin ( Türk kökenli olmayanlar da dahil) sadece % 13 ünün sendikali olduğu ve neredeyse tamamının açlık sınırının altında yaşıyor olmasıdır.

Özetle, bir zamanlar Batı Akdeniz havzasında bir araya gelmiş Miken kolonilerinde yaşamış Pamfilyalı  bir kölenin torunu olarak bugün etnik kökeninize sahip çıkmaya ve 3500 yıl önce atalarınıza yapılan haksızlığın bu kez de size yapılmasına karşı çıkmaya kalkmanızın aslında artık esamesi bile kalmamış Mikenyalılara değil köleliğe karşı olmanızı gerektirdiğini lütfen hatırımızda tutalım. 

SON TESPİT

Etnik köken diye adlandırdığımız arkaik, primitif tecimsel ve kültürel kimlikler tarih sahnesinde ulus devlet dediğimiz daha kapsamlı/girift, daha organize yeni bir yapılanmanın içinde eridiğinde yerlerini benzeri yeni kimliklere bırakmak zorunda kalmıslardır. İlkel anlamıyla toplulukları bir araya getiren güvenlik, paylaşım ve değiş-tokuşun yaşam koşullarını görece yumuşatan bir birlikteğe dönüştüğü ve bu birlikteliğin ‘yerleşiklik ve zaman’la harmanlanarak etnik kimliklere dönüşmüş  olduğu gerçeği bize bir tek şey söylüyor: Modern “ulus devlet” de tıpkı ilkel versiyonu gibi yarattığı yeni topluluklara onların güvenliğini sağlayacak, yaşamlarını kolaylastıracak yeni birliktelikler, yeni kimlikler kazandırmıştır

Bugün, bu yeni tür birlikteliklerin kurulduğu yapılar meslek odaları ve sendikalar vb yerel, organik, demokratik, ve şeffaflık üzerine kurulmuş/kurulması gereken gereken sivil toplum kuruluşlarıdır. Yeni etnik kimliklerimiz ise ait olduğumuz toplumsal katman ve sınıftan başka bir şey değildir.

İlkel birer kimlik versiyonu olarak Lazlar, Türkler, Rumlar, Çerkesler, Kürtler, Ermeniler, Boşnaklar, Aleviler, Sünniler (ve aynı ilkel kimliğin postmodern versiyonu olarak eşcinseller, vejeteryanlar, lezbiyenler, transseksüeller, veganlar vs) bugün yerini işçiler, memurlar, köylüler, sanatçılar, yoksullar, işsizler ve aylaklardan oluşan ve durmaksızın istismar edilen çok katmanlı koskoca bir sınıfa bırakmıştır.

Ve bana öyle geliyor ki görünür olması istenmeyen gerçek tam da budur.

(Haziran 2020, Vancouver)

DİPNOTLAR

(1). How Science and Genetics are Reshaping the Race Debate of the 21st Century by Vivian Chouhttp://sitn.hms.harvard.edu/flash/2017/science-genetics-reshaping-race-debate-21st-century/

(2).‘Race’ and the Human Genome Project: constructions of scientific legitimacy by PATRICIA McCANN-MORTIMER, MARTHA AUGOUSTINOS AND AMANDA LeCOUTEUR UNIVERSITY OF ADELAIDE

(3).Akşin, Sina. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele s. 539, s. 542-543 İş Bankası Yayınları

(4). Çok partili döneme geçişe olan büyük etkisi de düşünüldüğünde modern Cumhuriyetin kaderini değiştiren Toprak Reformu planı ve Köy Enstitüleri devrimci cumhuriyetin yapısal başarısı ve sağlamlığı anlamında en önemli projeler arasındadır. Cumhuriyet’in ilanının ardından modernleşme sürecine giren Türkiye’nin tarihinde, hem söz konusu enstitülerin açıldıkları hem de toprak reformunun uygulandığı bölgelere bakıldığında bu tarihsel kalkınma projesinin Kürt yoğunluklu bölgeler dahil kırsaldan başlayan bir aydınlanma projesi olduğu gayet açıktır. Yıllarca süren Ulusal Kurtuluş Savaşının ardından, ülkenin yüksek oranda yoksul bir kırsal nüfusa ve en alt seviyede bir eğitim düzeyine sahip olduğu gerçeğinden yola çıkarak yeni ulus devletin kaderini değiştirmeye, yeniden biçimlemeye odaklı bu reformların başarısızlığı, içerikleri ve amaçlarındaki yanlışlıktan çok, uygulayımsal düzlemde bölgesel ağırlığı yönetilemeyen aşiret ağaları ve şeyhler üzerinden devrimin sekteye uğratılması ve emperyalizme Kürt meselesini kullanma fırsatı vermesiyle son bulmuştur.

(5). (https://www.siviltoplum.gov.tr/turkiyede-faaliyetine-izin-verilen-yabanci-stklar). Listedeki kimi kuruluşların şaibeli sicilleri için en basitinden https://www.ngo-monitor.org/  sitesine bakabilirsiniz ya da bu kötüye kullanımın en bilinen örneği olarak Türkiye’de de yakından tanıdığımız ve Doğu Avrupa’da kapılarına kilit vurulan Açık Toplum Vakfı, Venezuela’da vatana ihanetten yargılanan Sumate mensupları vs için bkz https://www.globalpolicy.org/component/content/article/176/31425.html)

(6)(kaynak new York Times gazetesi.  https://www.nytimes.com/2020/05/31/us/george-floyd-protests-white-supremacists-antifa.html) .