Elbruz’un zirvesine yolculuk

İşte zirvedeyim. Bugüne kadar çıktığım en zor tırmanıştayım. En yüksek değil elbette. Demavent Elbruz’dan bir 30 metre daha yüksekti ve iki sene önce oradaydık. Zirve noktası yamalı bohça gibi. Her gelen bir şey sarıp bırakmış. Soner ise Tibet’in göbek bağını gömüyor bir törenle.

CEM ERGÜN

Terli sağrısı ay ışığında parlayan Kafkas kısrağın üzerine atladığımda alnımdaki ter de iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Ak renkli kısrak sabırsızdı ve gecenin bir yarısında ileriye doğru atılmak için karları eşeliyordu.

Daha haykırışımı duymadan art ayakları üzerinde yaylanmış, sessizliği bozmadan ileri atılmış çoktan Cheget yönünden Azau’ya doğru yola koyulmuştu.

Gece bembeyazdı.

“Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…
Atları…
At…

(Salkım Söğüt, N. Hikmet)

Hangi yöne gittiğimizi, nasıl bir coğrafyanın nasıl bir köşesine ulaştığımızı anlayamadan

Baksan vadisinin iki yanında uzanan kayalıkların  arasından akıp giden suyun peşi sıra yükseldim Azau’ya doğru. Ay vardı ve yıldızlar yanıyordu gecenin sessizliğinde… Uzaklarda bilmediğim bir hayvan uzun uzun ses verdi. Bir yıldız kaydı ve gece bitip tükenmez ırmağın seslerinde akıp gitti… Gece güne devrilmek üzereydi…

Gözlerimi açtığımda, karşımdaki üçgen pencerenin içinden yukarı doğru yükselen kalın çam ağaçlarının arkasından gelen bu seslere takıldım önce. Yerimden kalkmadan uzun uzun ağaçların iriliğini, göğe yükselen gövdelerini izledim. Sonra sesleri dinledim yine bir süre. Yapraklardaki titremeyi, bir yerlerden akan, bir yerlerden dökülen suyu…

Önce nal seslerini duydum. Sonra bir at kişnedi. Uyku arasında sırtında gider gibiydim… Uzandım ve baktım; ard arda sıralanmış yükseliyorlardı yeşil bir yamaçtan yukarıya doğru. Ama en öndeki uykumdaki gibi ak bir kısraktı ve saçları omzuna dökülmüş bir kadın vardı üstünde. At benim kızıl boylara doğru sürdüğüm kısraktı ve sağrısındaki ter aynı terdi. İkisi de çıplaktı.

Uyku(suzluğu)mun içinde uyandım.

Sabahın ilk ışıklarında, derin uykularda yüzen Soner ile Konuralp’in soluk alıp verişleri. Sağa sola dönüp durdum, pencereden içeri dolan gün uzadı ve dostlarımın sesleri hafifledi. Gün ilerlemişti artık.

Önceki gün, gecenin ilerleyen saatlerinde, tuvaletinde sigara içilen, telefonların kapatılmadığı ve tekerleklerinin yere değmesiyle birlikte “hurraaa, hurrraaaa” sesleriyle pilotu alkışlanan o acayip dolmuş-uçaktan Nalchik adlı küçük bir havaalanında inmiş, karşılayıcımız Marat’la buluşup hangi yöne gittiğimizi, nasıl bir coğrafyanın nasıl bir köşesine ulaştığımızı anlayamadan, yanımızdan akan derelerden, karanlıkta sağlı sollu yükselen tepelerden karma karışık sesler arasında aşarak gelmiştik buraya…

Karanlıkta ikram edilen bir kahveden sonra geceyi geçireceğimiz, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir odada, Azau’daydık artık. Azau, bizi dağa, Elbruz’a taşıyacak yüksekliklerin de ilk noktasıydı aynı zamanda. 

O karma karışık sesler ve uzayan görüntülerden uzaklaşarak güne döndük. Gün henüz net değildi; buzulların beyaz çatlaklarının arasından bilmediğimiz bir yöne doğru ilerleyecek, bilmediğimiz bir yerlere doğru uzayacaktı, hayat ve onun bilinmezlikleri gibi.

Bir Ukrayna türküsünün nağmelerinde

Sabah Azau’da kahvaltımızı yaptıktan sonra 30 kiloya ulaşan çantalarımızı sırtlayarak teleferiğe atladık. Üç aşamalı yolculuğumuz süresince keyifli manzaraların bizi beklediğini hissederek fotoğraf makinelerimizi hazırladık. Altımızda yeni yapılmaya başlayan kayak pisleri, iş makineleri ve ufkumuzu dolduran dağlar, dağların arasında Baksan vadisi…

İkinci teleferik istasyonunda Milli Park görevlilerine yakalandık. 3 bin Ruble’den (100 USD) oluşan giriş ücretimizi ödedikten sonra yolumuza devam ederek 3800 metredeki Garabashi kamp alanına ulaştık. Kısa bir mola verip Elbruz’un önümüzde uzayıp giden yolunu ve bütün ihtişamı ile yükselen zirvesini seyrettikten sonra buzulların üzerinde rahat yürüyebilmek için kramponlarımızı giyindik. Güneş buzda parlıyordu. Dağın havası ciğerlerimize dolmaya başlamıştı bile.

Gün henüz net değildi; buzulların beyaz çatlaklarının arasından bilmediğimiz bir yöne doğru ilerleyecek, bilmediğimiz bir yerlere doğru uzayacaktı, hayat ve onun bilinmezlikleri gibi.

Bizimle beraber üst kamplara yürüyenler, yukarıdaki kamplardan inenler, zirveden dönenler, aşağıya ya da yukarıya birilerini taşıyan kar araçları… Aşağıda bu kadar kalabalığı bir arada görmemiştik. Burada kalabalık Azau’dan fazla. Kendimizi fazla yormamaya dikkat ederek ağır adımlarla Priut-11 kampına doğru yol almaya başladık. Önümüzde Elbruz, ardımızda Zümrüt-ü Anka’nın Kafkasları, Cheget, Uşba, Azau zirvesi ve buzullar, buzullar, buzullar…

Bazen asla eşitlenmeyecek sevgiler yaşarız. Biri hep en çok sever. Diğeri ya sevmez ya da az sever… Bu sevgi de öyle bir şey işte. Sadece seviyoruz dağları, onun bizi sevmeyeceğini bilerek. Ve asla tehlikelerini, sinsiliklerini, soğuk yüzünü bizden esirgemeye çalışmayacağını düşünmeden…

Priut-11’e çadırları kurduktan bir süre sonra kulağımıza tanıdık konuşmalar geldi. Birileri Türkçe konuşuyordu. Az yukarımızdaki çadırın, bizden birkaç gün önce bölgeye gelen Anadak’tan Murat, Selim ve İsmail’e ait olduğunu gördük. Selamlaştık. Biraz yukarıdaki barakalarda Ertuğrul Melikoğlu ve Explorer ekibi konaklıyordu. Explorer çarşamba sabahı, Anadak ekibi perşembe, biz (İstanbul Dağcılık Kulübü) ise cuma çıkış yapacaktık. Haydi hayırlısı…

Gün buzulların üzerinden ağır ağır kaybolurken hava soğumaya başladı, gökyüzünde yıldızlar birer birer yandı ve Uşba gözünü gözümün içine dikerek ışıldamaya devam etti. Asla eşitlenmeyecek sevgi böyle bir şey olsa gerek. Çektim tulumun fermuarını uzaktan gelen bir Ukrayna türküsünün nağmelerinde, dağda olmanın heyecanı ile uykuda kayboldum.

Hava ya açmazsa, ya fırtınanın içinde kalırlarsa? 

Çarşamba.

Sabah güneşinin çadırımı ısıtmaya başlamasıyla artık daha fazla tembellik yapmamam gerektiğini düşünerek önce tulumu, sonra da çadırı terk ettim. Yine birileri ekipler halinde yukarılara gidiyor ve birileri toplanmış, aşağılara, Azau’ya doğru dağı terk ediyordu. Soner ve Konuralp de kalkınca Yasemin’le kahvaltımızı hazırlamaya koyulduk. Kahvaltımızda ne ararsanız var: Peynir, zeytin, domates, Uşba, Cheget, Elbruz ve diğerleri ve buzullar… Gel de doyma…

Kahvaltıdan sonra hazırlığımızı tamamlayarak aklimatizasyon için Pastukhova kayalıklarına kadar yürümek üzere kamptan ayrılıyoruz.

Ayaklarım mesli botlara rağmen üşüyor. Parmak uçlarım sanki benim değil. Tırmanış ilerledikçe ısınacağını düşünüyorum.

Tam Priut 11’i terk edip üstteki sete çıkmıştım ki; yaklaşan paletli bir kar aracından kadınlı, erkekli ve çocuklu bir grup indi. Önce bağrışıp neşeli sesler çıkarttıktan sonra üzerlerini soyunup iç çamaşırları ile kaldılar. Bu durum buraya gezmeye gelen kişilerde bir gelenek sanki. Uzaklaşırken geri dönüp baktığımda bir tanesi iç çamaşırını da indirmiş objektife poz veriyordu. Bu başka bir şekilde yükseklik çarpması olmasın sakın?

Kayalıklara ulaştıktan sonra uzun bir seyir molası verdik. Sonra derelerin oluştuğu buzulların arasından inerek kampımıza geri döndük. Fotoğraf çekimleri, can sıkıntılı atıştırmalıklar, yine uzun uzun dağları seyretme ve yine yat vakti…

Perşembe.

Sabah hava yine çok güzel. Bugün kampta dinlenme günümüz. Bugüne kadar sorunsuz devam eden hava yarın sabah da sorun çıkartmazsa zirveye doğru yükseleceğiz. Dün çıkış yapan Explorer ekibinden 4 kişi zirveye ulaşabilmişti. Dört fire var. Bakalım bugün giden Anadak ekibi ne yapacak. Umarım başarırlar. İşlerini biraz daha kolaylaştırmak için kar aracı ile sabah 04:00 gibi Pastukhova kayalıklarınını altına kadar giderek tırmanışa 4.500 metreden başlamanın avantajını elde ettiler.

Evet, bugün tembeliz. Kahvaltı yapacak ve tüm gün yan gelip yatacağız. Rotada gidip gelenler çok küçük, hareket eden zerrecikler gibi görünüyor buradan. Yarın bu saatlerde bizde oralarda olacağız.

Geldiğimiz günden beri önce Kafkas dağları üzerinin her iki yanından toplanmaya başlayan bulutlar, yavaş yavaş çoğalarak Elbruz’u öğlen sularında kapatıyor. İlerleyen saatlerde dağ yüzünü gösterse de; o kapalı kaldığı saatler yine de insanı ürkütüyor. Ya açmazsa? Ya insanlar fırtınanın içinde kalırlarsa?

Sırtüstü uzanmış, başı geriye doğru gitmiş ve iri göğüsleri gökyüzüne dikili Elbruz

Bugün biraz daha erken toplanmaya başladı bulutlar. Havada fırtına kokusu var gibi. Gelse ve gitse yine sessizce… Sinsi olmasa… Gelse, ama kalmasa… (Zirve için yedek bir günümüz olsa da, bir an önce yukarıya gitmek için sabırsızlanıyorum galiba).

Kamp yerimiz kalabalıklaşmaya başladı. Ukraynalı bir grup daha geldi. Uzaktan gördüğüm kadarıyla bir taraftan da eğitim yapıyorlar sanki. Düğüm çalışıyorlar ellerinde ip parçaları…

Matlarımızı buzun üzerine atıp güneşlenmeye başladık. Ve çekirdek çitledik tabii. Sonra tansiyon ölçümleri, enerji yiyecekleri ve fotoğraf çekimleri… Gözüm gidip gelip Uşba’ya takılıyor. Yok, yok boşver beni zorlar!…

Önümüzde Elbruz, ardımızda Zümrüt-ü Anka’nın Kafkasları, Cheget, Uşba, Azau zirvesi ve buzullar, buzullar, buzullar…

Tansiyonlarımızı ölçerken tam yüklü olarak yakınımıza gelen Rus dağcı kendisininkini de ölçmemizi istedi. Bu arada Konuralp’e burnunun kanadığından bahsetmiş. Sonuç korkunçtu. İnanılmazdı. Yüksek tansiyonu 20’yi gösteriyordu ve burun kanaması normaldi. Üç kişilerdi, sanırım yukarı kampa gitmeye niyetlilerdi. Ancak burun kanaması yüzünden alçalarak Priut 11’de kalmaya karar vermişlerdi. Daha sonra yeniden ölçtüğümüzde tansiyonu normale yaklaştı.

Bu arada İsmail kampa geldi. 5200 metreden geri dönmüş. Çok yorulmuş. Murat ve Selim devam etmişler. Ve akşamın ilerleyen saatlerinde yorgun argın onlar da geldiler. Zirve tamamdı, kutladık. Artık sıra bizdeydi…

Hava kapattı. Önce kar olarak düşen yağış bir süre sonra yağmur’a döndü. Gökyüzü ve dağlar tümden kapalı. Yağmur tekrar kara döndü. Hava açmazsa yedek günü bekleyeceğiz. Ara sıra çadırdan başımı çıkartıp yukarılara bakıyorum. Umut yok.

İşte nihayet bir yıldız gördüm. Hava açacak gibi. Girdim tulumun içerisine; uyumam lazım, gece yolculuk var. Keçileri saydım duruyorum. Yine en çok o kara keçi atlıyor çitin üzerinden. Kim bilir beldi de hep onu sayıyorum keçiler arasında…

Ukraynalılar marş söylüyor galiba. Yağış durdu. Yağmasın artık. Hava açsın ve gidelim. Nasıl yapmalı ne etmeli de gidebilmeli Elbruz’a… Sırtüstü uzanmış, başı geriye doğru gitmiş ve iri göğüsleri gökyüzüne dikili yatıyor orada, tam 1600 metre yukarıda…

Uyumuşum.

Saatin sesi ile biraz daha tembellik yaptım tulumdan çıkmadan. Biraz daha uyusam mı? Dışarıda yağış yok. Çıkartıyorum başımı dışarı, gökyüzü yıldız dolu. Gülümsüyorum. Sonra çorba için sıcak su ve çadırda Yasemin ile kahvaltı. Çantalar hazır zaten. Zaman yola düşme zamanı. Zaman Elbruz’a zirve zamanı. Nasıl yapmalı sorularının unutulduğu zaman. Zaman eylem zamanı…

Bitirsek ve gitsek çadıra derin derin uyusam

 Cuma, Saat 02:15.

Kampı terk ediyoruz. Kramponlarımız ayağımızda, ancak geri döndüğümüzde çıkacak ayağımızdan. Kazmalar henüz çantaya bağlı ve yükseliyoruz yavaş yavaş. Ayaklarım mesli botlara rağmen üşüyor. Parmak uçlarım sanki benim değil. Tırmanış ilerledikçe ısınacağını düşünüyorum. Zaten birkaç saat sonra güneş de doğacak. Sonra tüm gün güneş altında olacağız. Pastukhova kayalıklarını geçtik. Kayalıkların çevresi çadırlarla dolu. Bazılarında yola çıkma hazırlıkları yapılıyor. Ve gecede derinden alınan nefesler ve esen rüzgarın sesi var. Ayaklarım donuyor. Artık parmaklardan da ileriye gitti hissizlik. Hava aydınlanmaya başladı. Güneş sağ tarafımızdaki sırttan göründü görünecek.

Çok yoruldum, çok uykum var. Sanki akşamdan kalma gibi çakır keyif hissediyorum kendimi.

Ayaklarım ile ilgilenmem lazım. Önden giden arkadaşlara durumumu anlatıp, çantamı karlar üzerine bırakarak oturuyorum. Çantamda yedek kalın çoraplar var. Botları çıkartıp bir süre ayaklarımı ovaladıktan sonra çorapları giyiniyorum. Daha iyi gibiler. İlerledikçe hissin artacağını düşünerek tırmanmaya devam ediyoruz. Diagonal hattayız. Uzun ve zahmetli bir geçiş. Sağ tarafımız Elbruz’un küçük zirvesi. Kocaman bir kütle gibi duruyor. Başımda hafif bir ağrı var. Uykumu alamadığımı düşünüyorum. Bir saat daha uyuyabilsem iyiydi! İlerliyoruz. Konuralp ve Yasemin biraz öndeler. Soner ile biz arkadan geliyoruz. Nihayet Saddle denen bölgedeyiz. İki zirveyi bir birine bağlayan “degaje” bölgesi. Mola ve dinlenme bölgesi. Diğer ekipler de burada mola vermişler. Birçok ekip çantalarını burada bırakarak tırmanışı sürdürmüş. Başım ağrımaya devam ediyor. Benzer belirtiler arkadaşlarımda da var. Fazladan bende bir de derin bir uyku hali var. Bitirsek ve gitsek çadıra derin derin uyusam. Çantaları Saddle’de bırakmaya ve gerekebilecek malzemeleri bir çantaya toplayarak yanımıza almaya karar veriyoruz. Konuralp çantayı yükleniyor ve başlıyoruz zirvesi görünmeyen kütleye doğru dik tırmanışa. Güneş ve çevrenin bitmez tükenmez beyazlığı çok rahatsız ediyor. Sırta nihayet çıktım. Hani zirve nerede? Ben buraya çıkınca zirve ile karşılaşacağıma kendimi şartlandırmıştım oysa? Yasemin ve Konuralp görünürde yok. Soner ise az ileride. Solda görünen yükselti iyi ki zirve değilmiş diye geçiriyorum ilerlerken içimden. Ve önümdeki küçük sırtı aşınca zirveyi görüyorum. Nihayet! Çok yoruldum, çok uykum var. Sanki akşamdan kalma gibi çakır keyif hissediyorum kendimi.

Bulutlara dokunarak yürüyoruz. Ve hava kapatıyor tipi başlıyor sonra

İşte zirvedeyiz. Zirvedeyim. Bugüne kadar en zor çıktığım tırmanıştayım. En yüksek değil elbette. Demavent Elbruz’dan bir 30 metre daha yüksekti ve iki sene önce oradaydık.

Zirve noktası yamalı bohça gibi. Her gelen bir şey sarıp bırakmış. Soner ise Tibet’in göbek bağını gömüyor bir seremoni ile. Ve fotoğraf, video çekimleri…

Biraz dinlenme ve geri dönüşe hazırlık. Bir an önce gitmekte fayda var, çünkü bulutlar yakınlaşmaya başladı bile. Fazla hızlı olmayan bir inişle Saddle bölgesine geliyoruz. Çantaların yanında mola vererek bir şeyler yiyor ve içiyoruz. Pek iştahımız yok gibi. Devam ediyoruz…

İşte zirvedeyiz. Zirvedeyim. Bugüne kadar en zor çıktığım tırmanıştayım, 5642 metrede.

Diagonal’dan inerken sis bastırıyor. Aslında sis değil dağı ve bizi çevreleyen bulut bu. Buluta dokunarak yürüyoruz. Hava kapatıyor ve tipi başlıyor sonra.

Pastukhova kayalıklarının üzerine kadar birlikte yürüyoruz ekip olarak. Sonra ben izin isteyerek hızlandım. Yolda akan bir buz deresinden sularımı doldurarak kendimi kampa attım. Çok yorgun ve uykusuzum. Ve yükseklik sarhoşuyum. Uzansam uyusam yirmi dört saat hiç uyanmasam… Arkadaşların her an geleceklerini ve aç olduklarını bildiğim için hemen su ısıtıp, yemek hazırlıklarına girişiyorum. Bir tencere dolusu makarna herkese yeter. Bununla idare etsinler artık. Yarın akşam onlara “şaşlık” ısmarlarım Azau’da… Bekliyorum gelen giden giden yok? Meraklanmaya başlıyorum. Bu ana kadar iki kez gelmeleri lazımdı, yoklar. Ayaklarım çadırın dışında uzanıyorum tulumun üzerine doğru, derken geliyorlar… Yemeklerini verdikten sonra atıyorum kendimi tulumun içine ve pes ediyorum uykuya.

7 Ağustos Cumartesi.

Gökyüzü pırıl pırıl. Arada bir gözümü açsam da, gece güzel bir uyku çektim. Dinlenmişim. Ancak sarhoşluğum devam ediyor. Yine akşamdan kalma gibiyim. Aşağı inince geçer diye düşünüyorum. Bir taraftan bir şeyler atıştırırken, bir taraftan da toplanıyoruz artık. Anadak’lı arkadaşlar biz dağdayken toplanıp indiler. Muhtemelen karşılaşacağız aşağıda. Onlar da aynı yerde kalıyor çünkü. Çadırları söküyoruz ama gözümüz karşıda, muhteşem görüntüde, sıradağ gibi duran silsilede, Uşba’da. Gidip gelip fotoğraflar çektiriyoruz, çekiyoruz.

Çadırları söküyoruz ama gözümüz karşıda, muhteşem görüntüde, sıradağ gibi duran silsilede, Uşba’da. Gidip gelip fotoğraflar çektiriyoruz, çekiyoruz.

Ve iniş zamanı… Çantalar sırtta, son bir grup fotoğrafı yamaçta. İlerliyoruz Garabashi’ye doğru. Yanımızdan yine dağa çıkanlar, dağdan dönenler geçiyor. Paletli kar araçları dolmuş gibi çalışıyor. Garabashi’de kalabalık bir genç grup var. Kızlar bikini ile fotoğraf çekiniyor karlar üzerinde. Sonra atlıyoruz sıra ile teleferik dizisine ve Azau’ya iniyoruz. Dağ ve macera yukarıda kaldı. Maceranın bu bölümü sona erdi.

Terskol, “Ters kol”, Baksan, “Bak sen” demektir

Larissa’nın motelindeyiz işte yine. Duş alıp yıkanıp paklanacağız. Şaşlık yiyecek ve 5642 markalı biradan içebileceğiz. Eski odamız dolu. Murat’lar kalıyor. Selamlaşıp ilerleyen saatlerde Terskol’e birlikte gitmeye karar veriyoruz. Yemek yiyecek ve kutlayacağız.

Azau’dan Terskol’e yürüyerek gidiyoruz. Baksan Vadisi’nin bu taraftan girişi olan Azau’dan itibaren yürüyoruz. İki tarafımız da ağaçlık ve dağlarla çevrili. Yukarılardan dökülen buzul şelaleleri aşağıdaki nehre karışıyor… Yol sonu gelmez bir güzellikle çevrili. Zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz. Önce bir miktar dolar bozdurup ruble alıyoruz. Sonra bir lokantaya dalıp yemeklerimizi söylüyoruz. Terskol pizzası, şaşlık ve 5642 marka bira elbette…

Burada tanıştığımız Yakub’un bir süre Trabzon’da kaldığını öğreniyoruz. Birkaç ay Tömer’de dil öğrenmiş. Amacı okumakmış ama eğitim masraflı olmaya başlayınca geri dönmüş. Bölgedeki yaşayan Balkar Türkleriyle birkaç kelime ile anlaşabiliyoruz. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde onlar da hemen Balkar olduklarını söylüyorlar…

Artık geri dönüp dinlenmeye çekilme zamanı. Geldiğimiz yolu o yorgunluğumuza rağmen yine de yürüyoruz. Yol yürünesi güzellikte çünkü. Durak, Madam Larissa’nın moteli ve uyku…

Pazar.

Gecemizi de Azau’da geçirmeye karar verdik. Çünkü Nalchik’te oteller çok pahalı. Bir taksici ile anlaştık, Muhtar Cebel. Muhtar emekli bir polismiş. Taksicilik yapıyor ve Türkiye’de bir süre kalmış. Kolay anlaşıyoruz.

 

Pazar sabahı Muhtar bizi motelimizden aldı. Nalchik’e doğru yola çıktık. Günümüzü hem Nalchik’te hem de güzergahımızdaki görülebilecek yerleri dolaşarak geçirdik. Hoş lisanı ile Muhtar, gün boyunca bize rehberlik yaptı. Sonra yine Azau ve motelimiz.

Pazartesi.

Artık maceranın sonuna geliyoruz. Gitme vakti. Madam Larissa ile vedalaşıyoruz. Azau ile de… Önceki gün konuştuğumuz Muhtar, Nalchik havaalanına bırakması için bir minibüs ayarlamış bizim için. Kahvaltımızı önceki akşam soluklandığımız köyde yapmak üzere yola çıkıyoruz. Azau’yu terk ederek Baksan vadisinde ilerliyoruz. Muhtarın söyledikleri geliyor aklıma:

– Terskol, “Ters kol” demektir. Baksan, “Bak sen” demektir. Düşündün mü? (Anladın mı?)

Gülümsüyorum…

Yeniden Nalchik havaalanındayız. İşlemler sırasında son kontrolde Polisin azizliğine uğradım. Pasaporttaki fotoğrafı bana benzetemeyince bir süre beklettiler. Yanımdaki başka kimlikleri göstermek işe yaradı sanırım ki, nihayet mührü basarak yol verdi.

Gelirken en sonda sağdaki sırada, cam kenarında oturduğum uçak-dolmuşun dönüşünde en önde soldaki sıranın cam kenarında tamamlıyorum yolculuğumu. Nalchik’ten havalandıktan bir süre sonra penceremde görünen Elbruz’a el sallayarak vedalaşıyorum…

Yükseklik sarhoşluğumu memlekete götürüyordum artık.

Yüzüm dağlara dönüktü ve dağlar benimdi…    

***

2-9 Ağustos 2010 yılında Yasemin, Soner ve Konuralp’le gerçekleştirdiğimiz tırmanışta, ekibimizde malzeme olarak GPS, kazma, krampon, 50 mt ip, emniyet kolonu, ATC, HMS, buz vidaları, ekspresler ve yardımcı ipler bulunuyordu.

Elbruz.

5 bin 642 metre yüksekliğindeki Avrupa’nın en yüksek dağı olan ve iki zirvesi bulunan Elbruz, Kafkas Dağları’nın kuzey eteklerinde, Terek Irmağı havzasında, Balkar Türklerinin yaşadığı Kabardey-Balkar Cumhuriyeti-Rusya’dadır. Yüzölçümü 12.500 km kare, nüfusu 786 bin, başkenti Nalchik olan ülkede Kabardeyler, Balkarlar, Ruslar, Ukraynalılar ve Kazaklar yaşamakta, Kabardeyce, Balkarca ve Rusça konuşulmaktadır. Kara, Hava ve Demiryolu ile ulaşılabilen ülkenin başlıca kentleri Baksan, Tırnauz, Nartkala, Mayskıy, Zolskıy, Prohladnıy, Terek’tir.

Ayrıntılı bilgi için:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Elbruz_Dağı

PAYLAŞMAK İÇİN