Dünyanın Oryantal Dönüşü

14 öyküden oluşan kitapta her öykünün bir giriş kapısı var. Öyküler geçmişle gelecek arasında geçiyor ve şimdiye teyelleniyor. Her biri sonsuzluk dersi sanki. Dil ortalıkta dolaşan dil değil. Anladığımız ama konuşamadığımız dil. Her öyküde bir yılkı atıyla, ya da zamanın kanatlarına bindirerek çağlar öncesine götürüyor sizi yazar.  

HAYRETTİN GEÇKİN

İnsan kimi kez okuduğu bir kitaptan,  dergiden, karşısına geçtiği tablodan, heykelden, izlediği filmden ve/veya dinlediği müzikten öylesine etkilenir ki bu etkiden uzun süre kurtulamaz. Benim de başıma kimi kez değil çoğu kez gelir böyle şeyler. Bir şey sorsalar duyamam, bir şey anlatsalar anlayamam kafamda bu etkilenmeleri belli bir yere koyana kadar. Önceden beni etkileyen şeyleri her önüme gelene anlatmaya kalkışmak gibi bir huyum vardı. İsterdim ki bildiklerim, gördüklerim, öğrendiklerim yalnızca benim bildiğim, gördüğüm, öğrendiğim şeylerden ibaret olmasın… Bu huyum bazılarının abarttığıma dair arkamdan yaptıkları dedikodu yüzünden tam olarak değil belki ama büyük ölçüde geçiverdi.

Bir keresinde  William Faulkner’in bir kitabında rastladığım “Edebiyatın yaptığı şey, gece yarısı bir dağ başında yakılan kibritle eşdeğerdir. Bir kibrit çok az ışık verir ancak çevrenin ne kadar karanlık olduğunu görmenizi sağlar,” sözünü öğrencilerime, öğretmen arkadaşlarıma, hatta bir yolunu bulup pazarcılara bile aktarmaya çalışırken gülünç duruma düştüğümü anımsıyorum. İçtenliğime yönelik bir saldırı gibi gelmişti bana bu olay.

1980’li yıllardı, içerden çıkalı epey olmuştu.  A. Kadir’in;

seni benden ne bu kapı ne bu duvar ayıracak
seni ne bu kara kara gelen ölüm”

dizelerini evin içinde sesli sesli okuduğum bir sabah, odanın duvarları mı ihbar etmişti ne, bilmem kaçıncısıydı, arama yapmak üzere polis çalmıştı kapımı. Uzun süre dalga geçmiştim kendimle bu olay yüzünden.

Hayat bunları her gün acımasızca anımsatıyor

Bir keresinde de rastgele bir yerde, yeri de değilken Arif Damar’ın;

“Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

dizelerini okuduğumda bir arkadaşımın uyarısına uğradığımda ipin ucunu kaçırdığımı anlamıştım artık. İnsan daima öğreniyor.

Böyle olduğu için kimseyi suçladığımı sanmıyorum! Kimseye kızdığımı da… Kaldı ki günde en az üç kadının öldürüldüğü, şort giyen kadına “orospu” denildiği, onun bunun malına çökmenin, yetim hakkı yemenin, halkı soymanın, yolsuzluk yapmanın dinle, ırkçı milliyetçilikle örtüldüğü bir ortamda; 6-7 Eylül’ü, Kahramanmaraş ve Sivas katliamlarını, Kanlı 1 Mayıs’ı başarmış ve  12 Eylül’ü seyretmiş bir toplumda; ve/veya derelerin kurutulmasına, ormanların yakılmasına, dağların delik deşik edilmesine seyirci kalmış bir halkın arasında yaşadığımı akıl edebilmemden daha doğal ne olabilirdi! Akıl edebilmem gereken bir şey daha vardı: Salt devlet yapılanmasında değil halkımızın ruhsal yapısında da faşizmin kol gezdiği… Hayat bunları her gün acımasızca anımsatıyor aslında. Bunları bile bile de her fırsatta şiir okumaya kalkışmak, edebiyattan, sanattan, felsefeden söz etmek, insanlara kitap önermek “saçmalık” değil de nedir!  Ya da siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Anlatmasam olmaz: “Demokrat”, “devrimci”, “solcu”, “sosyalist” olduğunu söyleyen bazı insanlar arasında da bu “saçmalıklar” makbul karşılanmaz. Gülünç duruma düşmeyeyim diye içerdeyken yazdığım şiirleri “bizimkilerden” saklamam geliyor şimdi aklıma. Daha sonraları; “insanlar aç ve açıktayken, baskı altında inim inim inlerken halka şiirden, sanattan ya da kitap okumaktan söz etmek, felsefe yapmak bir hayli gülünç değil mi” diyen birçok “solcu” arkadaş tanıdım. O kesimin de belli bir çoğunluğunun sanatı, edebiyatı hiçe saydığını, öyküye, şiire, felsefeye burun kıvırdığını bilmiyor değilim. Onları tanıdıkça, onlarla aynı ortamları paylaşmak zorunda kaldıkça da “saçmalıklarımı” azaltmaya çalıştım büyük oranda.  

Olur olmaz yerde edebiyattan, sanattan, felsefeden söz etmiyor, şiir okumuyor, kimseye kitap önermiyorum dedim ama bazen de ortamlar birbirine karışınca yapılacak bir şey kalmıyor açıkçası. Hiç unutmam kitap fuarlarından birine imza için gitmiştim, imza sırasında  “eski solculardan”  biriyle göz göze geldik. Hoş beşten sonra kitaplarımı şöyle bir karıştırdı ve elindeki parayı uzatarak; “kitaplarından hangisi iyi ise ondan bana bir tane imzala,” diye buyurdu. Önerisini, benim kitaplarımın hepsi kurtlu, parana yazık etme diyerek geri çevirmeye kalkınca “olmaz olmaz, bu işlerle uğraşıyorsun, benim de katkım olsun,” dediğinde de şaşkınlığım boyumu aşmıştı. Özürü kabahatinden büyük desem bir özür de yoktu ortada.

Saçma sapan birçok konuya girmemin nedeni

Anladığım şu: Salt karşı olmak insanı ne devrimci yapmaya yeter, ne de demokrat yapmaya.  Adil, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya kurma işi; kültürel bir aydınlanma olmadan, sanat edebiyat devreye girmeden, işi belli bir felsefeye yaslandırmadan tek başına siyasal mücadelenin üstesinden geleceği bir iş değil. Kaldı ki 20. yüzyılda halk kitleleri sömürüye karşı ayaklanıp ekonomik hayatlarını siyasi bir güce dönüştürmeye çalışırken, çok büyük olasılıkla içinde bulunduğumuz yüzyılda sermaye sahiplerine değil, artık kendilerine ihtiyaç duymayan sermaye sahiplerine karşı ayaklanmaları gerekecek. Bana öyle geliyor ki işlevsizliğe karşı mücadele sömürüye karşı mücadeleden kat be kat daha zordur. Bu aşamada sanatın da Herbert Marcuse’un Estetik Boyut adlı kitabındaki şu sorularına yanıt bulması gerekmektedir: “Sanat kökten ayrım gösteren bir deneyimin dilini nasıl konuşabilir, nitel ayrımı nasıl temsil edebilir? Sanat insan varoluşunun derinlik boyutuna ulaşan kurtuluş imgelerini ve gereksinimlerini nasıl çağırabilir, yalnızca tikel bir sınıfın değil ama tüm ezilenlerin deneyimini nasıl dile getirebilir?”

Uzatmayayım! İyi ki yazıya ve yalnızlığıma çekilmişim diyorum şimdi. Murathan Mungan’ın ifadesiyle olgunlaşmak büyümekten fazla zaman alırmış demek ki. Ha! Bu arada ukalalık yaptığım da sanılmasın. Üzülürüm. İlerleyen yaşıma rağmen yolun başındayım henüz. Ve de biliyorum ki yolum suyunkinden uzun.

“Çok faşist yağmurlar yağıyor! Sanırım kocaman bir şemsiyenin altında toplanma zamanı” diyen Ferhan Şensoy’u kaybettiğimizin acı haberini aldığım sırada Esen Yel’den bir kitap geçti elime: “Dünyanın Oryantal Dönüşü”.

Bu yazıyı kaleme almamın, bir bakıma sizlere iç dökmemin, saçma sapan birçok konuya girmemin nedeni işte bu kitap.  Bu kitapta A.Kadir’in ve Arif Damar’ın yukarıda sözünü ettiğim ve bir zamanlar dilime pelesenk olmuş dizelerini buldum. Şaşkınlıktan oracıkta kaldım. Eskiden olsaydı kim bilir kimlere telefon açar, ileti gönderirdim bu ilginç karşılaşmayı anlatmak için. Yaşadığım acıyı, yaşadığım sevinci; umudu, umutsuzluğu, beni yeni kendime götüren süreçleri, anılara dalıp tırnaklarımın arasına dolan kumları, dizlerimi yaralayan çakıl taşlarını nasıl anlatabilirim, kime anlatabilirim ki şimdi? Bu yazıyı kaleme almamın ve Esen Yel’in Dünyanın Oryantal Dönüşü adlı kitabından söz etmemin nedeni salt bunlar da değil. Kitaptaki metinlerin kurgusu çok çarpıcı. Sanat disiplinlerinin hemen hemen hepsinden yararlanılarak, onları ustalıkla birbirleriyle kararak yeni bir öykü türü elde ettiğini söyleyebilirim Esen Yel’in. Onun çok önceden okuduğum mizah öykülerinden oluşan Zıkkımın Peki, Komünistleri Tanıyan Köpek adlı kitaplarından, Dünyanın Oryantal Dönüşü adlı kitabından etkilendiğim kadar etkilenmiş miydim, doğrusu hiç anımsayamıyorum.

“Kalemler girdi kına, kılıçlar çıktı kından”

Dünyanın Oryantal Dönüşü de güldürmeye değil; düşündürmeye, estetik haz ve beyin zevki yaşatmaya yönelik olsa da bir bakıma yine de mizah öyküleri. Kafka’nın; “abartıyorum çünkü anlaşılmak istiyorum” sözünden yardım alarak kitap hakkında birkaç şey söyledikten sonra kitaba, edebiyata, sanata ve yalnızlığına sığınanlara rahatlıkla önerilebilirim Dünyanın Oryantal Dönüşü’nü.

14 öyküden oluşan kitapta her öykünün bir giriş kapısı var. Öyküler geçmişle gelecek arasında geçiyor ve şimdiye teyelleniyor. Her biri sonsuzluk dersi sanki. Dil ortalıkta dolaşan dil değil. Anladığımız ama konuşamadığımız dil. Her öyküde bir yılkı atıyla, ya da zamanın kanatlarına bindirerek çağlar öncesine götürüyor sizi yazar.  Şiire, masala, söylencelere ve tarihe dokunuyorsunuz. Üstünüz başınız düş içinde. Karşınızda bir fotoğraf var, bir yontu var, bir tablo ya da. Tabloda kullanılan renklerin tamamı büyülerden edinilmiş. Dinlenmek için bir filmin içine giriyorsunuz adeta. Bir labirentten geçerken kendinize, yeni kendinize varıyor, bir an sözcüklerin olmadığını düşünüyorsunuz sanki. Kitap bitiyor ve o an kesilmiş ot gibi kalıyorsunuz.

Yaşadığınız gerçekliğe geldiğinizi şu dizeler söylüyor size, “inişe geçtiniz” dercesine.

“Kalemler girdi kına, kılıçlar çıktı kından
Ölümler bekliyorduk bu gerici akından.”          

PAYLAŞMAK İÇİN