Dünyamıza hayat veren mucize bileşim

Uzaydan, yıldızlardan veya mucizevi bir şekilde şu anda bilemediğimiz bir kaynaktan başka su gelmeyecek. Ne kadar suyumuz varsa dönüp dolaştırıp onu veriyor bize dünyanın ve doğanın işleyişi.

LEYLA TUNÇ YELTİN

Dünyamızdaki suyun, yeryüzü ve gökyüzü arasında dolaşmasına “su döngüsü” denir. Bu kapalı bir sistemdir. Yani, bu sistem içinde dönüp durandan başka suyumuz yok. Uzaydan, yıldızlardan veya mucizevi bir şekilde şu anda bilemediğimiz bir kaynaktan başka su gelmeyecek. Ne kadar suyumuz varsa dönüp dolaştırıp onu veriyor bize dünyanın ve doğanın işleyişi. Çevreyi yok ettiğimiz, zehirlediğimiz, döngü içindeki unsurları işleyemez hale getirdiğimiz müddetçe zararı biz göreceğiz. Çünkü biz dünyanın döngüsünün üzerinde bir konumda değiliz, bu döngünün herhangi bir unsuruyuz.

Gelin bugün gündelik koşturmacanın tatsızlıklarından sıyrılalım. Kadim zamanlardan bu yana dengeleri koruyan, her şeyi yaratan dört elementten biri olduğuna inanılan “Su”ya bakalım. Ama suya, kendimizi ve geleceğimizi görmek için değil, suyun kendisini görmek için bakalım. Çünkü su, mistisizmin derinliklerine hiç girmeden, fizik ve kimyanın en dünyevi koşullarında bile sihirlidir. Ve bu sihir bize hayat verir. Evet, bugünkü yazımız dünyaya hayat veren su.

Bu konuda yazma kararını Edremit Körfezi’nin, tatlı su kaynaklarının da karışmasıyla her daim serin olan sularının bulanık ve yabanıl dalgalarına bakarken aldım. Kararı alması kolay -ve o güzel manzara karşısında biraz da romantik- ama uygulaması zordu. Çünkü su konusu deryalar kadar geniş bir konu.

O yüzden öncelikle bu konunun neresinden ne kadar tutacağımı belirlemem; çok dağılmadan, boyumu aşan pek çok kısmı dışarda bırakarak bir çerçeve çizmem lazımdı. Konu çok geniş olunca kendimi içinde az çok rahat hissetmemi sağlayacak çerçeve dar oldu.

Bu dar çerçeve bile internet ortamı için uzun sayılabilecek bir metne dönüşecektir. O nedenle yazımı iki bölüm şeklinde tasarladım. İlk bölüm kimyasal ve fiziksel anlamda suyun eşsiz ve farklı özellikleri ile yaşama sunduğu katkı üzerinde bir güzelleme olsun dedim. Biraz bilimsel takıldım yani.

İkinci bölüm ise (sanırım birkaç haftaya kadar sizlerle buluşur) daha romantik, mitolojik, dinsel, sanatsal olacak diye umuyorum.

32 değil 2 kısım tekmili birden… Buyurun bakalım, ilk bölüm aşağıda.

SU NEDİR? TABİİ Kİ H2O

Su, yani H20… taa ortaokuldan beri formülünü ezbere bildiğimiz molekül. İki minik hidrojen atomu bir büyücek oksijen atomu ile birleşiyor ve hopp işte size hem güçlü hem esnek bağlarla birleşmiş nur topu gibi bir su molekülü.

Susuz hayat olmaz. Dünya üzerindeki yaşam suyun varlığına ve döngüsüne bağlıdır.

İnsan türü, bilimsel ve teknolojik gücü yettiğince uzay araştırmaları yapıyor. Uzayda insan yaşamına uygun –ya da uygun hale getirilmesi mümkün görünen- gezegenleri araştırıyor. Bu araştırmalar sadece güneş sistemi ile sınırlı değil. Samanyolu galaksisi ve ötesi de araştırılıyor. Ancak bugüne kadar uzayda insan yaşamına tam olarak uygun bir gezegene rastlanmış değil.

Rastlanmadı diyorum ama tabii aslında uzayda insan yaşamına uygun, hatta çok uygun bir gezegen var. Yaşamı oluşturan tüm unsurların gani gani bulunduğu bir gezegen: Dünya.

Yaşadığımız bu güzelim gezegenin değerini bilmek lazım.

Dünyamızı, az önce kullandığım son derece bilimsel tanımlama ile “güzelim gezegen” sınıfına sokan en önemli unsurlardan biri su.

Türümüz, dünya üzerinde hiç aramadan bolca var diye düşündüğü (ve yanıldığı) için suyu hovardaca kullanıyor. Madencilik, enerji santralleri, ayrıca tarım ve besicilik sanayi için yapılan vahşi sulama gibi faaliyetlerle bir su gezegeni olan dünyamızı çölleştiriyor.

Bunun önlenmesi için fedakârca çaba gösteren sivil toplum örgütleri var. Ne mutlu ki bu platformda da çevre korunması konusunda çok değerli yazılar yazılıyor.

Ben de zaten o konulara pek girmeden hafif ve yumuşak bir şekilde dünyamızın temel direklerinden biri olan suyun ayrıksı, eşsiz ve hoş özelliklerinden bahsedeceğim bugün. Umarım eğlenceli bir yolculuk olur.

YAZIMIZA TUHAF VE KORKUTUCU BİR VARSAYIMLA BAŞLAYALIM

Bu varsayımı Bill Bryson’un ‘Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi” adlı kitabından alıntılıyorum:

Dihidrojen oksidin egemenliği altındaki bir dünyada yaşamaya çalıştığınızı farz edin. Dihidrojen oksit tadı ya da kokusu olmayan bir bileşimdir. Genellikle zararsız olmakla birlikte, özelliklerinin değişkenliğinden ötürü bazen son derece öldürücü bir hal alabilir. Hangi halde olduğuna bağlı olarak, sizi haşlayabilir ya da dondurabilir. Birtakım organik moleküller ile birleştiğinde, ağaçları yapraksız bırakacak ve heykellerin yüzlerini silecek kadar tehlikeli karbonik asitler oluşturabilir. Aşırı miktarlarda dihidrojen oksit kontrolsüzce serbest kaldığında, insan eliyle yapılmış hiçbir binanın karşı koyamayacağı bir şiddetle hücum eder. Onunla yaşamayı öğrenmiş olanlar için bile, çoğu zaman ölüm saçan bir maddedir. Biz ona su deriz.”

Evet, biz ona su deriz. Musluğumuzdan akan, bardakta sakince duran, yaz gelse de girip yüzsek dediğimiz suyu ehlileştirdiğimiz yanılgısı ile yaşıyoruz. Daha yeni mevsim normallerinin üzerinde bir yağmurla nasıl harap olduk. Japonya’daki, Haiti’deki tsunamiler de sudan başka bir şey değildi. Elimizin altında böyle değişken, böyle delişmen bir madde var.

Kokusuz, tatsız, şeffaf bir kimyasal bileşik. Çoğu kaynakta renksiz diye geçer ama kızıl dalga boyunda ışığı hafifçe emdiği için inceden doğal bir maviliği vardır. Evet tabii, denizlerin, göllerin rengi çoğunlukla gökyüzünü yansıtmalarından. Ama yine de kendinden, hafif bir maviliği var suyun. Siz de bilirsiniz bardaktaki su bile uçucu şeffaf bir maviye çalar.

SU, EŞSİZ BİR MADDE

Suyun tamamen kendine özgü nitelikleri, hatta tuhaflıkları var. Bazı durumlarda adeta yerleşik fizik ve kimya kurallarına uymaz, isyankârdır. Bu isyankârlığı varlığını daha değerli kılar.

Evet, işte ilk tuhaflık: Su, yeryüzü üzerinde normal olarak bulunabilecek farklı ısı seviyelerinde üç halde de -katı, sıvı, gaz- bulunabilecek tek doğal maddedir.

Bildiğimiz, kullandığımız su, 100 derecede kaynar ve 0 derecede donar. Sadece, kimyasal yollarla ayrıştırılarak elde edilen saf suyun donma sıcaklığı -48 derecedir.

Suyun kaynama derecesindeki farklılık ise basınçla ortaya çıkar. Deniz seviyesinde 100 derecede kaynayan su örneğin Everest Dağı’nın zirvesinde (8848 metre) 70 derecede kaynar.

Buharlaşma ise bambaşka bir konudur ve her derecede gerçekleşebilir.

İstersek buzluktan katı haldeki suyu alıp sıvı haldeki suyun içine atar ve yavaşça erirken suyu soğutmasını sağlarız. Gaz halindeki su ise, yoğunluğuna bağlı olarak görünür veya görünmez su buharı halinde zaten daima etrafımızda ve her yerde dolaşmaktadır.

Suyun başka hiç bir maddede olmayan tek özelliği de bu değil. Su, maddenin alışılagelmiş kalıplarına uymaz. Oyuncu ve şaşırtıcıdır.

İşte bir başka tuhaflık: Su donunca genleşir.

Diyelim bir şişe suyu buzluğa koyduk. Çoğu madde sıvı halden katı hale geçerken yaklaşık %10 oranında küçülür. Su da soğurken başta normal davranır ve küçülür.

İsyanı +4 dereceye geldiğinde ortaya çıkar. Bu noktadan itibaren hacmi giderek artmaya başlar. Ve donduğunda, eğer şişemiz cam ise ve buzluğa tam doldurup ağzı kapalı şekilde koyduysak -bize bir sürü temizlik işi çıkartarak- şişesini patlatacaktır. Donan su artan hacmini sığdıracak yer bulamazsa kabını güçlü bir şekilde zorlar.

Kimya ve fizik kurallarına aykırı bu davranış sonucunda yaşamsal önemi olan bir durum meydana gelir. Katı hale geçerken gerçekleşen bu hacimsel büyüme nedeniyle katı su yani buz, sıvı sudan hafif hale gelir.

İşte suyun bu asiliği, bu normal dışı davranışı dünya üzerindeki hayatın devamlılığını sağlayan çok önemli etmenlerden biridir.

Su herhangi bir madde gibi davransaydı, okyanuslar, göller donmaya dipten başlayacaktı. Diğer tüm doğal maddelerin aksine buz, sudan hafif olduğu için donma, su yüzeyinin üzerinde gerçekleşir. Buz suyun üzerinde yüzer. Yüzeyi kaplayan bu buz tabakası derinleri aşırı sıcaklık değişimlerinden korur.

O yüzden üst tabaka buzla kaplı olsa bile, aşağıda suyun içinde hayat devam eder. Eğer böyle olmasaydı, ağırlığından dolayı dipten donan büyük su kütleleri belki asla eriyemez, yaşamı destekleyecek ortam oluşamazdı.

Bir diğer yararlı güzellik; yüzey gerilimi.

Her sıvının yüzey gerilimi vardır. Ama suyun yüzey gerilimi diğer sıvıların hemen hemen tamamından daha yüksektir.

Hani iskeleden denize atladığımızda suyu ilk anda yaracak bir sivrilik (balıklamada eller, çivilemede ayaklar) yaratamaz da göbek üstü düşersek her yerimiz kızarır ve acır ya, işte o, suyun yüzey gerilimi nedeniyledir.

Ya da bir bardağı tam ağzına kadar suyla doldurup, sonra yavaşça bir damla daha, bir damla daha eklediğimizde su sanki bardağın üzerinde hafif bir bombeyle yükselir ve taşmaz ya; işte o da yüzey gerilimi nedeniyledir.

Bazı böceklerin ve çok hızlı koşan hafif kertenkelelerin su üzerinde yürüyebilmesi de bu sayededir.

Su molekülündeki bağlar esnek ama güçlüdür. Esneklik suya büyük bir hareket kabiliyeti verir, bağların gücü ise yüzey geriliminin yüksek olmasını sağlar.

Yüzey gerilimi sayesinde bitkiler, kökleriyle metrelerce aşağıdaki suyu yukarılara taşıyabilirler. Gerilim sayesinde su, dağılmadan hızla ilerleyebilir, tırmanabilir.

Yüksek yüzey gerilimi suyun kayalardaki en küçük çatlaklara bile sızmasını sağlar. Donduğunda genleştiği için de kayaları parçalar ve içlerindeki mineralleri doğaya kazandırır, böylece toprak oluşumuna katkı sağlar.

SU HER YERDE

Dünyamız bir su gezegenidir. Gezegenimizin yaklaşık %71’i sudur (aşağıdaki görselde dünya üzerindeki en büyük mavi kürecik), %29’u ise kıtalar ve adalar. Toplam suların %96,5’i okyanuslardadır ve tabii tuzludur. Yani dünyamızdaki suların sadece %3,5’i tatlı sudur (görseldeki bir küçük mavi kürecik).

Bir de, hani az önce tatlı suyun oranıdır diye verdiğim şu %3,5 var ya, işte onun %69’u buzullarda donmuş haldedir. Yani aslında etrafımızda devamlı gördüğümüz, ellerimizi yıkarken, duş alırken bol bol harcadığımız, bahçelerimizi rahat rahat suladığımız su dünyadaki toplam suyun yaklaşık %1’i kadardır (görebiliyor musunuz bilmiyorum ama görselde bir de minicik mavi kürecik var, işte o).

Su gezegeni, mavi gezegen dediğimiz dünyamız temiz tatlı su açısından giderek su fakiri olma yolunda.

Rakamlara devam edelim… Mesela nihai ürün olarak; 1 kilo pirinç için 2497 litre, 1 kilo dana eti için 15bin litre, 1 kilo çikolata için 17bin litre, 1 adet pamuklu tişört için 2720 litre suya ihtiyaç varmış. Suyumuzu korumak için gerek bireysel olarak, gerek baskı grupları oluşturarak çaba göstermemiz gerektiği bu rakamlarla da açıkça görülmüyor mu?

İnsan vücudunun %65’i sudur. Bir bakterinin %75’i, patatesin %80’i, domatesin %95’i sudur. İnsan yaşamsal dengesini korumak için su içmelidir. Hayatta kalmak için havadan sonra insanın en acil ihtiyacı sudur.

İnsan vücudu niye böyle adeta suyla dolu diye soralım ve cevap bizi suyun bir başka eşsiz özelliğine götürsün.

Evet, vücudumuzun yarıdan fazlası su. Neden? Çünkü şart. Çünkü burada suyun bir başka mucizesi çıkıyor karşımıza; maddeleri eritip, içine katıp, taşıması. Su evrensel çözücüdür (universal solvent). Bu müthiş bir özellik. Pek çok çözücü var ama içinde bu kadar çok sayıda maddeyi eritebilen, çözebilen başka bir sıvı yok.

Bu demektir ki, su nerede akarsa aksın maddeleri çözerek onları ayrıştırır ve ortaya çıkan değerli kimyasalları, mineralleri ve besinleri gittiği yöne doğru taşır. Vücudumuzdaki kan ve diğer tüm vücut sıvıları su yardımıyla hareket halindedir.

Suyun insan bedeninde sayısız işlevi var. Oksijeni tüm vücut içinde taşır, atık maddelerden kurtulmamızı sağlar. Sonra, tükürük oluşması ve tüm mukozanın nemli kalması da su sayesindedir. Vücut sıcaklığını dengeler, beynimiz ve omurgamız için darbe emici görev yapar, vesaire vesaire.  Boşu boşuna %65’imiz su değil. Su olmazsa biz de olmayız. Biz suyuz.

Yeryüzünde de aynı işlevi görür su. İçinde çözdüğü tüm değerli maddeleri taşır. Bitkilere taşır, denizlere taşır. Nehir ağızlarında hem bol balık yaşar, hem zamanla tarıma elverişli zengin topraklar oluşur.

İşte bize zaman zaman boşa akıyormuş gibi gelen dereler aslında bütün çevrelerine mineraller, kimyasallar ve değerli besinler taşır. Yer altından uzaklara ulaşarak yağmur almayan bölgelerde bitki ve hayvan yaşamının devamlılığını sağlar. Yüzey gerilimi sayesinde çok uzun mesafeleri az kayıpla katedebilen su, evrensel çözücü olduğu için de ulaştığı her yere hayat verir.

Hiç bir dere boşa akmaz, özgürce akan dereler bu önemli işlevi yerine getirir, hem de su döngüsüne katkıda bulunur.

PEKİ, SU DÖNGÜSÜ DEDİĞİMİZ ŞEY NEDİR?

Su, atmosfer, yeryüzü ve yeraltı arasında sürekli hareket eder. Bu bir döngü olduğu için başlangıç veya sondan bahsetmek mümkün değildir. Kapalı bir sistem olup -eskilerden ama eskimeyen güzel bir ifade kullanayım burada- devridaim içindendir.

Bizlere taa ilkokulda öğretildiği şekliyle şöyledir su döngüsü: Atmosferde gaz halinde biriken su hava akımlarıyla dünya çevresinde dönerken, soğuk bir akımla karşılaşır ve yoğunlaşır. Bu yoğunlaşmış su buharı da hepimizin bildiği gibi tepemizde bulut olarak gezer.

Yoğunlaşma artınca, gaz halinden sıvıya ya da ortamdaki sıcaklığın derecesine göre katıya dönüşür ve düşer.

Böylelikle su denizlere, göllere, barajlara ve karaya düşer. Yani yağmur, kar ya da dolu olur yağar. Tüm canlılar bu sudan payına düşeni veya -insan örneğinde olduğu gibi- fazlasını alır. Karaya düşen su toprak tarafından emilir, üst katmanlardan aşağıya kayalık bölgelerden derinlere sızarak, yer altı su kaynaklarını besler.

Şehirleşme suyun toprağa karışmasının önündeki en büyük engeldir. Meskûn yerlerde düşen suların ilerleyip yer altına karışabileceği şehir planının ve mimari düzenin olması gerekir. Aksi takdirde hem döngü zarar görür, hem su gidecek yer bulamadığından şehirleri sel basar.

Yoğunlaşma sonucu gökyüzünden yeryüzüne inen su bu defa da buharlaşma ve terleme sonucu yine atmosfere geri döner. Buharlaşma, denizler, göller, dereler, toprak yüzeyi; terleme ise bitkiler vasıtasıyla gerçekleşir.

Terleme olayını küçümsemek yanlış olur. Çünkü yeryüzündeki suyun azımsanamayacak bir bölümü bitkilerin yaprakları aracılığıyla yaptıkları terleme ile göklere döner.

Az önce de söyledim; bu kapalı bir sistemdir. Lav püskürten aktif volkanlardan hala az miktarda su gelmesine karşın, bu miktar bugün artık çok çok düşüktür.

Yani başka suyumuz yok. Uzaydan, yıldızlardan veya mucizevi bir şekilde şu anda bilemediğimiz bir kaynaktan başka su gelmeyecek. Ne kadar suyumuz varsa dönüp dolaştırıp onu veriyor bize dünyanın ve doğanın işleyişi. Yok ettiğimiz, zehirlediğimiz, döngü içindeki unsurları işleyemez hale getirdiğimiz müddetçe zararı biz göreceğiz.

Çünkü biz dünyanın döngüsünün üzerinde bir konumda değiliz, bu döngünün herhangi bir unsuruyuz.

Aşağıda TEMA Vakfı’nın sitesinden aldığım basit ve açıklayıcı bir döngü şeması var.

ATEŞLERİ SÖNDÜREN SU

Serin, ferah bir ortamdır su. Susuzluğumuzu giderir, yaz sıcağında hararetimizi dindirir. Bazıları hariç çoğu yangınları da söndürebilir. Yani, yanıcı olmayan bir bileşendir. Fakat biliyorsunuz hidrojen de oksijen de çok yanıcıdır. İki yanıcı madde birleşerek, hayat veren başka bir maddeye dönüşür.

Bileşenindeki her iki atomun yüksek yanıcılık özelliğinden dolayı, insan eliyle su üretmek pek mümkün değil. Bilim laboratuvarlarında, çok düşük miktarlarda ve korunaklı şekilde bu denenmiş. Ama hidrojen ve oksijen alıp, laboratuvar ortamında su oluşturmak çok zor ve tehlikeli bir iş.

Çünkü insanın ihtiyacını karşılayacak kadar su üretmek demek, büyük miktarlarda oksijen ve hidrojeni birleştirmek demek. Eh, atomları yan yana getirip “hadi arkadaş olun” diyemeyeceğimiz için de birleşmeyi sağlamak için çok büyük enerji gerekir. Ve yanma özelliği yüksek olan oksijen ve hidrojen atomlarının olduğu bir ortama enerji yüklemek aşırı tehlikeli bir tepkime yaratır.

Atomdan su üretmek -bugün- imkânsıza yakın derecede zor olduğundan, sanıyorum ki tüm gücümüzle, dünyadaki mevcut suyu korumaya çalışmak daha masrafsız ve tehlikesiz ve tabii çok daha kolay bir seçenektir.

BİRAZ DA DENİZLERDEN BAHSEDELİM

Ne demiştik? Dünyadaki toplam suyun %96,5’i denizlerdedir. Bu dev su kütlelerinin günümüzde henüz %5’i keşfedilmiş. Uzay kadar muammadır bu derin ve tekinsiz sular. Ve hem korkunç, hem güzel, hem romantik… hepsini geçtim, hem de yaşamsal önemdedir.

Okyanuslar dünyayı yaşanır hale getiren temel etmenlerden biridir. Yerkürenin iklimini, yaşam döngüsünü, meteorolojisini büyük oranda etkileyen, hatta oluşturan dev su kütleleridir.

Termohalin, Gulfstream gibi akıntılar hava koşullarını, yağış miktarlarını, bitki ve hayvan varlığını (flora ve fauna) etkiler, belirler.

Başka bir hediyesi daha var denizlerin bizlere.

Ormanların yanı sıra denizler de çok büyük miktarlarda karbonu emerler, atmosferden uzaklaştırırlar. Denizlerin içinde yaşayan, türlerini bilmediğimiz ve hiç ilgilenmediğimiz trilyonlarca minik organizma atmosferde tutulup yağmurla inen karbonu (atmosferik karbon) yakalar ve kabuklarının yapımında kullanır.

Böylece karbonun buharlaşma ile atmosfere geri dönmesine ve sera gazına dönüşerek dünya üzerindeki yaşama zarar vermesine engel olur.

Bu minik organizmalar ölünce artık yakaladıkları karbon doğaya zarar verecek yapısını kaybetmiş ve kireçtaşına hapsolmuş olur.

Bu noktada bir an durup bize bu büyük hizmeti yapan minik deniz canlılarına; foraminiferlere, kokolitlere, kalkerli alglere ve tüm diğerlerine teşekkür ediyorum.

Ama tabii atmosfere insan eliyle salınan ekstra karbon bu minik organizmaların kullanabileceğinin üzerine çıktıkça, bu döngü de maalesef bozuluyor.

OKYANUSLAR DEMİŞKEN MARİANA ÇUKURU’NU ATLAMAK OLMAZ

Mariana Çukuru, dünya üzerindeki en derin yer. İlk kez 1951 yılında keşfedilmiş. Araştırması, gidilip gelinmesi güç. Uzun süre sadece bilim insanları ve konuya ilgi duyanlar tarafından biliniyordu.

Ama, ünlü yönetmen James Cameron, hani şu; Titanik, Terminator, Alien, Avatar gibi filmleri yapmış olan James Cameron, 2015 yılında Marina Çukuru’na tek başına kendi tasarladığı bir denizaltı ile inince, dünyanın tabanı denilen bu çukur bir anda ünlendi.

Evet, dünyanın tabanı Mariana (Challenger) Çukuru öyle derin ve inmesi, araştırma yapması o kadar güç ki, hala bilinmezliğini koruyor. Son ölçümlere göre en derin noktasının yaklaşık 11 kilometre, uzunluğunun 2,42 kilometre, genişliğinin ise 69 kilometre olduğu söyleniyor. Büyük Okyanus’ta, Guam adasının hemen güney batısında yer alıyor.

Aşağıda Marina Çukuru’nun Everest Dağı ile karşılaştırmalı temsili bir görseli var.

Güneş ışığının hiç ulaşmadığı, bizim karanlık kavramımızı alt üst edecek kadar zifiri karanlık bir başka dünya. Mariana Çukuru’ndaki derin deniz bacalarında (hemen aşağıda onlardan da kısaca bahsedeceğim) 300 dereceye kadar ulaşan sülfür püskürmeleri ve bu sülfürü metabolize eden bakteriler ile bu bakterilerle beslenen başka canlılar yaşıyor.

Buradaki canlılar yeryüzündeki basıncın 1100 katı bir basınç altında yaşıyorlar. Bu kadar derinde yaşayan canlıların ömürleri yüzlerce yıl sürüyor, bazılarının prehistorik çağlardan beri hayatta olduğu varsayılıyor. Çoğu şeffaf, bir kısmı hemoglobin nedeniyle kırmızı… ilginç, çok ilginç bir başka dünya.

Mariana çukuruna inen deniz bilimcileri fotoğraflar da çekiyorlar. Aşağıda internette çeşitli kaynaklardan bulduğum fotoğraflar var. Oradaki hayatın tuhaflığını görebilmemiz için. İlki Fenersiler balığı, diğeri bir çeşit denizanası.

Yalnız, tabii unutmayalım, bu deniz canlılarının fotoğrafları Mariana Çukuru’nun en derin bölgelerinden değil. Sanıyorum yaklaşık 10.000 metreden sonra sadece bakteriler ve diğer çok çekirdekli tek hücreli canlılar var. Görselde yer alan canlılar 500 ila 1000 metre arasında yaşıyorlar.

Evet, Mariana çukuru benim gözümde neredeyse paralel bir evren diyebileceğimiz kadar ayrıksı; bildiğimiz her şeyden farklı bir resim çiziyor. O kadar derin, o kadar ulaşılmaz…

Fakat mesela 2019 yılında çukurda 10.927 metreye kadar inen bir kâşif deniz canlıları ve renkli kayalık yapıların yanı sıra, maalesef plastik poşet ve şekerleme ambalajları bulmuş.

Bravo bize… biz insanlar, belki bizzat ulaşamıyoruz ama çöplerimiz pekâlâ ulaşıyor her yere.

YAZININ SONUNA YAKLAŞIRKEN…

Yazının sonuna yaklaşırken bir de gerçek bir mucize olan ‘Derin deniz Bacaları’na değinelim.

Deniz tabanında genellikle orta okyanus sırtı olarak adlandırılan kısımda bulunan derin deniz bacaları (hidrotermal bacalar) insanın, dünya üzerinde var olabileceğine inanamayacağı oluşumlar.

Milyonlarca yıl önce, tıpkı yanardağ patlamaları gibi, yer kabuğunun alt katmanlarından gelen sıcak lav, soğuk deniz suyu ile karşılaşınca baca benzeri yapılar oluşturmuş. Beraberlerinde gelen maddelerin cinsine göre siyah ya da beyaz olabiliyorlar. Ve yeryüzünün alt katmanlarından alıp getirdikleri maddeleri milyonlarca yıldır denize veriyorlar.

Aşağıda bu baca formasyonlarına ait bir görsel var.

İlk kez 1977 yılında Büyük Okyanus’ta Galapagos adaları civarında keşfedilmiş bu oluşumlar. Bilinen en derin baca ise 5000 metredeki Cayman siyah bacası. Bu bacalar 10 milyon yıldır, okyanus tabanında duruyorlar. Bacanın içinden sıcak magma, gaz ve su gelmeye devam ediyor.

Baca ağzından çıkan suyun sıcaklığı yer yer 400 santigrat dereceye ulaşabiliyor (hayır, yanlış yazmadım, 400 derece).

Bu suyun anında buharlaşması lazım ama derin denize çıktığı için hemen çevresindeki çok soğuk sularla karışıyor. Böylece yoğun bir karanlıkta ve normalde hayatın mümkün olamayacağı düşünülen derinliklerde, bacalar ve benzer çatlaklar sayesinde başta çeşitli bakteri türleri olmak üzere bir çok organizma yaşayacak ortam buluyor.

Bacalar sayesinde bu derin sular, bizim için olmasa bile, dünyamızı paylaştığımız (dünyalarını bizimle paylaşan) çeşitli canlı türleri için besin yönünden zengin hale geliyor.

Derin deniz bacaları çevresinde bazı canlılar güneş ışığının yokluğunda fotosentez değil kemosentez yapıyorlar. Yani ihtiyaç duydukları enerjiyi bacalardan gelen demir, kükürt gibi inorganik bileşenlerden veya metanın oksitlenmesi ile elde ediyorlar. Bu şekilde beslenen bitki, bakteri vb. organizmalar daha başka türlere besin oluşturuyorlar. Döngü devam ediyor.

Derin deniz bacalarının bu akıl almaz ekosistemlerinin güzelliği dışında çok önemli bir işlevleri de deniz suyunun giderek tuzlanmasını önlemek.

Bacalar akvaryum filtreleri gibi davranıyor. Deniz suyu, çatlaklardan yer kabuğunun alt seviyelerine inerken tuzundan arınıyor ve sonra tatlı su olarak geri püskürtülüyor. Biliyorsunuz, buharlaşma ile denizlerden atmosfere yükselen su, tuzunu geride bırakıyor aslında. Nehirlerden taşınan tatlı sudaki mineraller de denizdeki iyonlarla birleşerek tuza dönüşüyor.

Neyse ki bu bacalar milyonlarca yıldır çalışıyorlar ve deniz suyunun olduğundan daha tuzlu hale gelmesini önlüyorlar. Böylece bilim insanlarının nedenini araştırdıkları bir bilinmez daha açığa kavuşuyor.

Derin deniz bacaları çok yeni bir keşif. Yüksek sıcaklıklardan dolayı araştırma güçlüğü de eklenince bu konudaki çalışmalar yavaş ilerliyor. Ama konuyla ilgilenen bilim insanları, bu bacalarda, yaşamın sudan doğduğuna dair kesin kanıt bulunabileceğini düşünüyorlar.

Evet, su ile ilgili bu kadar bilgi bombardımanı yeter. Benim yazarken bile başım döndü.

Suya ayırdığım yazımın ilk bölümünü böylece bitiriyorum. Finalimizi ise fikrimce derin anlamları olan bir atasözü ile yapalım.

SU AKAR YOLUNU BULUR

Bu atasözü ile kastedilenin aşağı yukarı, her şey olacağına varır anlamına geldiğini biliyorum… (ki fatalist bir bakış açısıyla doğrudur; ama yine de elden geleni yapmak lazımdır)

Ama bu atasözünü yazımın sonuna almamın sebebi farklı.

Günümüzde, tüm dünyada hâkim siyasal ve sosyal anlayışın pek çok alanda olduğu gibi çevre koruması alanında da çok hoyrat olduğunu ne zaman düşünsem ve içim acısa bu atasözünde ezeli ve ebedi bir ferahlık bulurum.

Çünkü su akar, yolunu bulur.

Gezegenimizi kurtarmak için çalışanlar aslında gezegeni değil insanlığın geleceğini kurtarmaya çalışıyorlar.

Bizler yerküre üzerinde son derece kısa süredir varız. Bu kısa sürede her şeyi kirlettik, yaktık, yıktık, öldürdük, köle yaptık. Eğer bu gidişi tersine çevirmezsek, umursamaz ve pervasız davranışlarımız sonunda, gezegen değil ama biz yok olacağız.

Su akacak… akarken belki insanlığı ortadan kaldıracak… ve yolunu bulacak.

Burada tehlikede olan biziz. Pek çok kişinin umursamadığı “iklim krizi” belki de gezegenin bozulan düzenini toparlamak için girdiği bir süreç. Eğer muhteşem medeniyetimizin sonsuz imkânları ile dünyaya ne olursa olsun rahat yaşantımıza devam edebileceğimizi sanıyorsak çok yanılıyoruz.

Yerküre, kendi bildiği yöntemlerle, milyonlarca yıldır neyi nasıl yapıyorsa yapacak; akacak, esecek, yıkacak, yaptığımızı bozacak, bozduğumuzu düzeltecek, önüne çıkanı sürükleyecek ve kendi yolunu bulacaktır.

Dünya onu içine attığımız sorunlar yumağından elbet kurtulur. Ama o kurtulurken bize ne olur işte ondan emin değilim.

 


KAYNAKÇA

  • Bill Bryson “Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi”, Boyner Yayınları, 2003
  • John Gribbin & Mary Gribin “Ice Age”, Allen Lane 2001
  • Andy Pross “Yaşam Nedir? Kimyanın Biyolojiye Dönüşümü”, Metis Bilim, 2020

Web adresleri

BEĞENDİYSENİZ PAYLAŞINIZ