Dünya ortalamasındaki kitap okuma oranımız, sizce yüzde kaçtır?

Yoksullar, alfabesizler, dogmalar âleminde yaşayanlar, sınırları dışına çıkmayı reddedenler, eğitimin çağdaş önerileri karşısında edindiği geleneksel değerlere sımsıkı sarılanlar, kocasına hizmet etmeyi hayat düsturu edinmiş kadınlar, bağlandığı şeyhin kölesi haline gelmiş erkekler…

cfryildirim@hotmail.com

Televizyonun bir aptal kutusu olduğuna, televizyon izleyicilerinin de bir aptallar ordusu olduğuna inanan sanıldığından çok aydınımız var hâlâ. Bunlara okumuş yazmış kesimden de azımsanamayacak bir yekûnu eklememiz gerektiğini söylemeliyim.

1960’lı yıllarda seçkin aydınlarımızın televizyonun Türkiye’ye girmesine karşı çıktıklarını biliyoruz. Ayrıca bu bilgiyi, Yalçın Küçük birçok yazısında tekrarladı.

1960’lı yıllarda televizyonun Türkiye’ye girmesine karşı duran aydınlarımızın çok basit bir gerekçesi vardı: Türkiye’de toplum henüz okuma yazma alışkanlığı kazanmamıştır. Eğer hayatımıza televizyon girerse toplum hiçbir zaman okuma yazma alışkanlığı edinemez. Sözün özü, Türkiye halkı okuryazar bir halk olamaz.

Onca tartışma ve karşı çabadan sonra TRT, 1960 Anayasası’na göre “devlet adına radyo ve televizyon yayınlarını gerçekleştirmek amacıyla 01 Mayıs 1964’te, özel yasayla özerk tüzel bir kişiliğe sahip olarak” kuruldu.

Ne var ki 2014 yılı dünya okuma rakamları, aydınlarımızın kehanetinin fazlasıyla gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor. Bu rakamları ve rakamlar üzerinden hesaplanan yüzdelerin bir bölümünü sunmak isterim:

“Kütüphaneler Haftası” (2012) dolayısıyla Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (DESAM) hazırladığı rapora göre bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor.

Yine DESAM’ın “Eğitim ve Kültür Politikalarının Gençlik Üzerindeki Yansımaları” konulu raporuna göre Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi düzenli kitap okuyor.”

Aynı kuruluşun 2018 rakamlarında da Türkiye bakımından hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. DESAM’ın 2018 raporuna göre:

Dünyada en fazla kitap okuyan ülke Fransa. Dünya içindeki okuma oranı yüzde 21.

Ardından İngiltere geliyor. Üçüncü sırada Japonya bulunuyor. Okuma oranı yüzde 14.

Amerika’nın oranı yüzde 12. İspanya yüzde 9. Tabii ki bizim merak ettiğimiz oran Türkiye’nin oranı.

Türkiye’nin dünya ortalamasındaki kitap okuma oranı: 0,1. Türkiye bu oranıyla dünya kitap okuma sıralamasında 86. sırada yer bulabiliyor kendisine.

Türkiye’de bu oranı oluşturanların okudukları kitapların türsel ya da içeriksel dağılımı da oldukça şaşırtıcı.

Rakamlar şöyle:

Aşk: Yüzde 45.

Namaz hocası, dua kitapları: Yüzde 43.

Masal, fıkra, sosyal ve gelişim kitapları: Yüzde 12.

Rapora göre ayda cep telefonu ve iletişime 173 tl ayıran 4 kişilik bir Türk ailesi, kitaba yılda sadece 5,5 tl ayırıyor.[ensonhaber.com./kutur-sanat/tukiyede-kitap-okuma-orani-yuzde-01(20.11.2018-11.52)]

Tam da bu aşamadan, bu sınırdan, bu sos alanından başka bir düşünsel düzleme geçmek istiyorum…

Düşünün bir, modern hayata ilişkin insan ilişkileri, ebeveynler ve çocuklar arasındaki naiflik, ayrılmış eşler arasındaki insani münasebet balıkçı barınaklarından gecekondu semtlerinin en kenar mahallerine dek televizyondan başka hangi araçla ulaşıyor insanlara? Kuşkusuz konferanslar var, örgün eğitim var, hayatın akışı var…

Fakat hangi aygıt ya da sistem televizyon kadar çabuk ve pratiktir aktarma işinde…

Dizi filmlerden, eğitici programlardan, yemek ve eğlence programlarından hatta reklamları bile toplumu değiştirici ve dönüştürücü bir sihre sahiptir. Toplumun günlük yaşamına hitabeden ondan daha etkileyici bir aygıt bulunmuyor bugünün dünyasında. Belgesellerden tutun da bilgi içeren her programa en kolay yoldan ulaşmanın yegâne aygıtı hâlâ televizyon kanalları arasında gezinmekten geçiyor.

Televizyon, kitap ile bilgisayar arsındaki konumuyla dünya coğrafyasının büyük bölümünde izleyenlerine yaşadığı hayatın daha ötesini gösteren, hayal ettiren, daha ötesini düşündüren bir aydınlanma aracı işlevini görmektedir.

Modern olan; gelenek, görenek ve alışkanlıklarla sarmallanmış değerler dünyasına en kestirme biçimde televizyonla giriş yapabiliyor.

Yoksullar, alfabesizler, dogmalar âleminde yaşayanlar, sınırları dışına çıkmayı reddedenler, eğitimin çağdaş önerileri karşısında edindiği geleneksel değerlere sımsıkı sarılanlar, kocasına hizmet etmeyi hayat düsturu edinmiş kadınlar, bağlandığı şeyhin kölesi haline gelmiş erkekler; kısacası değişim ve dönüşüm karşısında ısrarla ve her ne nedenle olursa olsun duranlar bile televizyonun büyülü ekranı karşısında farkında olmadan değişmektedir.

Bunlar dün olduğundan artık başka bir kişidir bugün. Demek istediğim şudur: 60’lı yılların gerçeği, bugünün karşı ifadesidir. İlericinin dünün gerekçesi ve mantığıyla oluşturduğu bakış açısı ve argüman, bugünün gerçeği için ya yeniden yorumlanmaya, yeniden inşa edilmeye gereksinim duymakta ya da hiçbir anlam ifade etmemektedir.